18 Ocak 2014 Cumartesi

BİR DÖNEMİN SONU: FRANSIZ İHTİLALİ


Fransada 1789da cereyan eden devrim şüphesiz belli tarihsel koşulların sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Önceki derslerimizde gördüğümüz gibi bu tarihi olayı hazırlayan özel bir felsefi arka plan ve toplumsal şart- lar söz konusudur. Bu anlamda, “Büyük Devrim” (Osmanlıların ifadesiyle “İhtilal-i Kebir”) olarak da adlan- dırılan 1789 Fransız Devrimi zamansal ve mekânsal olarak özel/tekil bir oyladır. Ne var ki sonuçları, etki ve yankıları evrensel olmuştur. Küresel niteliği itibariyle Fransız Devrimi sadece gerçekleştiği topraklarda yeni bir toplum (ulus) ve devlet (ulus-devlet) tipinin ortaya çıkışına kaynaklık etmemiş, aynı zamanda çok hızlı ve geniş bir yayılma göstermiştir. Başta Avrupa olmak üzere tüm dünyada siyasi, kültürel ve hukuki sonuçlar doğurmuştur: ulusçuluk, ulus-devlet modeli, vatandaşlık, laiklik…
French revolution


1789 Fransız Devrimi genel olarak Avrupadaki tüm İmparatorluklar için sonun başlangıcı olmuştur. Osmanlı İmparatorluğu da bu gelişmelerden payını almıştır. Başta ulusçuluk (milliyetçilik) olmak üzere 1789
Devrimiyle birlikte ortaya çıkan birçok siyasi düşünce, Osmanlı İmparatorluğu’nda da yankı bulmuştur. İm- paratorluğu teşkil eden farklı “milletler” bu düşüncenin etkisiyle bağımsızlık taleplerinde bulunmaya başla- mış ve bu süreç İmparatorluğun parçalanması ve yıkılışıyla sonuçlanmıştır.  1789 Fransız Devrimi, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki ayrılıkçı gruplar için bir referans kaynağı olmuş, bir model oluşturmuştur.

 French Revolution    It's that fun day in History Class again!


1789 Fransız Devrimi Sürecinde “Millet” ve “Egemenlik” Tartışmaları: Emmanuel-Joseph Sieyès


Fransız Devrimi sürecinde siyasal düşünceler tarihi açısında önemli tartışmalara imza atan düşünürler- den biri Emmanuel-Joseph Sieyès (1748-1836)’tir. Sieyès’in hararetlendirdiği tartışmaları “ulus” kavramı ve “temsil” anlayışı olarak iki başlık altında toplayabiliriz. Sieyès hiçbir zaman doğrudan “milli egemenlik”ten bahsetmemesine rağmen “millet/ulus” (nation) kavramı ve “milli birlik” konusundaki görüşleriyle dolaylı olarak “milli egemenlik” kuramına katkı sağlamıştır.

Sieyès Rousseau’nun düşüncelerinin tam karşısında yer almaktadır. Önceki derslerimizde gördüğümüz gibi Rousseau halk egemenliğini savunmuş, Sieyès ise milli egemenliği ön plana çıkarmıştır.

Sieyès her şeyden önce bir anayasacıdır; millet ve temsil kuramını geliştirirken zihninde sürekli olarak bir anayasa hazırlama fikri bulunuyordu. Bu anlamda sadece 1789 burjuva devrimini gerçekleştiren sosyal sınıfın siyasi düşünce alanında önde gelen temsilcilerinden biri değil, aynı zamanda anayasa hukukunun da önemli teorisyenlerindendir.

Sieyèse göre millet/ulus, Tiers étatdır. Fakat toplumun bütün işlerini görmesine rağmen bu kesim (Tiers état), halkın sırtından geçinen bir azınlığın baskısı altındadır. Ayrıcalıklı sınıflar ortadan kalktığı zaman halk, hak ve özgürlüklerine kavuşacak, hukukun önünde eşit bir bütün meydana getirecektir. Sieyès’in ve genel olarak 1789’un aktörlerinin benimsedikleri ve Kara Avrupası anayasa hukukuna da ilham kaynağı olan – ulus anlayışı genel hatlarıyla bu şekilde ifade edilebilir. Kısaca ifade etmek gerekirse Sieyèse göre ulus, ortak bir düzene ve ortak yasalara uyan bireylerin meydana getirdiği topluluğun adıdır.

Tüm bireyci ve liberal yazarlar gibi Sieyès için de ulus birbirinden bağımsız ve yasalar önünde eşit olan bireylerden oluşmaktadır. Bireylerden oluşan topluluk bir bütündür; yani ulus, kendisini oluşturan bireylerin bir toplamı değil sentezidir. Kimyadan örnek vermek gerekirse, bir araya gelerek bileşen birçok madde nasıl yeni bir madde ortaya çıkarırsa Sieyèse göre ulus da bireylerin toplamından farklı, onu aşan bir sentez ya- ratmaktadır. Ulusu teşkil eden bireylerin tek başlarına hiçbir güçleri yoktur; iktidar bütüne aittir. Anayasa da bütüne yani ulusa dayanacak ve onun örgütlenmesini temin edecektir.

İlk bakışta Sieyès ayrıcalıklı sınıflar (aristokrasi ve Kilise) dışında hiçbir zümreyi ulusun dışında tutmuyor gibi görünse de temsil meselesi hakkında ileri sürdüğü düşüncelerle bunun aksini yapmaktadır. Aktif vatan- daş” “pasif vatandaş” ayrımı yaparak yalnızca ekonomik olarak güçlü olanların seçime katılmalarını temim etmeye çalışmaktadır. Ayrıca Sieyès, devletin birliğinin toplumda yaşayan bireylerin birleşerek halkı meydana getirmeleriyle değil, ulus olgusuyla gerçekleştiğini iddia etmektedir. Kısaca ylemek gerekirse devletin birliği halka (yani somut olarak belli bir dönemde, belli bir ülke üzerinde yaşamakta olan bireylerin toplamı) değil ulusa bağlıdır. Peki, Sieyèse göre ulus nedir? Ulus, kendisini teşkil eden, oluşturan bireylerden farklı bir hukuki şahsiyettir. Sadece belli bir dönemde, ülke üzerinde yaşamakta olan bireylerin toplamından meydana gelmez. Ulus yalnızca bugünü değil, geçmişi ve geleceği de kapsayan manevi bir varlıktır. Yaşayanların ya- nında ölmüş ve doğacak olanlardan da meydana gelmektedir.

Sieyès’in açtığı yoldan gidenler ulusu, yaşamış ve yaşayacak kuşakları da içine alan, uzak geçmişten sonsuz geleceğe doğru sürüp giden ve kendisini meydana getiren kişilerden ve onların iradelerinden ayrı, kendine özgü bir kişilik ve iradeye sahip bir tüzel kişilik olarak tanımlamışlardır. Bu tanımın tabii bir soncu olarak “milli/ulusal irade”, milleti/ulusu meydana getiren kişilerin iradelerinden ayrı ve onların iradelerine üstün bir irade olarak tecelli etmektedir.

Ulus kavramını nasıl algıladığını daha berrak bir şekilde kavrayabilmek için Sieyès’in temsil meselesine nasıl baktığına da değinmek gerekir. Fransız düşünüre göre siyasi iktidar gibi sosyal hayat da temsile dayan- maktadır. Temsili sistemi savunurken ve meşrulaştırırken iki gerekçe sunar: Temsilin bir gereklilik olduğuna dair sunduğu birinci gerekçe işbölümüyle ilgilidir. Sieyèse göre iktisadi alanda geçerli olan kanunlar siyasal alanda da geçerlidir. Dolayısıyla Adam Smith’in ekonomi alanında geliştirdiği işbölümü fikri, siyasal alan için de geçerlidir. Kısacası iktisadi hayatta olduğu gibi siyasi yaşamda da işbölümü bir zorunluluktur. Yönetici olmak bir yetenek meselesidir, bu yeteneğe sahip olmayanlar siyaset dışında başka işlerle uğraşmalıdırlar.

Bu varsayımdan hareketle Sieyès ikinci gerekçesini sunmaktadır: İnsanlar arasında doğal bir eşitsizlik söz konusu olduğu için herkes yönetici olamaz. Yöneticilik ancak temsile dayanan seçkinlerin üstesinden ge- lebileceği bir görevdir. Maddi ihtiyaçların sürekli baskısı altında bulunan ve eğitimden yoksun halk tabakası bu görevi yerine getiremez. Bu düşüncenin doğal bir sonucu olarak yönetenler – yönetilenler ayrımı ortaya çıkmaktadır.

Sieyèse göre temsile dayanmayan her anayasa yanlış bir anayasadır. Temsilcilerin yetkilerini sınırlayacak olan ise seçmenlerden aldıkları vekâlet değil anayasadır. Böylece temsilciler, kendilerini seçenlerin talimatla- rıyla değil, doğrudan doğruya anayasanın hükümleriyle bağlı olacaklardır. Temsilcilerin sorumluluğu, seçim bölgelerinde kendilerine vekâlet veren üç ayrı sınıfa mensup seçmenlere karşı değil, milletin bütününe kar- şıdır. Ulus ise yukarıda da belirtildiği gibi sadece bugünü değil, geçmişi ve geleceği de kapsayan manevi bir varlıktır.

Kısacası Sieyès’in savunduğu temsil anlayışına göre iktidarın kullanılması (yasama yetkisi), anayasaya bağlı olarak ulus adına çoğunlukla karar alan ve seçmenlerine emredici vekâletle bağlı olmayan bağımsız tem- silcilere bırakılmalıydı. Burada dikkat çekici olan nokta şudur: Ulus adına yasama yetkisini kullanacak olan halkın çoğunluğu değil, seçmenlerin çoğunluğunun seçtiği temsilcilerin çoğunluğudur; yani Sieyèse göre yasama yetkisi, çoğunluğun çoğunluğuna ait olmalıdır.

Sieyès Temmuz 1789da Fransız Kurucu Millet Meclisi’nde yaptığı bir konuşmasında insan haklarını “do- ğal ve medeni haklar” ile “siyasi haklar” olmak üzere ikiye ayırmaktaydı. Doğal ve medeni hakları “pasif haklar”, siyasi hakları ise “aktif haklar” olarak niteleyen Sieyès şöyle demekteydi:

“Bir ülkenin vatandaşlarının tümü pasif vatandaş hukukundan yararlanmalıdır. Şahsının, malının, özgürlüğünün korunması herkesin hakkıdır. Ancak kamu gücünün kurulmasına ve işlemesine katılmak herkes için hak değildir; herkes aktif vatandaş değildir. Bugünkü durumda çocuklar, ya- bancılar, kamu gücüne ve örgütlenmesine hiçbir yardımı dokunmayanlar, toplumun yönetiminde aktif rol oynayamazlar, onu yönetemezler. Tümü toplumun yarattıklarından yararlanabilirler. Dev- let denilen büyük sosyal teşebbüsün gerçek hissedarları ancak kamu örgütüne yardımcı olanlardır. Ortaklığın gerçek üyeleri, gerçek aktif vatandaşlardır”.

Sieyès “aktif vatandaşlar”ın kimler olduğu konusunda bir açıklama yapmaz. Fakat “aktif vatandaş” “pasif vatandaş” ayrımının iktisadi bir temele dayandığını ve Sieyès’in burjuva düzenine hukuki bir zemin hazırladığını ylemek yanlış olmaz. Nitekim devrimin önemli aktörleri, Sieyès’in bu ayrımına dayanarak aktif ve pasif vatandaş ayrımının ödenen vergi miktarına bakılarak yapılması gerektiğini savunmuşlardır. Bu düşünceye göre “aktif vatandaşlar” yani yönetime katılabilenler en fazla vergiyi verenler olmalıdır.

Sieyès’in “millet”, “egemenlik” ve “temsil” konularındaki görüşlerini şu başlıklar altında özetleyebiliriz:

1.   İktidarın kaynağı, imtiyazlı sınıflar dışında kalan Tiers état, yani ulustur.

2.   Ulus, iktidarını kendi başına değil ancak temsilcileri vasıtasıyla kullanabilir.

3.     Temsilcilerin seçiminde, insanlar arasındaki işbölümü ve doğal eşitsizliğin sonucu olan “aktif vatan-
daş” – “pasif vatandaş” ayrımı temel alınmalıdır.

4.   Temsilcilerin iradesi, doğrudan doğruya seçmenlerden alınan talimatla değil, anayasayla sınırlandı-
rılmalıdır.

5.   Anayasa, olağan temsilciler tarafından değil, olağanüstü temsilciler tarafından hazırlanacaktır. Ola-
ğanüstü temsilciler ise millet tarafından seçilecek ve emredici vekâletle bağlı olmayacaklardır.

6.   Siyasi iktidar, seçmenlerin çoğunluğunun seçtiği temsilcilerin çoğunluğu tarafından millet adına kul-
lanabilecektir.


Jakobenizm: Halka Rağmen, Halk İçin…

Fransız Devrimi sürecinde Jakoben tarikatından kalma eski bir manastır binasında toplanan devrimcilere “Jakobenler” adı verilmiştir. Devrimin en radikal ve terör uygulayan ekibi oldukları için de, Fransız Devrimi ile özdeşleşmişlerdir. En önemli temsilcisi Maximilen Robespierre (1758-1794)dir. Bir avukat ve siyaset adamı olan Robespierre güçlü bir konuşmacı olarak tanınır. Jakobenizm, Fransız Devrimi’nin ülke içinde ve dışında tehlikelerle (“karşı devrim” tehlikesi) karşı karşıya olduğu bir dönemde ortaya çıkmıştır. Devrimci sürecin bir “karşı devrimle” sona erdirileceği ve vatanın tehlikede olduğu endişesi, Jakoben düşüncenin ortaya çıkış ve gelişiminde önemli rol oynamıştır.

Dosya:Robes1.jpg

Robespierre

Jakobenler ve özellikle Robespierre, Rousseau’nun sadık bir takipçisidir. Robespierre temsil sistemine inanmaz ve parlamenter rejime karşı çıkar; çünkü ona göre Rousseau’nun da belirttiği gibi egemenlik hak- kı devredilemez.

Jakobenlerin amaçları, bir dönemlik dikta yönetimi sonrası Aydınlanma Çağı felsefecilerinin öngördük- leri doğal düzene ulaşmaktır. Jakobenler mülkiyete karşı değillerdir. Erdem sahibi, küçük mülk sahibi vatan- daşların olduğu bir demokrasiden yandırlar. Bu anlamda Jakobenlerin görüşleri ne sosyalist eğilimlere ne de ticaret burjuvazisinin görüşlerine uygun düşer.

Bugün “tepeden inmecilik” olarak da adlandırılan Jakoben düşüncenin arkasında derin bir siyaset ve bilim felsefesi vardır. Jakobenizmin en dikkat çekici özellikleri şöyle sıralanabilir:

1.   Meşruiyetin birincil kaynağı hukuk değil, ideoloji ve ilkeleridir. Karşıt (yani “karşı devrimci”) görüşler ise, yok edilmesi gereken ihanet ve sapmalardır.

2.   Jakobenizm, güç kullanarak kendi görüşlerini dayatmayı meşru görür. Devrimi gerçekleştirmek ve korumak için şiddet ve baskı meşrudur.

3.   Amaç için her vasıta meşrudur. Devrim ve devlet için hak ve hürriyetler, evrensel hukuk kuralları çiğnenebilir.

4.      Halk, “doğru”yu ve çıkarlarını bilmez. Bu nedenle gerekirse zorla  “aydanlatılmalı” ve sıkı bir “merkeziyetçilik”le yönetilmelidir.


 Devrim sürecinde tavizsiz bir siyaset izleyen Jakobenler, “kuvvetler ayrılığı” ilkesini de reddederler ve sivil topluma egemen bir ve bölünmez kamu otoritesi ile soyut bir milli egemenlik kavramını benimserler. Jakobenlere göre devlet, topluma istediği şekli verebilir, hatta bu devletin bir görevidir. Bu anlamda Jakobe- nizmin bir tür toplum mühendisliği çabası olduğunu söylemek yanlış olmaz.

Jakoben demokraside, “genel irade”, seçimle belirlenen çoğunluk iradesine benzemez. Jakoben liderler- den Saint-Juste (1767-1794)e göre “Genel irade, çoğunluğun iradesi değil, milleti gerçek arzuları ve gerçek mutluğu hakkında aydınlatmakla görevli temiz insanların iradesidir”.


Mutlak doğruyu, yanılmaz aklı, devrimi ve soyut bir milleti anlayışını temsil ettiği içindir ki Jakobenizme göre devlet hukukun üstündedir ve yargı ve hukuk, devlet çıkarlarına tabidir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder