Grupların ya da toplumların belirleyici özelliği, bir bütün
oluşturmalarıdır. Bütünleşme ise, yani
par- çaların her birinin diğerleriyle
birlikte var oluşu yapılaşmayla
birlikte sağlanır. O nedenle, ‘yapı’
kavramı, sosyolojinin önemli, belki de en önemli, fakat üzerinde bir görüş
birliğinin sağlanamadığı ya da en az
sağla- nabildiği kavramlardan bir tanesidir.
“Toplumsal yapı” kavramını ilk kullananlardan biri Herbert Spencer’dir.1 Spencer, bu kavramla neyi
kastettiğini açıklamak için biyolojik
benzetmelerin (organik yapı ve evrimle kurduğu analojiler vb. gibi)
çokça etkisinde kalmıştır. Sonraki dönemde pek çok sosyolog ve antropolog ‘toplumsal yapı’ kavramına bir açıklık sağlama çabası
içerisinde olmuşlarsa da, yaptıkları
tanımlar birbirlerinden epeyce farklı olmuştur.“Yapı kavramını kişilerarası ilişkilerin yapısal biçimi (Radcliffe-Brown); toplumdaki kalıcı, sürekli, ör-
gütlenmiş ilişkilerin oluşturduğu temel grup ve
kurumların bütünü (M. Ginsberg); toplumsal rollerin bi- leşkesi (S. F. Nadel,
H. Gerth ve C. W. Mills) olarak belirleyen görüşler vardır.”2 Bütün
bu yaklaşımlar; öne çıkardıkları
hususların ya da vurguların
farklılaşmasına karşın, toplumun belli başlı öğelerini belirlemeyi
amaçladıkları, bu öğelerin birbirleriyle
nasıl ilişkili olduklarını ve bu
ilişkilerin/bağlantıların nasıl olup da parçaların tümünü aşan özelliklere
sahip sürekli bir bütün ortaya
çıkardığını araştırmayı amaçlarlar.
Yapı
kavramı genellikle bir düzen, düzenlilik, örgütlenme özelliklerini akla
getirir. Nitekim parçaları arasında düzenli, uyumlu ilişkiler bulunmayan oluşumlar bir sistem olarak
görülmezler. Bu çerçevede, ya- pının durağan bir özellik içerisinde
olduğu söylenebilir. İnceleme kolaylığı açısından, sosyologlar da, toplu-
mun durağan/statik yanı ile dinamik yanını birbirinden ayrıştırmayı tercih
etmişlerdir (Comte’un sosyoloji için önerdiği toplumsal statik ve toplumsal dinamik ayrımına benzer
olarak).
İşlevselci ve yapısal-işlevselci
yaklaşımın bir uzantısı olarak da
değerlendirebileceğimiz tarzda, toplumun nasıl düzenlendiğinin anlaşılmasında
benimsenen yaklaşımlardan bir tanesi,
toplumsal davranışı kişilerden ayrıştırarak statülere bağlayarak işe başlamaktır. Bunun bir devamı olarak da, her bir toplumda bu statülere bağlı olarak belli
ayrıştırmaların, sıralamaların meydana geldiği, sonrasında da bu sıralamalardan
hareketle de tabakalaşmalar araştırılmaya,
değerlendirilmeye çalışılır.
Toplumsal
Statü
Statü sözcüğü, ‘durum’ anlamındaki
Latince status’tan türemiştir. Sözcük
Batı dillerinde 18. yüzyıldan itibaren, hukukta bir durumu veya
konumu ifade etmek için (örneğin, ‘medenî durum’, ‘zencilerin yasal statüleri’, ‘gündelikçi-işçilerin
statüleri’ vb. gibi) kullanıldı ve
bu anlamıyla günümüze dek ulaştı. Williams, aşağıya alıntıladığımız paragrafta, ‘statü’ kavramının kökenini,
tarihsel süreç içinde kazandığı yeni
anlamı ve çağdaş sosyolojideki
konumunu kısaca özetliyor:
“Sık
sık daha kesin ve ölçülebilir bir
terim olarak class’a (sınıf)
tercihen önerildiği modern sosyolojide, yeni
bir genel anlamda kullanılmasıyla
birlikte, sözcük zorlaşır. Class’ın
grup, mertebe ve oluşum şeklin- deki
başlıca üç anlamına gönderme yapmadan,
bunu açıklığa kavuşturmak olanaksız. Belli ki status’ın
ne
grup ne de oluşum anlamında açık bir anlamı yok, asıl önemi mertebeyi anlatan yeni
ve modernleştirici bir terim
olmasında (mertebe [rank]
teriminin devralınmaya ve resmiyete
ilişkin çağrışımlarını taşımaz). Dola- yısıyla
yalnızca bu anlamıyla class
sözcüğünün yerine geçirilebilir.
