18 Ocak 2014 Cumartesi

SOSYALİZM

Çağımızda özellikle XX. yüzyılda etkili olmuş, bugün üzerine hâlâ çok çeşitli tartışmaların yürütüldü- ğü siyasi düşünce akımlarından biri de sosyalizmdir. “Sosyalizm” sözcüğü Fransa ve İngilterede, 1830-1840 tarihleri arasında kullanılmaya başlanmıştır. Bilinen ilk kullanımı, Fransız düşünür ve siyaset adamı Pierre Lerouxya aittir. Leroux, 1832de “sosyalizm” kavramını eşitlik ve özgürlüğün bağdaştırıldığı ideal bir toplum düzenini ifade etmek için kullanmıştır. Fransız düşünüre göre sosyalizm, mutlak bireyciliğin karşıtıdır.

Sosyalist düşünce kendisini genellikle ilk çağlardan beri süren bir mücadeleye, bir çatışmaya göre tanımlar: varlıklıya yoksulun, üretim araçlarına sahip olanla emeğinden başka bir şeyi olmayanların kavgası. Sosyalist düşünceye göre, eşitlik uğruna verilen mücadele, Eski Çağda (köle-efendi), Orta Çağda (serf-sen- yör ), Fransız Devrimi esnasında (burjuva-aristokrat)   ve sonraki dönemde (işçi/proleter-işveren/kapitalist) hep var olmuştur. Bu eşitsizlikler, siyasi düşünce alanına giderek daha belirgin bir şekilde yansımıştır. Sosya- list düşünürler, eşitsizliklerin her daim var olduğu toplumu ve dolayısıyla tarihi farklı sınıflar arasındaki çatışmalar bağlamında değerlendirmişlerdir. Nitekim XIX. yüzyılın en önemli düşünürlerinden ve sosyalist düşüncenin temel referans kaynağı olan Karl Marx (1818-1883) insanlık tarihinin, sınıf mücadeleleri tarihi olduğunu savunmuştur.

Sosyalizmin modern anlamıyla siyasi düşünce tarihinde yerini alabilmesi birbirine bağlı iki tarihi olayın gerçekleşmesiyle mümkün olmuştur. Bu olaylardan ilki Sanayi Devrimi, ikincisi ise sanayileşme sonucu or- taya çıkan “işçi sınıfı”, diğer bir yaygın kullanımıyla “proleterya”dır.

Sanayi Devrimi, XVIII. yüzyılda İngilterede başlamış, kısa bir süre içinde Kıta Avrupası’nın geneline ya- yılmıştır. Örneğin Fransada, Sanayi Devrimi’nin tamamlanması 1850lerden sonra, yani XIX. yüzyılın ikinci yarısında gerçekleşmiştir.

Sanayi devrimi sonrasında iyice güçlenen kapitalizmin ortaya çıkarttığısorunlar şu genel başlıklar altında toplanabilir:

-     Serbest rekabet, bir denge ve koşullarda eşitlik yaratmamış, servetlerin belirli ellerde toplanmasına yol açmıştı,

-     Kapitalist düzenin ortaya çıkarttığı bu tekelleşme, fazla üretime ve bunalımlara yol açmıştı,
-     Sanayileşme, işçi sınıfının durumunu düzeltmemiş, aksine daha da kötüleşmesine sebep olmuştu. Sosyalistler genel olarak işte bu sorunlara çareler aramaktaydı. Nihai amaçları eşitsizliği tamamen orta-
dan kaldırmaktı. Bunlar arasında bir kesim tıpkı Aydınlanmacı düşünürler gibi insanların çektiği ıstırap
ve sefaletin, uğradıkları haksızlıkların, önerecekleri çarelerle son bulacağını savunmaktaydı. Bu düşünürlere
göre, o ana kadar bu haksızlıklara bir çare bulunamayışının nedeni, eşitliği sağlayacak fikirlerin daha önceki
dönemlerde bilinmemesinden kaynaklanmaktaydı. Düşünce ile madde arasındaki ilişkinin yarattığı temel
çelişkiyi, düşünceyi ön plana çıkartarak çözme eğilimindeki bu düşünürlere, siyasal düşünceler tarihinde “ütopyacı sosyalistler” adı verilmektedir.


 Ütopyacı Sosyalizm

Fransız Devrimi sonrasında ortaya çıkan ütopik sosyalizmin en önemli temsilcilerinden biri Saint-Simon (1760-1825)dur. Pozitivizmin habercisi sayılan bu aristokrat düşünür her şeyden önce bilime ve ilerlemeye inanır. Spekülatif tartışmaların yerini pozitif fikirlerin, ilahi esaslara dayanan ahlak ve siyasetin yerini akla dayanan ahlakın ve endüstriye dayanan politikanın alması gerektiğini savunur.

Auguste Comte’un en önemli ilham kaynaklarından olan ve bir anlamda hocası sayılan Saint-Simona göre, çalışan sınıf ana sınıftır. Toplumu besleyen, ayakta tutan kesim de bu sınıftır. Siyasetin bir üretim bilimi olduğunu savunan bu düşünüre göre devleti sadece işçi sınıfı değil, tüm üreticiler yönetmelidir. Fransızcaya “industriel yani “sanayici” sözcüğünü kazandıran Saint-Simona göre, toplumun maddi gücünü sanayiciler, manevi gücünü ise bilim adamları sağlayacaktır. “Sanayici”, toplumun genel olarak ihtiyaçlarını veya maddi zevklerini karşılayacak bir veya birçok maddi vasıtayı üretmeye ve üretilen bu malları fertlere ulaştırmaya ça- lışan kişidir. Sanayileşmekte olan bir toplumda (örneğin XIX. yüzyılın başlarında Fransız toplumunda) temel çelişki, Saint-Simona göre, üretime her ne şekilde olursa olsun katılanlarla, katılmayanlar arasındadır.

Bu düşüncenin bir parçası olarak, toplum için hayati olan meslekler üretime yönelik olanlardır. Bu neden- le bir toplum en iyi kimyagerlerini, mimarlarını veya ustalarını kaybederse, ülkenin ihtiyaçlarını karşılayan bu üreticilerin yerini doldurmak çok zor olacağından en azından bir kuşağın büyük sıkıntılar yaşaması kaçı- nılmazdır. Buna karşılık, saray efradının, subayların, bankacıların, din adamlarının veya mülk sahiplerinin önde gelenlerinin yitirilmesi, toplumda büyük üzüntülere yol açsa da devletin gerçek yapısında bir değişikli- ğe yol açmayacağı için ikincil derecede önem arz etmektedir.

Saint-Simon, iktisadi alt yapının önemine vurgu yapmış, iktisadi ve siyasi liberalizm ile demokrasiyi amansızca eleştirmiştir. Devletin, insanların yönetimiyle ilgilenmeyi bırakması ve sadece malların idaresiyle ilgilenmesi gerektiğini ileri sürmüştür. Ona göre yönetimde sadece uzmanlar görev almalıdır: mühendisler, mimarlar, teknisyenler, iktisatçılar... Saint-Simon’un önerdiği bu yönetim tarzına bugün “teknokrasi” adı ve- rilmektedir. Bu yönetim anlayışına göre; sanayi, ekonomi ve devlet, politikacılar değil, uzmanlar, teknisyenler ve uygulayımcılar tarafından yönetilmelidir.

Kısaca ifade etmek gerekirse, Saint-Simon eşitliğe inanmayan düşünürler arasında yer alır, hiyerarşiyi ve aydınların üstünlüğünü savunur.

Bilimsel Sosyalizm


sosyalizme göre bilim, ancak doğadan hareket ettiği zaman gerçek bilimdir. Tarih ise, doğa tarihinin insanla ilgili parçasından ibarettir. Dünyayı değiştirmek, dünyanın ne yönde değişmekte olduğunu bilmekle ve bu bilgiyi kullanarak değişikliği hızlandırmakla mümkündür.

Bilimsel sosyalizmin veya diğer adıyla Marksizm’in kurucuları, Komünist Manifesto (1848) adlı eserin yazarları olan Karl Marx (1818-1883) ve Friedrich Engels (1820-1895)dir. Engels Marksist öğretiye önemli kat- kılarda bulunsa da ön plana çıkan, öğretiye adını veren ve bilimsel sosyalizm denilen sentezi ortaya çıkarak düşünür Marx’tır.

Söz konusu sentez üç yaklaşımdan beslenir:  1) Hegel’in diyalektik tarih felsefesi, 2) Klasik ekonomi politikası olarak adlandırılan İngiliz iktisat öğretisi ve 3) Fransız sosyalizmi.

Marksizm’in her şeyden önce, elleri üzerinde yürüyen Hegel’in diyalektiğini ayakları üzerine oturttuğu söylenir. Hegel, diyalektiği idealist bir düşünce için kullanıyordu. Onun salt idealizmi siyaset alanında tutucu sonuçlara varıyordu. Oysa Herakleitos’tan esinlenen diyalektik yöntem, özü itibariyle hareket ve mücadele üzerine kurulmuş, çelişkilerin ve zıtlıkların mücadelesine dayanmaktaydı.

Gençliğinde Hegelci olan Marx, diyalektiği maddeye daha doğrusu materyalizme uyarlamıştır. Mad- decilik nedir? Kısaca tekrarlamak gerekirse, “ruh” ile “madde”, “düşünce” ile “varlık” arasında belirli bir ilişki vardır. Materyalistlere göre, ilk ve esas olan maddedir. Evreni ve maddeyi yaratan ruh değildir; tersine ruhu yaratan maddedir, yani evrendir, doğadır. Kısacası ruh, maddenin yüksek bir ürününden başka bir şey değildir. Maddenin var olma biçimi harekettir, diğer bir deyişe devinmedir. Hiçbir yerde hiçbir zaman hare- ketsiz bir maddeye rastlamak mümkün değildir. Marksistlere göre, burada söz konusu olan mekanik bir hare- ket değil, diyalektik bir harekettir. Her değişme karşıt güçlerin çatışmasından doğar. Eğer bir şey değişiyorsa, bunun nedeni kendi karşıtını içinde barındırıyor olmasıdır.  Diyalektik kısaca, çelişkilerin bilimidir. Diyalek- tik düşünceye göre, her değişim iki süreç içinde gerçekleşir: Önce nicel (kantitatif) bir değişim söz konusudur; bu daha sonra nitel (kalitatif) değişime dönüşür. Daha açık bir ifadeyle ylemek gerekirse, nicel değişim belli bir noktadan sonra nitel bir değişimle sonuçlanır.

Marksizme göre, diyalektik yöntemi maddeye uygulayarak doğayı ve toplumu yöneten yasalar öğreni- lebilir ve bu yasalardan hareketle – doğa gibi – toplum da değiştirilebilir. Marksizme göre insanlık tarihi, bir yandan insanın doğayla öte yandan insanının insanla mücadelesinden ibarettir. Daha doğru bir deyişle tarih, sınıf mücadelelerinin tarihidir. Bu açıklamalardan hareketle Marksizm’in hem determinist (gerekirci) hem de volontarist (iradeci) bir düşünce olduğunu söyleyebiliriz.

Marksizm gerekircilik düşüncesini İngiliz iktisat öğretisinden ödünç almıştır. Adam Smith ve David Ri- cardo gibi İngiliz iktisatçılara göre zenginliğin üretimi sırasında insanlar (işçi, patron, ylü, zanaatkârlar vs.) arasında kendi iradeleri dışında belirlenen ilişkiler doğar. Bunlar, insanların kendi iradeleriyle değiştireme- yecekleri zorunlu ilişkilerdir, yani üretim ilişkilerinin yarattığı sınıflar arası ilişkilerdir. Marksizm’in temel kavramlarında olan “sınıf” ve “sınıf çatışması”nın kaynağı ise Fransız sosyalizmine dayanır.

Felsefe, iktisat ve sosyoloji alanlarının üçünü de kapsayan Kapital (1867) adlı çok önemli bir eser ortaya koyan Marx, geliştirdiği “artı değer” kuramıyla iktisat bilimine önemli bir katkıda bulunmuştur. Özetle “artı değer”, işçinin ücret olarak aldığından daha fazla değer yaratması ve aradaki farkın da işverene gitmesidir. Marxa göre proletarya ile burjuvazi arasındaki bu sömürü ilişkisi, proletaryanın mutlak fakirleşmesine yol açmaktadır.

Anlaşılacağı gibi, bilimsel sosyalizm ne sadece bir iktisat öğretisi, ne de yalnızca bir siyaset öğretisidir. Sözcüğün en geniş anlamıyla bu felsefe, bir dünya görüşüdür (Weltanschauung). Bu anlamda Marksist dü- şünce, dünyayı sadece açıklamayı değil değiştirmeyi de amaçlayan bir felsefedir.

Bilimsel sosyalizmin siyasete bakışını açıklamak için öncelikle Marksist sosyolojiden ve tarihi maddeci-
likten bahsetmek gerekir. Tarihi maddecilik”, maddeci diyalektik yöntemin toplumların tarihine uygulan-


yön veren sosyal durumlarıdır, yani maddi koşullardır.

İnsanın bilincini öncelikle belirleyen şey, onun varlığını etkileyen ihtiyaçlarını karşılayan üretimdir. Üre- timi belirleyen en nesnel öğe ise üretim tekniğidir. Üretim tekniği, insanın eseridir fakat insanın denetleye- meyeceği sonuçlar doğurmaktadır. Üretim tekniği, üretim biçimini belirler. Üretim biçimi ise sosyal yapıyı doğurur.

Üretim ilişkilerinin bütünü, toplumun iktisadi yapısını yani alt yapı meydana getirir. Bilimsel sosyaliz- me göre hukuki ve siyasi kurumlar üst yapıyı meydana getirir ve alt yapı tarafından belirlenir. Bu tek yönlü bir belirlenme değildir; üst yapının da alt yapıyı etkilediği durumlar vardır, ancak son tahlilde belirleyici öğe alt yapıdır.

Marxa göre üretim tekniği geliştikçe, üretim ilişkileri ve üst yapı kurumları da değişmektedir. İlkel sı- nıfsız toplum, köleci toplum, feodal toplum ve kapitalist toplumun her biri değişik üretim ilişkilerini yansıt- maktadır. Aynı zamanda bu toplumların hepsi ayrı üst yapı kurumlarına sahiptirler. Siteden imparatorluğa, mutlak monarşiden temsili monarşiye geçiş, rastlantıların veya insan düşüncesinin evriminin bir sonucu de- ğildir. Bu siyasi değişimlerin temel nedeni kol değirmeninden yel değirmenine, oradan da buharlı makineye geçişin bir neticesidir. Yani tüm bu değişimlerin temel etkeni, üretim tekniğindeki gelişmelerdir. İlkel sınıfsız toplumdan başlayıp sırasıyla köleci, feodal ve kapitalist toplumdan geçerek sosyalizme varacak tarihsel sü- reçte, değişimin temel nedeni maddi alanda süre giden değişimlerdir.

Marxa göre kapitalist toplumda üretim araçları gittikçe tekelleşecek, yani belirli ellerde toplanacaktır. Bu durumda çelişkiler ve sefalet giderek artacak ve sonuçta kapitalizm, proletarya tarafından ortadan kaldırıla- caktır. İlkel sınıfsız toplum, köleci toplum, feodal toplum ve kapitalist toplumdan sonra üretim biçim olarak sosyalizm gelecektir. Diyalektik bir süreç neticesinde kapitalist toplum kendi karşıtına dönüşecek (kapitalist toplumdan sosyalist toplum doğacak) ve böylece sınıfsız topluma geçilecektir. Fakat bunun için öncelikli olarak sınıflı toplumun üst yapı kurumlarının ortadan kalkması şarttır. Bu geçiş, siyasi bir mücadeleyi de ge- rekli kılmaktadır. Marksizme göre, siyasi mücadelenin odaklandığı nokta ise devlettir.

Bilimsel sosyalizme göre devlet, toplumun tarihi gelişimi içinde belirli bir dönemin ürünüdür. Bu anlam- da devlet, ne toplum dışı, ne de toplum üstü bir kurumdur. Devleti önemli kılan şey ise toplumun sınıflara bölünmüş olmasıdır. Engelse göre “çelişik ekonomik çıkarları olan sınıfların birbirini yememeleri ve kısır bir çatışma sonucu toplumun parçalanmaması için görünüşte bu çatışmaların üstünde olan, bu çatışmaları önle- yecek bir güce ihtiy vardır. İşte toplumdan doğan fakat ondan üstün bir duruma geçen ve gittikçe toplum- dan uzaklaşan bu güç devlettir”.

Yukarıdaki alıntıda da görüldüğü gibi devlet, bilimsel sosyalizme göre sosyal mücadeleyi yavaşlatan, ona engel olan, iktidardaki sınıfın (yani ekonomik bakımdan üstün durumda olan ve üretim araçlarına sahip olan sınıfın) baskı aracıdır. Marx devletin temelde bir baskı aracı olduğunu belirtmekle beraber bazı durum- larda sınıflar arası güç dengesinin bulunduğu dönemlerde devletin hakem durumuna geçebileceğini de kabul eder. Buna örnek olarak burjuvazinin yükseldiği, aristokrasinin ise gerilediği XVIII. yüzyıl mutlak monarşi- lerini gösterir.

Marxa göre burjuva demokrasisi tarihi bakımdan gerekli, mutlak monarşiye yasla daha ileri bir aşamadır. Burjuva demokrasisi sosyalizme geçebilmek için önemli bir uğraktır.




Anarşizm

Anarşizm, ütopyacı sosyalizmin bir türü olarak değerlendirilebilir. Bilimsel sosyalizmden de beslenen anarşizme göre devlet, egemen sınıfın çıkarlarını korumanın dışında bir işlevi olmayan – gereksiz – bir ku- rumdur. Özgürlüğü ve eşitliği sağlayabilmek için işe, devleti ortadan kaldırmakla başlanmalıdır. Devletle birlikte “baskıcı” her türlü kurum da ortadan kaldırılmalıdır.


(1840) ve Sefaletin Felsefesi (1846) adlı iki önemli eseri olan bu Fransız düşünür, aslında ütopyacı bir sosya- listtir. Özellikle, “Mülkiyet hırsızlıktır!” sözüyle tanınır. Düşünceleri, “Özgürlük, her zaman özgürlük, sa- dece özgürlük, hükümetçiliğe hayır!”  sözleriyle özetlenebilir. Proudhon, “anarşizm” sözcüğünü etimolojik anlamıyla kullanır. Bu anlamıyla anarşi, “hükümetsizlik” demektir. Proudhon, ister kutsal hukuka dayalı bir monarşi, ister jakoben bir diktatörlük olsun, otoritenin her türlüsünü reddeder. Ona göre, sınıflar arası çatışmanın baş sorumlusu devlettir.

Proudhon Fransada yaşadığı İkinci İmparatorluk Dönemi’nde (1851-1870) anarşist fikirlerinin çoğunun gerçekleşemeyeceğini gördüğü için federatif ilkeleri savunmaya önem vermiştir. Mülkiyet hırsızlıktır diyen, devlet otoritesine karşı çıkan Proudhona göre halkı vesayetten kurtarmak, barışı ve özgürlüğü sağlamak, Avrupada devrim fikrini geliştirmek için tek yol Fransa on iki bölgeye ayırmak ve Paris’i ortadan kaldır- maktır.

Proudhona göre demokrasi, gizli bir aristokrasidir. Çünkü tecrübeyle anlaşılmıştır ki burjuvazi halkı temsil etmez ve bu sınıfın çıkarları halkın genelinin çıkarlarına terstir. Servetlerin eşitsizliği ve egemenliğin vekâlet yoluyla devri demokrasilerde de sürmektedir. Fransız tarihçi ve devlet adamı Louis Adolphe Thiers (1797-1877)’in meşhur “Kral hüküm sürer fakat yönetmez” sözünü Proudhon, “Halk hüküm sürer fakat yö- netmez” şeklinde uyarlar ve demokrasiye sert eleştiriler yöneltir.

Proudhona göre siyasi düzen, birbiriyle çelişen iki temel ilkeye dayanır: otorite ve özgürlük. Her toplum türünde geçerli olan bu iki ilke, kendi aralarında sav halindendirler. Ayrıca bu iki ilkeden biri olmadan diğerinin anlamı yoktur. En otoriter toplumlarda bile az da olsa özgürlük; en özgür toplumlarda az da olsa otorite bulunur. Anayasaların görevi, otoriteyle özgürlük arasında dengeyi bulmaktır.

Rejimler genel olarak ikiye ayrılabilir: 1) Otoriter rejimler, 2) Özgürlükçü rejimler. Fakat Proudhona göre, birey-toplum ilişkisi dört biçimde kurulur ve her rejim için ikişer olmak üzere dört yönetim şeklinden söz edilebilir. Bu ayrıma göre otoriter rejimler, iki tür yönetim biçimine yol açar:

1. Herkesin, bir kişi tarafından yönetildiği monarşi veya patriarka,

2. Herkesin, herkes tarafından yönetildiği panarşi veya komünizm. Bu iki yönetim biçiminin ortak özelliği iktidarın bölünmez oluşudur.
İnsanlığın gelişmesi sonucu otoritenin günden güne zayıfladığını ileri süren Proudhon, özgürlükçü re-jimleri de ikiye ayırır:

1. Herkesin, her bir birey tarafından yönetildiği demokrasi,

2. Her bireyin, kendi kendini yönettiği anarşi veya self-government.

Bu son iki yönetim biçiminin temel özelliği ise iktidarın bölünürlüğüdür.





XIX. YÜZYIL’DA MİLLİYETÇİLİK DÜŞÜNCESİ

Milliyetçilik veya ulusçuluk Fransız Devrimiyle eşanlı olarak ortaya çıkan ve sonrasında hızla gelişen modern bir düşüncedir. Her ne kadar Fransız Devrimi tüm insanlığı ilgilendiren evrensel ideallerden söz etse de modern anlamıyla “ulus” kavramı ve “ulusçuluk” düşüncesi 1789’un bir ürünüdür. Bu düşünce çok kısa zamanda başta Avrupa olmak üzere tüm dünyaya yayılmış ve farklı etnik-dini topluluklardan oluşan imparatorlukların sonunu hazırlamıştır. Örneğin Osmanlı İmparatorluğu’nu oluşturan farklı ırk ve dinlere mensup, farklı diller konuşan gruplar, XIX. yüzyılda ulusçuluk düşüncesinin etkisiyle ayrılıkçı siyasi-kültürel taleplerde bulunmaya başlamış, merkezi yönetime başkaldırmış ve bağımsızlıklarını elde etmişlerdir. Bu sü- reç Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanıp çökmesiyle sonuçlanmıştır.

Milliyetçilik bir ideoloji olarak kuramsal yanı zayıf, ancak siyasal bir pratik olarak oldukça etkili bir dü- şüncedir. Bu özelliğiyle de kitleleri harekete geçirme kabiliyeti son derece yüksektir. Genel bir düşünce veya müstakil bir ideoloji olarak değerlendirmek gerekirse milliyetçiliğin ünlü teorisyenleri yoktur. Her milliyetçi- liğin kendine ait tarihçileri, edebiyatçıları, yani kısaca entelektüel bir grubu vardır. Bunlar, milliyetçilik ideo- lojisini kuran değil, çeşitli milliyetçiliklere rengini veren yazarlardır.

Son iki asırlık siyasal gelişmelerin çatısını milliyetçi ilkelerin belirlediğini söylemek yanlış olmaz. Bu kadar belirleyici olmuş bir ideolojinin genel olarak anlamının belirsiz olması ilginç görünebilir, ancak milli- yetçiliğin kitlelere ulaşma gücünün arkasında tam da bu muğlâklık yatar. Milliyetçilik koşullara göre içi dol- durulabilen bir ideolojidir. Bu anlamda, sabit veya evrensel nitelikli evrensel milliyetçi ilkelerden bahsetmek zordur. Milliyetçilik liberalizm, muhafazakârlık, faşizm ya da sosyalizme eklemlenmekte zorluk çekmemiştir. Hangi ideolojiyle ittifak yaptığına bağlı olarak milliyetçi ilkeler de farklılaşmaktadır. Dolayısıyla tek bir mil- liyetçilik yoktur, milliyetçilikler vardır. Ancak milliyetçiliğin farklı görünümleri altında genel bir anlamı ve özelliklerinin olduğunu da belirtmek gerekir.


Millet Kavramı ve Milliyetçilik Düşüncesi

Millet ve milliyetçilik kavramlarının Batı dillerindeki karşılığı, Latince natio” sözcüğünden türe- miş nation ve nationalism(e)”dir. Romada yabancıları adlandırmak için kullanılan natio”, olumsuz ve küçük düşürücü bir anlama sahipti.

Orta Çağda kullanılan nation” sözcüğü ise bir anlam kaymasına uğrayarak üniversitelere gelen öğren- ci gruplarını ifade etmek için kullanılır. Örneğin Paris Üniversitesi’nde dört milletin varlığından söz edilir: “şerefli” Fransa milleti, “sadık” Picardie milleti, “saygıdeğer” Normandiya milleti ve “sabırlı ve yiğit” Cermen milleti. Görüldüğü gibi “millet” kavramı, bu dönemde olumsuz ve küçük düşürücü anlamından sıyrılmıştır.

XIII. yüzyılda ise “millet” kavramı yeni bir anlam kazanır: Üniversitelerde aynı görüşü paylaşan öğrenci topluluklarını ifade etmek için kullanılır. Böylece “nation kavramı, düşünsel-siyasi bir içerik kazanmış olur.

XVI. yüzyılda İngilterede ise nation kavramı, elitle birlikte ülke nüfusunu, yani “halk”ı da ifade etmek için kullanılır. Halk, önceleri küçümsenen aşağı sınıfları anlatmak için kullanılan bir ifadeyken, milletin hakla özdeş kullanımı, halkın seçkin hale gelmesi ve aşağılanmaktan kurtulmasının bir göstergesidir.

Nation kavramının geçirdiği dönüşümlerden de anlaşılacağı gibi milletin siyasal bir özne olarak ortaya çıkması görece yeni bir durumdur. Arapça bir kelime olan “millet” kavramı da bugünkü anlamına uzun bir süreç sonunda, çeşitli dönüşümlere uğrayarak kavuşmuştur. Arapçada millet kavramının işaret ettiği toplu- luğun dinsel bir anlamı vardır. Nitekim Osmanlı İmparatorluğu’ndaki “millet sistemi” de dini inançlar öl- çüt alınarak oluşturulmuştur.  Millet sisteminin, Balkanlarda ortaya çıkan milliyetçilik hareketleriyle işlevini kaybetmesinden sonra, Türkçede “millet” sözcüğü bugünkü modern anlamına yakın bir içeriğe kavuşmuş- tur. Cumhuriyetin ikinci on yılından itibaren ise milletin taşıdığı dinsel çağrışımlardan kurtulmak amacıyla “ulus” kavramı tercih edilmiştir.

Görüldüğü gibi gerek nation gerekse millet kavramları oldukça eski kavramlar olmakla birlikte nümüzde sahip oldukları modern anlamlarına ancak yakın bir geçmişte kavuşmuşlardır.



Siyasal bir hareket olarak milliyetçiliğin kökenlerinin Fransız Devrimi’nde bulunduğunu yukarıda belirt- miştik. Avrupa kıtasında yaygınlaşması ise, Fransız Devrimi’nin fikirlerini kılıçla yayan Napoléon Bonaparte (1769-1821) savaşlarıyla olmuştur. Daha önceki derslerimizde de gördüğümüz gibi Fransız Devrimiyle birlik- te feodal bağlar çözülmeye başlamıştır. Bu yeni dönemde Rousseau’nun fikirlerinin etkisi daha fazla hissedilir olmuştur. Rousseau, yönetici-yönetilen ilişkilerini “genel irade” kavramı etrafında yeniden kurgulamasıyla milliyetçi düşüncenin önemli kalemlerinden, hatta kurucu yazarlarından biri olarak kabul edilir. Yine daha önce gördüğümüz gibi Rousseau, milletin tek bir hükümdarın kişiliğinde ya da yönetici sınıfta somutlanma- sını reddetmiş ve “millet” ile “halk” kavramlarını özdeşleştirmiştir. Bu özdeşleştirme, Fransız Devrimi’nin temel ilkesi olurken, milliyetçilik düşüncesinin de gelişimine önemli bir katkı sağlamıştır.

Napoléon’un önderliğinde milliyetçilik militarizmle iç içe geçmiştir. Milliyetçilik, bir Fransız asker ve devlet adamı olan Napoléon’un işgal ettiği bölgelerde hızla yayılmıştır. Avrupa’nın Napoléon tarafından iş- gal edilen topraklarında, feodal kalıntılar temizlenmiş fakat buna paralel olarak Rusyadan İspanyaya, İtal- yadan Almanyaya kadar geniş bir bölgede sert tepkiler ortaya çıkmıştır. Napoléon, İtalya ve Almanyada parçalanmış toprakları birleştirerek milletleşmenin koşullarını hazırlamış, aynı zamanda sebep olduğu öfkeyle milliyetçiliğin ihtiyaç duyduğu “öteki”nin yaratılmasını da kolaylaştırmıştır.




Alman Milliyetçilik Düşüncesi: Fichte ve Hegel

Almanyada da milliyetçilik fikrinin gelişiminde Fransız düşüncesinin etkisi büyük olmuştur. Alman milna Almanya ele geçirişlerini ve Alman ordusunun yenilgisini yaşamış bir düşünürdür. Bu yenilgi Alman filozofu çok derinden etkilemiştir. Fichte, verdiği halka açık konferanslarda Almanları saldırganlara karşı direnmeye, silaha sarılmaya davet etmiştir. Kendisi de Napoléon ordularına karşı savaşa bizzat katılmıştır. Almanların Fransızlara karşı elde ettiği zaferden sonra ise Berlin Üniversitesi’nde profesörlük ve rektörlük yapmıştır.

Fichteye göre özgürlük, özgür düşünce demektir. Özgür düşünceyi sağlayan ise bilimdir. Özgürlük anarşi değildir, çünkü bilim denge ve tutarlılıktır, sağduyu ve akıldır. Özgürlüğü ise kurallara bağlayacak, iç dengesini sağlayacak, tutarlı hale getirecek olan hukuktur. Hukukun olması içinse birçok hukuk öznesinin (toplumu oluşturan bireyler ) yanı sıra güçlü bir devletin varlığı gerekmektedir. Toplumun amacına ulaşabil- mesi için özgürlüğün hukuk yani devlet tarafından düzenlenmesi gerekmektedir. Gerçek özgürlük düzenli özgürlüktür; düzenlenmeyen özgürlük bilim dışıdır.

Fichteye göre milli toplum, yani örgütlenmemiş toplum (gesellschaft) devlete üstündür. Devlet ancak mil- li toplumu kendi içinde toplayabildiği an yetkinliğe ulaşabilir, tam ve kusursuz hale gelebilir. Milli toplumu çevreleyen devlet iktisadi alanı da düzenler.

Fichte Alman Milleti’ne ylevler adlı eserinin ilk bölümünde, her şeyi yitirdik, elimizde “eğitim” kaldı, onu akıllıca kullanmalıyız der.  Fichte, Jean-Jacques Rousseau’nun 1762de eğitim üzerine yayınladığı Emile adlı eserinden esinlenerek aktif bir eğitim yöntemi önermiştir. İnsanı tümüyle kavrayacak olan bu aktif eği- tim, karma ve yatılı liselerde devlet tarafından verilecek, çocuklar ailelerinden mümkün olduğu kadar uzak kalacaklardır.

Fichteye göre eğitilmeye en elverişli ırk, Alman ırkıdır. Alman ulusunu oluşturanların ortak noktası Al- manca konuşmalarıdır. Alman milliyetçiliğinin en önemli unsuru dildir. Alman dili, Fichteye göre milli, yani halktan gelen bir dildir. Latinceden gelen diller, örneğin Fransızca, milli kaynağından kopuk,  ölü dillerdir.

Fichteye göre Alman milleti, dünyanın en bilgin, en araştırmacı milletidir, insanlığın gelişmesinin öncü- südür. Alman Romantikleri olarak adlandırılan entelektüel grup da siyasi düşünce alanında benzer fikirleri savunmaktadır. Bu düşünürler organisist bir yaklaşımı savunurlar: Devlet her şeydir; devlet, vücudu/bütünü temsil eder, birey ise hücredir. Alman milliyetçiliğini iktisadi görüşleri ise Friedrich List (1789-1846) tarafın- dan dile getirilmiştir.




Alman milliyetçiliği ve siyaset düşüncesi hakkında görüşlerine yer vermemiz gereken bir diğer düşünür Georg Wilhelm Friedrich Hegel (1770-1831)dir. Hegel, Alman idealist düşüncesine son halini vermiştir. Uy- guladığı diyalektik yöntem daha sonra Marx tarafından da kullanılacaktır. Marx, o meşhur deyimiyle, He- gelde elleri üzerinde duran diyalektiği ayakları üzerine oturtmuş ve diyalektik materyalizmi savunmuştur.

Hegel, Eflatun’un idealist düşüncesini yenilemiştir. Ona göre madde, ruhun ürünüdür. Hegel de tıpkı Fichte gibi gerçeğin bilinç alanında bulunduğunu, bilinci çözümleyecek olursak gerçeğe varabileceğimizi sa- vunmuştur. Hegele göre varlığın özü zıtlıklardır. Zıtlıklar olmasaydı varlık da olmazdı. Karşıtlıklar, oluşun ilkesidir. Evrim, tez ve antitez arasındaki çatışma sonunda ortaya çıkan sentezdir.

Bu mantık çerçevesinde Hegele göre devlet, bireysel iradelerle genel iradenin karşılaştığı yerdir. Diğer bir deyişle, bireysel irade ve çıkarlarla genel çıkar arasında bir sentezdir. Burada dikkat edilmesi gereken nokta, devletin tek tek bireysel iradelerin bir yığınından ibaret olmadığıdır. Devlet, tanrısal bir irade, makul ve canlı bir bütündür.

Hegele göre insan, gerçekliğini, nesnel anlamdaki ahlaki değerini ancak bir topluluğun organı olmakla elde edebilir. Bu yüzden her şeyini devlete borçludur. Bireyin tüm değeri tüm manevi gerçekliği yalnızca devlete bağlıdır. Özgürlük ancak ahlaki bir bütün olan devletin varlığıyla gerçekleşebilir. Dolayısıyla, doğal yaşama halinde özgürlük söz konusu değildir.


getirir. Milli ruh, din, hukuk, bilim, sanat, sanayi gibi özel alanlardan oluşur. Bu alanlar içten bir bağla birbi-
rine bağlıdır, tümü birden milli ruhu teşkil eder. Bir devlet ancak milli bir ruh taşıyorsa devlet sayılabilir.


Hegel de Fransız Devrimi’nin soyutluğundan doğan yıkımları önlemek için somut olanı yani tarihî olanı ve var olanı savunmuştur. Diyalektik yöntemi düşünce alanında uygulayan, devleti mutlak ve yüce bir değer olarak gören Hegel, bir yanıyla milliyetçi, diğer yanıyla tutucu bir düşünürdür.