(...) Sözcüğün kullanımı çoğu zaman Max Weber’e
ve onun Marx’a ait sınıf kavramını
eleştirmesine kadar götürülür. (...) Marx’taki başlıca an- lamıyla class’ın
salt ekonomik etkenlerinden başka motivasyonları
olan bir toplumsal grubu kapsayacak
biçimde genişletilebilir bu anlam: gruba veya ayrı bir toplumsal duruma uygun sosyal inanışlar ve ideal- ler gibi motivasyonlar.
Daha yakın zamanların sosyolojisinde,
bu önemli toplumsal gözlem, genelleştiri- len bir mertebe düzeni şeklinde soyut
bir anlama aktarıldı: ‘toplumsal statü... bir kişi, aile ya da akrabalık grubunun toplumsal
sistemde diğerlerine göre tuttuğu konum...
Toplumsal statünün birkaç kişinin do- ruğa yerleştiği
hiyerarşik bir dağılımı vardır...’ (A Dictionary of Sociology,
G. D. Mitchell, 1968). Bu, reka- betçi ve
hiyerarşik toplum modeline
olağandışı bir teknik derinlik getirmiştir. Status ‘sürekliliği olan bir
değişken’dir, ama gözlemlenebilir
‘öbek’leriyle birlikte mertebe anlamıyla
sınıf’a karşı, belirli grup ya
da oluşum imaları olan bir ölçüm terimi olarak bunlar avantajlarıdır. Aynı
zamanda dezavantajlarıdır, çün- kü
terim (geleneksel çağrışımlarından) görünüşte nesnel statü belirleme sürecini
karıştırması kaçınılmaz olan saygı ve
özsaygı öğelerini miras olarak alır. Mertebe’nin
ünvanları ve kuşakları varken, statü’nün
simgeleri vardır. Fakat bunların yalnızca
sergilenebilmesi değil, edinilmesi de karakteristiktir; nesnel ya
da
sahte-nesnel göstergeler, bu durumda öznel ya
da sırf gösterişe dönük vurgularla karıştırılır. Bu özel- leşmiş, ama artık yaygın anlamıyla statü’nün dilinin özellikle indirgenmiş bir anlamda (mertebe) sınıf’ın dili halini alması çok anlamlıdır. Oluşum, hatta daha geniş grup anlamında sınıf’ın üstünü çiziyormuş
gibi görünme ve de hiyerarşik ve
bireysel olarak rekabetçi olmakla kalmayan,
özü bakımından tüketim ve gösterişle
tanımlanan bir toplum modeli sunma avantajlarına
sahiptir bu. Dolayısıyla ‘sürekliliği olan bir toplumsal statü skalası’, ‘evin
oturma odasına yansıyan yaşam
biçimi’ üstüne temellendirilmiştir (...). Birimler statü grupları, hatta statü sistemi olacak biçimde
gruplandırılırken, ölçülmekte olan ‘yaşama’
biçimi, ister mallar ve hizmetler
olsun ister ‘kamuoyu’ olsun, piyasa
araştırmasıyla tanımlanır. Önceden yasal durum ya da genel durumu anlatan (...) terim de bu durumda uzlaşılı
modern kullanımıyla, bütün toplumsal
sorunların devingen bir tüketici topluma indirgenmesinin emrine amade bir
terimdir.”3
Statü,
özellikle Max Weber sosyolojisi bağlamında önem kazanan ve çağdaş toplumların tabakalaşma
sistemlerinin analizinde yoğun
biçimde kullanılan bir kavramdır.
Başlarken kavramın, bir ‘giriş’ metninde
sunulandan çok daha zengin ve
karmaşık bir içeriğe sahip olduğu konusunda bir uyarıda bulunmak gerekiyor. Konunun bu boyutunun ve tartışmanın taraflarının daha açık
ifade bir ifadesi Turner ’in şu ifadelerinde yer alır:
“(...) tartışma,
kısaca Karl Marx’ın (1818-1883) çalışmalarındaki toplumsal sınıfın politik
ekonomisi ile Max Weber’in sosyolojisi arasındaki karşıtlık
olarak ifade edilebilir. Marx’a
göre, toplumdaki asli bölün- meler ve sonuçta oluşan
toplumsal tabakalaşmanın tüm biçimlerinin temelleri ekonomik niteliklidir, yani
özel mülkiyete sahiplikle ilgilidir.
Marksist sosyolojiye göre
toplumlardaki eşitsizlik, bölünme, hiyerarşi
ve ayrımların nedeni, asıl olarak
ekonomik ilişkilerde bulunabilir. Ayrıca,
bu ekonomik ilişkiler, ancak tarihsel çözümlemeyle anlaşılabilir. Bu nedenle Marksist sosyoloji, çoğu zaman
‘tarihsel materyalizm’ olarak
tanımlanır. Oysa, Weber’in çalışmalarını izlediğimizde,
toplumsal tabakalaşmanın bir çok boyu
tunun
(örneğin güç/iktidar, ekonomik ve
kültürel farklılıklar ) olduğunu
görürüz. (...) Statü kavramını çevreleyen
tartışma, sosyolojideki kuramsal yaklaşım
farklılıklarıyla ilintilidir. Bu
tartışma, toplumdaki eşitsizlik boyutları ve
boyutlar arasındaki ilişkiyle
bağlantılıdır. Bu konu önemsiz gibi görünse de, bakış açısı farklılığı,
gerçekte tarihe bakıştaki farklılıkları içerir. Kısaca, Weberci ve Marksist sosyolojiler
arasın- daki gerilimler, ekonomik sınıf ya
da statü gruplarından hangisinin toplumsal tabakalaşmanın en önemli ögesi
olduğu ve bundan dolayı da modern
toplumlardaki politik çatışmanın niteliği etrafında odaklan- maktadır. Klasik
Marksizm, sosyalizmde özel mülkiyetin ortadan kaldırılmasıyla toplumsal sınıfların
yok
olacağını öngörmüşken, Weber, hem
kapitalizm hem de sosyalizmde statü
farklılıkları ve statü-grup
çatışmalarının süreceğini iddia etmiştir.”4
Toplumsal ilişkilerin daha çok
uzlaşmayla mı yoksa çatışmayla
mı tanımlanması gerektiği konusu, sosyolojideki temel tartışmalardan bir
tanesidir. Toplumsal uzlaşma kuramları, bu çerçevede, toplumsal düzenin varlığını
nasıl sürdürdüğünü açıklamaya
çalışır. Çatışma sosyologları ise, anlaşma ve
uzlaşma alan- larından ziyade,
çatışma, gerilim ve düzensizliğin yaygınlığına vurgu yaparlar. Günümüzde, bu konu her
iki
boyutun da belli bir önemi ve etkisi
olduğunu belirten yaklaşımların
gelişmesiyle birlikte bu tartışma
bir yönüyle aşılmış görünüyor.
Statü
konusunun ele alınmasında, Turner’e
göre, ABD ve Avrupa sosyolojileri arasındaki
farklılıklar da önemli olmaktadır: “Birleşik Devletler’deki statü tabakalaşmasının tarihsel
gelişiminin Avrupa’daki sınıf sis-
temlerinin gelişiminden bazı bakımlardan farklı olduğunu görebiliriz. Birleşik
Devletler, feodal bir soyluluk geleneğini miras almamıştır. Göç,
hem ülkenin değer sistemi içerisinde temel bir bileşen olarak bir bireysel
başarı duygusu hem de ayrı ve rakip
etnik topluluklar biçiminde örgütlenmiş olan bir toplumsal sistem oluşturmada
kritik bir rol oynamıştır. Bu tarihsel farklılıklar, Amerikan ve Avrupa
sosyolojilerindeki top- lumsal tabakalaşmaya
oldukça farklı olan yaklaşımları bir
dereceye kadar açıklamaktadır. Avrupa
kökenli sosyal kuramlar, endüstriyel toplumlardaki ekonomik sınıfların rolüyle
ilgilenirken, Amerikan sosyologları
ise bireylerin toplumsal
hareketliliği çalışmaları, mesleki yapı
çözümlemesi (...) ve saygınlığa
ilişkin öznel duygularla (...) daha çok ilgilenmişlerdir.”5 Aynı yerde, Turner, Amerika bağlamında Warner Sosyoloji Oku- lu’nun6 çalışmalarıyla “Weber’in statü kavramına ilişkin çatışma
perspektifi”nin dönüştürüldüğünü,
asıl çerçevesinden saptırıldığını,
‘statü’ ve ‘sınıf’ kavramlarının
birleştirildiğini ve çatışmanın
bilinci biçimlendir- medeki öneminin göz ardı edildiği tespitini yapmaktadır: “Toplumsal tabakalaşma,
saygınlık mertebelen- dirilmesiyle
eşitlenen daimi bir konumlar derecesi olarak görülmüştür. Bireylerin, kendi kişisel çabalarının
sonucunda bu derecelendirilmiş konumlar içinde hareket ettikleri düşünülmüştür. Kaynakları tekelleştir- mek
için sosyal kapanma uygulayan statü grupları düşüncesi, toplumsal
hareketlilik fırsatlarının hayli
fazla olduğu sınıfsız bir toplum olarak Amerikan
imgesi lehine terkedilmiştir. Hem Marx’ın hem de Weber’in
sosyolojilerinde gördüğümüz toplumların tarihsel dönüşümlerinin dinamik
sürecindeki temel ögeler olarak sınıf çatışması ve statü rekabetine odaklaşmanın yerini, Warner
Okulu’nun topluluk çalışmaları ile K. Davis ve
W. E. Moore’un yapısal işlevselci tabakalaşma kuramında
uzlaşmaya yapılan vurgu almıştır.”7
Statü
kavramının farklı yorumlarına ilişkin Turner’in altını çizdiği bu durum, Gordon
Marshall tarafın-
dan da farklı bir biçimde dile
getirilmektedir:
“Sosyolojide statü konusunda iki yaklaşım vardır.
Daha zayıf olan anlamı çerçevesinde
statü, bir kişinin toplumsal yapıda
işgal ettiği konum (öğretmen vb.
olarak) anlamına gelir ve
genellikle, statü-rol düşün- cesini akla getirmek için toplumsal rol nosyonuyla birleştirilir. Daha güçlü anlamıyla ise, statü grupları
ya da katmanlarının hukuksal, siyasal ve
kültürel ölçütlerle derecelendirilip düzenlendiği bir toplumsal
tabakalaşma
biçimini anlatır. Statü konusundaki bu yaklaşımın
birçok versiyonu vardır. Örneğin hukuk kuramcısı Sir Henry
Maine, Batı toplumunun tarihini, statüden sözleşmeye geçiş; yani, hiyerarşik ba- kımdan düzenlenmiş katmanlara
dayalı feodal örgütlenmeden,
birbirlerine sözleşmeler aracılığıyla
bağlı bireyler arasındaki piyasa ilişkilerine geçiş ekseninde
kavramsallaştırabileceğimiz görüşündeydi. Max Weber
de, sınıf, statü ile partiyi birbirinden ayırarak kategorileştirdiği ünlü
iktidar kuramında, sınıflar, statü grupları ile siyasal partiler arasındaki ilişkileri buna benzer bir tarihsel
bakışla ele almıştı.”8
Kavramın çok
boyutluluğuna ve karmaşıklığına
ilişkin bu başlangıç ve genel
bilgilendirmeden –belki de genel bir hatırlatma yaptıktan- sonra, gerek sınıf kavramını ve gerekse tabakalaşma konusunu ilerleyen haf- talarda ayrıntılı bir şekilde ele alacağımızı da
belirterek, statü ve onunla ilgili
belli kavramların kısaca tanıtı- mına ve
değerlendirmesine geçebiliriz.
Statü,
toplumsal yapının [aynı zamanda
‘toplumsal tabakalaşma’nın] en küçük birimleri olarak değerlen- dirilir ve kısaca “bireyin toplum yapısı içindeki yeri, konumu, ‘mevkii’”9 olarak tanımlanır. Statü, onu işgal
eden kişilerin özelliklerinden, şahıslarından bağımsız olarak nitelendirilip
değerlendirilmiştir. Birer soyutla- madırlar. Toplumsal grup içinde belli bir yerin, diğer yerlere göre belirlenmesidir. Bu yönüyle, statü kavra- mının tüm tanımlarında somut belli
karşıtlıklar ya da karşılaştırmalar
gizlidir. Örneğin kadının statüsünden söz ediyorsak eğer, bu her zaman erkeğin
statüsüne göre yapılan bir
değerlendirmedir. Elitler kavramı, elit olmayanların
olduğunu da ifade etmektedir. Türklerden söz etmek, Türk olmayan birilerinin bulunduğunu da ifade
ediyoruz demektir.
Belli bir statünün iyi, önemli, güç,
sıradan ya da kötü olarak
nitelenmesi onun saygınlığını (prestijini)
oluşturur. Herhangi bir statünün saygınlığı, o statüyü işgal eden kişinin rol
davranışının değerlendirilme- sinden farklı bir husustur. Statüye ilişkin toplumsal değerlendirme statüsel saygınlık olarak
adlandırılırken,
o
statüyü işgal eden kişinin kendisinden beklenen rolleri ne ölçüde başarılı bir
şekilde yerine getirdiği kişisel saygınlık olarak adlandırılır.
Statüsel saygınlık, kişisel saygınlığın bir garantisi değildir. Toplumda yüksek
bir
statüye sahip bir mesleği
(doktorluk, avukatlık, yöneticilik, siyaset
vb. gibi) icra eden herhangi bir kişi, sergilediği –toplum tarafından hoş
karşılanmayan- kimi gayrı ahlakî
davranışlar nedeniyle mesleğinin statü-
süne eş değerde bir kişisel saygınlığa sahip olmayabilir.
Toplumsal
statüler, genellikle iki yolla kazanılır: (1) Doğumla edinme [verilmiş
statü]
Biyolojik faktörler: Yaş, cinsiyet, ırk ve başka
fizikî özellikler gibi biyolojik
faktörler, bazı statülerle yakın-
dan ilgilidir. Hemen hemen tüm toplumlarda yaşla
ilgili olarak bazı statü ayrışımları kabul edilir: Seçmen- lik, medenî
haklardan yararlanma, askerlik,
memuriyete giriş, evlilik vb. gibi bazı statüler belirli yaşlarla bağlantılıdır. Yaş değişiklikleri fizyolojiden ziyade
kültürel kalıplarla ilişkilendirilebilmektedir. Çocukluk statüsü ilkel ve medenî toplumlara olduğu kadar, zamana ve koşullara bağlı olarak da
değişebilmektedir. Örneğin Sparta’da
hastalıklı ve sakat çocuklar
genellikle dağlarda ölüme terk edilirken, çağdaş toplumlarda bundan tamamen
farklı bir görüş saygınlık kazanmıştır. Çağdaş toplumlarda eğitim süresinin
uzatılması, evlenme yaşının yükseltilmesi, çocuk yaşta çalışmanın yasaklanması vb. gibi uygulamalarla çocukluktan ye- tişkinliğe geçiş süreci
uzatılmaktadır. Yaşlılık statüsü,
özellikle sanayileşme öncesi toplumlarda
büyük bir saygınlık ve güç
belirtisi olarak görüldüğü de hatırlanmalıdır.
Değişmez ve kolaylıkla
görülebilen fiziksel bir özellik
olması nedeniyle cinsiyet de, statü ayrışımına elve- rişli bir zemin teşkil etmektedir.
Meslekî, düşünsel uğraşlar, siyasal
sorumluluklar ve öteki pek çok faaliyet çeşitleri her toplumda kadın ve erkek açısından değişik ölçütlere dayandırılmaktadır. Günümüzde boyutları
–çeşitli
disiplinlerin ürettiği bilgiler
ışığında tartışılır olmakla birlikte- her toplumda kadın ve erkek ayrımı- na dayalı bir işbölümünün üretildiği
gözlemlenmektedir. Kadın ve erkek
statüleri ayrışımını biyolojik teme- le indirgemek, antropolojik verilerin erkeğin üstün gücü ve yapısına
dayanan meşrulaştırma çabalarını da
epeyce zorlamaya başlamıştır. Yalnızca erkeklerin fizyolojik özellikleri, gücü vs. gibi nedenlerle
görebileceği işlerin, dolayısıyla da
sahip olacağı statülerin farklı kültürler arasında değişkenlik arz ettiği görülmektedir. Bazı toplumlarda kadının
erkekten daha güçlü ve daha üstün
statülere sahip olduğu da görülmektedir.
Doğumla sahip olunan statüyü belirleyen biyolojik özelliklerden bir diğeri de
ırktır. Belli toplumlarda ve belli
zamanlarda, bir ırkın diğerine göre daha yüce ya
da daha aşağı statülerde tanımlanması gibi... Bu kate- gorilendirmeler ve ayrıştırmalar, belli işlerin,
mesleklerin ve statülerin yalnızca belli ırklara özgü kılınması gibi
sonuçlar doğuracaktır.
Bireyin üyesi bulunduğu ailenin toplumsal statüsü, o kişiye kendinden bağımsız olarak belli
statülerin yüklenmesinin sebebi olabilir. Bunun yanı sıra, ailenin toplumsal statüsü ve imkanları, kişinin kendi uğraş- ları sonucunda elde
edebileceği diğer statülere erişimde bir başlangıç noktası oluşturacaktır. Servet, eğitim, meslek, din ve mezhep gibi statü belirleyici
özellikler pek çok zaman kişinin soy ve
aile ilişkilerine bağlı olarak statüsünün sonuçlarıyla da ilişkilidir. Bu anlamda aile; toplumsal statüsü nedeniyle, bazı statüleri çocuğa doğrudan temin
ettiği gibi, toplumsallaştırma
sürecindeki önemli konumu nedeniyle
çocuğun statü yönelimlerini de belirleyebilmektedir.
(2) Bireysel nitelik ve
uğraşlarla kazanma [kazanılmış statü]. Doğumla edinilen statülere ilaveten, bireyler toplumsal hayatlarında
yeteneklerine ve uğraşlarına bağlı olarak farklı
statülere de sahip olabilmekte, çağ- daş toplumlar da onlara bu isteklerini gerçekleştirme
fırsatları sunabilmektedir. Bu çerçevede,
bireylerin daha farklı statüler elde
etmelerinin bir aracı eğitimdir.
Eğitim biçimi, süresi ve derecesi
statü kazanılmasın- da önemli bir faktördür. Eğitim görmüş olmak, eğitimli
olmak başlı başına bir statü kaynağı olabilmektedir. Fakat eğitimin yaygınlaşması nedeniyle, eğitimin tek başına bir statü
göstergesi olmaktan çıkması durum- larında bile, eğitim görülen alan (örneğin
mühendislik, tıp, hukuk, siyaset
bilimi vb. gibi) yüksek statülere giriş imkanları sunmaktadır.
Meslekler
ve mesleklerin toplumsal yapıdaki işlevi, toplumsal işleyişteki
önemleri de bireylerin toplum
içerisindeki konumlarını belirlemede kullanılan bir ölçüt olarak görülmektedir.
Uzmanlaşmanın ve işbölü- münün
artmasıyla birlikte, meslekler ve görülen işler giderek birbirinden
ayrışır ve her birine farklı değer verilir. Bu anlamda bir tıp doktorunun
statüsü ile bir teknisyenin statüsü ve doğal olarak da bu statülerin bireye kazandırdıkları aynı düzeyde olmaz. Bu
farklılaştırma ve sıralama her
toplumda karşımıza çıkan bir durum olmasına karşın, meslek hiyerarşilerindeki sıralamalar toplumdan
topluma farklılıklar göstereceği açıktır. (Bu benzerlik ve değişkenlik durumu, doğumla elde edilen statüler için de aynı
şekilde söylenebilir. Bazı
toplumlarda yaşlılık olumlu bir
özellik iken, bazı toplumlarda bunun tersi bir durum söz konusu olabi- lir. Irk
ve inanç için de benzer bir durum
söz konusudur.)
Toplumsal
tabakalaşma ve toplumsal
hareketlilik konusuyla da yakından ilişkili olan bir husus da şu-
dur: Eğitimle, meslekle ya da servet biriktirmekle elde edilen yeni ve
daha üst statülere ulaşan bireylerin, o statüyü işgal eden bireyler ya da gruplar tarafından hemen ilk başta
kolaylıkla benimsenmediği de
hatırlanmalıdır. Belli statülere giren yeni bireylerin, belki bu statüleri elde
etme biçimlerine ve ilgili statünün
gerektirdiği varsayılan rolleri icra
edip etmemelerine bağlı olarak, belli bir süre için ‘sonradan görme’ mu-
amelesi gördükleri ve sonraki
kuşaklarda bu ‘dışlanma’ durumunun ortadan kaybolduğu gözlenmektedir (örneğin,
feodalite döneminde para ile soyluluk
unvanlarının satın almak suretiyle aristokrasi sınıfına dahil olmak
gibi).
Toplumsal sistem içinde herkesin
birden fazla statüye sahip olduğu
açıktır. Çünkü herkes birden fazla gruba üyedir
ve her bir grup içerisindeki yeri ve
konumu ayrı bir değerlendirmeye konu
edilir. Aynı anda birilerinin ebeveyni, birilerinin çocuğu, birilerinin
kardeşi, birilerinin arkadaşı, bazı ikincil grupların üyesi, bir öğrenci ve
aynı zamanda da belli bir meslek mensubu olabiliriz. Bütün bu farklı grup ve statü içerisin- den, kendimizi daha
fazla ait hissettiğimiz, kendimizi
özdeşleştirdiğimiz ve toplumda o
statüyle anılmayı tercih
ettiklerimiz vardır. Aynı şekilde,
toplum da bizi bu farklı statüler içerisinden belli bir tanesiyle anmayı tercih edebilir. Örneğin,
kendimizi karşımızdaki kişiye/kişilere
mesleğimizi merkeze alarak tanıtmayı tercih edebiliriz. Komşumuz Ahmet Bey’i, Fatma Hanım’ı cinsiyetinin, hangi şehirli olduğunun, hangi
düşünce yapısına sahip olduğunu
dikkate almaksızın yapmış olduğu
işle tanımlayabilir, ilişkimizi o
statü üzerinden kurup geliştirebiliriz: Doktor, mühendis, avukat vb. gibi.
Toplumda belirleyici önemde görülen bir gruptaki statü, bireyin kilit statüsü [anahtar statü] olarak adlandırılır. Diğer statüler ikincil bir
konumda kalabilir. An- cak, bireyin
pek çok gruba üye olması, buna bağlı
olarak pek çok statüyü işgal etmesi ve
pek çok rolü icra ediyor olması aslında bütün bu statü ve rollerin bireyin yaşam
tarzı, düzeni üzerinde belli etkilerde buluna- caktır. O nedenle, bireyin her
şeyini yalnızca
kilit statüsünün belirlediğini düşünmek eksik olacaktır. Hatta,
bireyin
statülerinin diğer aile fertlerine de etkide bulunacağı, aynı zamanda
kendisinin statüsünün de diğer aile fertlerinin statülerinden etkilenebileceği
de düşünüldüğünde mesele toplumsal araştırmalarda bireyin çevre faktörlerine de
dikkat etmeyi gerektirecek karmaşık, karşılıklı etkileşimlerin bolca olduğu bir
hal alır.
Sonuç
Hemen her toplumda, bireyler arasında belli özelliklerine ve yapıp
ettikleri işlere bağlı olarak belli
fark- lılıkların, ayrışmaların ve
eşitsizliklerin olduğu görülüyor. Her toplumda, dolayısıyla, belli statülere diğer- lerinden farklı –saygınlık, gelir, prestij,
otorite vb. gibi- ödüller atfedilmiştir. Her toplum, o toplumsal işbö- lümü
içerisinde karşılanan belli görevlerin
karşılığını farklı ücret ve
değerlendirme sistemi ile ödeyebilir.
Bireyler, toplum içinde işgal
ettikleri ve toplumsal hiyerarşideki
yeri/saygınlığı kendilerinden
bağımsız ola- rak toplumdaki işbölümüne bağlı ve
diğer işlere ve statülere göreli
olarak belirlenen belli statüler içerisinde, bu statülerin gerektirdiği belli
rolleri yerine getirirler.
Bu derste, sonraki derslerde ayrıntılı
bir şekilde değerlendirmeyi hedeflediğimiz toplumsal
tabakalaşma açısından statü ve statü
gruplarının önemine ve bu kavram
etrafındaki tartışmaların çeşitliliğine pek fazla girmeden, statü kavramının
içeriğini kısaca değerlendirmeye
çalıştık. Bir sonraki dersimizde, statü kavra- mıyla doğrudan ilintili ve
birlikte düşünülmesi gereken ‘toplumsal rol’ kavramını ele almaya çalışacağız.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder