Fransa’da 1789’da
cereyan eden devrim şüphesiz belli
tarihsel koşulların sonucu olarak ortaya
çıkmıştır. Önceki derslerimizde gördüğümüz gibi bu tarihi olayı hazırlayan özel bir felsefi arka plan ve toplumsal şart- lar söz konusudur. Bu anlamda, “Büyük Devrim”
(Osmanlıların ifadesiyle “İhtilal-i
Kebir”) olarak da adlan- dırılan 1789 Fransız Devrimi zamansal ve mekânsal olarak özel/tekil bir oyladır. Ne var ki sonuçları, etki ve
yankıları evrensel olmuştur. Küresel
niteliği itibariyle Fransız Devrimi sadece gerçekleştiği topraklarda yeni bir toplum (ulus) ve devlet (ulus-devlet) tipinin
ortaya çıkışına kaynaklık etmemiş,
aynı zamanda çok hızlı ve
geniş bir yayılma göstermiştir. Başta Avrupa olmak üzere tüm dünyada siyasi, kültürel ve hukuki sonuçlar
doğurmuştur: ulusçuluk, ulus-devlet
modeli, vatandaşlık, laiklik…
1789 Fransız
Devrimi genel olarak
Avrupa’daki tüm İmparatorluklar için sonun başlangıcı olmuştur. Osmanlı İmparatorluğu da bu gelişmelerden payını almıştır. Başta
ulusçuluk (milliyetçilik)
olmak üzere 1789
Devrimi’yle birlikte
ortaya çıkan birçok siyasi düşünce,
Osmanlı İmparatorluğu’nda da yankı bulmuştur. İm- paratorluğu teşkil eden farklı
“milletler” bu düşüncenin etkisiyle
bağımsızlık taleplerinde bulunmaya
başla- mış ve bu süreç
İmparatorluğun parçalanması ve yıkılışıyla sonuçlanmıştır. 1789 Fransız Devrimi, Osmanlı
İmparatorluğu’ndaki ayrılıkçı gruplar için bir referans kaynağı olmuş, bir
model oluşturmuştur.
1789 Fransız Devrimi Sürecinde
“Millet” ve “Egemenlik” Tartışmaları: Emmanuel-Joseph Sieyès
Fransız Devrimi
sürecinde siyasal düşünceler tarihi
açısında önemli tartışmalara imza atan düşünürler- den biri Emmanuel-Joseph
Sieyès (1748-1836)’tir. Sieyès’in hararetlendirdiği tartışmaları “ulus” kavramı
ve “temsil” anlayışı olarak iki başlık altında
toplayabiliriz. Sieyès hiçbir zaman doğrudan “milli egemenlik”ten bahsetmemesine rağmen
“millet/ulus” (nation)
kavramı ve “milli birlik”
konusundaki görüşleriyle dolaylı olarak “milli egemenlik” kuramına
katkı sağlamıştır.
Sieyès
Rousseau’nun düşüncelerinin tam karşısında yer
almaktadır. Önceki derslerimizde gördüğümüz gibi Rousseau halk egemenliğini savunmuş,
Sieyès ise milli egemenliği ön plana çıkarmıştır.
Sieyès her şeyden
önce bir anayasacıdır; millet ve temsil kuramını geliştirirken zihninde
sürekli olarak bir anayasa hazırlama fikri bulunuyordu. Bu anlamda sadece 1789 burjuva devrimini
gerçekleştiren sosyal sınıfın siyasi düşünce alanında önde gelen temsilcilerinden biri değil,
aynı zamanda anayasa hukukunun da
önemli teorisyenlerindendir.
Sieyès’e göre millet/ulus, Tiers état’dır. Fakat
toplumun bütün işlerini görmesine rağmen bu kesim (Tiers état), halkın sırtından geçinen bir azınlığın baskısı altındadır. Ayrıcalıklı sınıflar ortadan kalktığı
zaman halk, hak ve özgürlüklerine kavuşacak, hukukun
önünde eşit bir bütün meydana getirecektir. Sieyès’in ve genel olarak 1789’un aktörlerinin benimsedikleri – ve Kara Avrupası anayasa hukukuna da ilham kaynağı olan –
ulus anlayışı genel hatlarıyla bu şekilde
ifade edilebilir. Kısaca ifade etmek gerekirse Sieyès’e göre ulus, ortak bir düzene ve ortak yasalara uyan bireylerin
meydana getirdiği topluluğun adıdır.
Tüm bireyci ve liberal yazarlar gibi Sieyès
için de ulus birbirinden bağımsız ve yasalar
önünde eşit olan bireylerden oluşmaktadır. Bireylerden oluşan
topluluk bir bütündür; yani ulus,
kendisini oluşturan bireylerin
bir toplamı değil sentezidir. Kimyadan örnek vermek gerekirse, bir araya
gelerek bileşen birçok madde nasıl yeni bir madde
ortaya çıkarırsa Sieyès’e göre ulus da bireylerin toplamından farklı, onu aşan bir sentez ya- ratmaktadır. Ulusu teşkil eden bireylerin
tek başlarına hiçbir
güçleri yoktur; iktidar
bütüne aittir. Anayasa da bütüne yani ulusa dayanacak ve onun örgütlenmesini temin edecektir.
İlk bakışta
Sieyès ayrıcalıklı sınıflar
(aristokrasi ve Kilise) dışında
hiçbir zümreyi ulusun
dışında tutmuyor gibi
görünse de temsil
meselesi hakkında ileri
sürdüğü düşüncelerle bunun
aksini yapmaktadır. “Aktif
vatan- daş” –
“pasif vatandaş”
ayrımı yaparak
yalnızca ekonomik
olarak güçlü olanların seçime katılmalarını temim etmeye çalışmaktadır.
Ayrıca Sieyès, devletin birliğinin toplumda yaşayan bireylerin birleşerek
halkı meydana getirmeleriyle değil, ulus
olgusuyla gerçekleştiğini iddia etmektedir. Kısaca
söylemek gerekirse devletin birliği
halka (yani somut olarak belli bir
dönemde, belli bir ülke üzerinde yaşamakta
olan bireylerin toplamı) değil ulusa
bağlıdır. Peki, Sieyès’e göre ulus nedir? Ulus, kendisini teşkil eden,
oluşturan bireylerden
farklı bir hukuki şahsiyettir. Sadece belli bir dönemde, ülke üzerinde yaşamakta olan bireylerin toplamından meydana gelmez. Ulus yalnızca
bugünü değil, geçmişi ve geleceği de
kapsayan manevi bir varlıktır. Yaşayanların ya- nında ölmüş ve doğacak olanlardan da meydana gelmektedir.
Sieyès’in açtığı
yoldan gidenler ulusu, yaşamış ve yaşayacak kuşakları da içine alan, uzak
geçmişten sonsuz geleceğe doğru sürüp giden ve
kendisini meydana getiren kişilerden ve
onların iradelerinden ayrı, kendine özgü bir kişilik ve iradeye sahip bir
tüzel kişilik olarak tanımlamışlardır. Bu tanımın tabii bir soncu olarak
“milli/ulusal irade”, milleti/ulusu meydana
getiren kişilerin iradelerinden ayrı ve onların iradelerine üstün bir irade
olarak tecelli etmektedir.
Ulus kavramını nasıl
algıladığını daha berrak bir şekilde kavrayabilmek
için Sieyès’in temsil meselesine nasıl baktığına da değinmek gerekir.
Fransız düşünüre göre siyasi iktidar gibi sosyal hayat da temsile
dayan- maktadır. Temsili sistemi
savunurken ve meşrulaştırırken iki gerekçe sunar:
Temsilin bir gereklilik olduğuna dair sunduğu birinci gerekçe işbölümüyle ilgilidir. Sieyès’e göre iktisadi alanda geçerli olan
kanunlar siyasal alanda da geçerlidir. Dolayısıyla Adam
Smith’in ekonomi alanında
geliştirdiği işbölümü fikri,
siyasal alan için de geçerlidir. Kısacası iktisadi hayatta
olduğu gibi siyasi yaşamda da işbölümü bir zorunluluktur. Yönetici olmak bir yetenek meselesidir, bu yeteneğe
sahip olmayanlar siyaset dışında başka işlerle
uğraşmalıdırlar.
Bu varsayımdan hareketle
Sieyès ikinci gerekçesini sunmaktadır: İnsanlar arasında
doğal bir eşitsizlik söz
konusu olduğu için herkes yönetici
olamaz. Yöneticilik ancak
temsile dayanan seçkinlerin üstesinden ge- lebileceği bir görevdir. Maddi ihtiyaçların sürekli baskısı altında bulunan ve eğitimden yoksun halk tabakası bu görevi yerine getiremez. Bu düşüncenin doğal bir
sonucu olarak yönetenler – yönetilenler ayrımı ortaya çıkmaktadır.
Sieyès’e göre temsile
dayanmayan her anayasa yanlış bir anayasadır.
Temsilcilerin yetkilerini sınırlayacak
olan ise seçmenlerden aldıkları vekâlet
değil anayasadır. Böylece temsilciler, kendilerini
seçenlerin talimatla- rıyla değil, doğrudan doğruya anayasanın hükümleriyle bağlı olacaklardır. Temsilcilerin sorumluluğu, seçim bölgelerinde kendilerine vekâlet
veren üç ayrı sınıfa mensup
seçmenlere karşı değil, milletin bütününe kar- şıdır. Ulus ise yukarıda da belirtildiği gibi sadece
bugünü değil, geçmişi ve geleceği de kapsayan manevi bir varlıktır.
Kısacası
Sieyès’in savunduğu temsil anlayışına göre iktidarın kullanılması (yasama yetkisi),
anayasaya bağlı olarak ulus adına çoğunlukla karar
alan ve seçmenlerine emredici vekâletle bağlı
olmayan bağımsız tem-
silcilere bırakılmalıydı. Burada dikkat çekici olan nokta şudur: Ulus adına yasama yetkisini
kullanacak olan halkın çoğunluğu değil, seçmenlerin çoğunluğunun seçtiği
temsilcilerin çoğunluğudur; yani
Sieyès’e göre yasama yetkisi,
çoğunluğun çoğunluğuna ait olmalıdır.
Sieyès Temmuz 1789’da Fransız
Kurucu Millet Meclisi’nde yaptığı bir konuşmasında insan haklarını “do- ğal ve medeni haklar”
ile “siyasi haklar” olmak
üzere ikiye ayırmaktaydı. Doğal ve medeni
hakları “pasif haklar”, siyasi
hakları ise “aktif haklar” olarak niteleyen Sieyès şöyle demekteydi:
“Bir ülkenin
vatandaşlarının tümü pasif vatandaş hukukundan yararlanmalıdır. Şahsının, malının, özgürlüğünün korunması
herkesin hakkıdır. Ancak kamu gücünün
kurulmasına ve işlemesine
katılmak herkes için hak değildir; herkes aktif vatandaş değildir. Bugünkü durumda çocuklar, ya- bancılar, kamu gücüne ve örgütlenmesine hiçbir yardımı dokunmayanlar, toplumun yönetiminde aktif rol oynayamazlar,
onu yönetemezler. Tümü toplumun yarattıklarından yararlanabilirler. Dev- let denilen büyük sosyal teşebbüsün gerçek hissedarları ancak
kamu örgütüne yardımcı olanlardır.
Ortaklığın gerçek üyeleri, gerçek
aktif vatandaşlardır”.
Sieyès “aktif vatandaşlar”ın
kimler olduğu konusunda bir açıklama yapmaz.
Fakat “aktif vatandaş” – “pasif vatandaş” ayrımının iktisadi bir temele
dayandığını ve Sieyès’in burjuva
düzenine hukuki bir zemin hazırladığını söylemek yanlış
olmaz. Nitekim devrimin önemli
aktörleri, Sieyès’in bu ayrımına
dayanarak aktif ve pasif vatandaş
ayrımının ödenen vergi miktarına bakılarak
yapılması gerektiğini savunmuşlardır. Bu
düşünceye göre “aktif vatandaşlar” yani yönetime katılabilenler en fazla vergiyi verenler
olmalıdır.
Sieyès’in “millet”,
“egemenlik” ve “temsil” konularındaki görüşlerini şu başlıklar
altında özetleyebiliriz:
1. İktidarın
kaynağı, imtiyazlı sınıflar dışında
kalan Tiers état, yani ulustur.
2. Ulus, iktidarını
kendi başına değil ancak temsilcileri vasıtasıyla kullanabilir.
3. Temsilcilerin seçiminde, insanlar arasındaki
işbölümü ve doğal eşitsizliğin sonucu olan “aktif vatan-
daş” – “pasif vatandaş” ayrımı temel alınmalıdır.
4. Temsilcilerin iradesi, doğrudan doğruya seçmenlerden alınan talimatla değil, anayasayla sınırlandı-
rılmalıdır.
5. Anayasa, olağan temsilciler tarafından değil, olağanüstü temsilciler tarafından hazırlanacaktır. Ola-
ğanüstü temsilciler ise millet
tarafından seçilecek ve emredici vekâletle bağlı olmayacaklardır.
6. Siyasi iktidar, seçmenlerin çoğunluğunun seçtiği temsilcilerin çoğunluğu tarafından millet
adına kul-
lanabilecektir.
Jakobenizm:
Halka Rağmen, Halk İçin…
Fransız Devrimi
sürecinde Jakoben tarikatından kalma eski bir manastır binasında toplanan devrimcilere
“Jakobenler” adı verilmiştir.
Devrimin en radikal ve terör uygulayan ekibi oldukları için de, Fransız
Devrimi ile özdeşleşmişlerdir. En önemli temsilcisi Maximilen Robespierre (1758-1794)’dir. Bir avukat
ve siyaset adamı olan Robespierre güçlü bir konuşmacı olarak
tanınır. Jakobenizm, Fransız
Devrimi’nin ülke içinde
ve dışında tehlikelerle (“karşı
devrim” tehlikesi) karşı karşıya olduğu bir dönemde ortaya
çıkmıştır. Devrimci sürecin bir “karşı devrimle” sona erdirileceği ve vatanın
tehlikede olduğu endişesi, Jakoben düşüncenin ortaya çıkış ve
gelişiminde önemli rol oynamıştır.
Robespierre
Jakobenler ve özellikle Robespierre, Rousseau’nun
sadık bir takipçisidir. Robespierre temsil sistemine inanmaz ve parlamenter rejime karşı çıkar; çünkü ona göre – Rousseau’nun da belirttiği gibi – egemenlik
hak- kı devredilemez.
Jakobenlerin amaçları,
bir dönemlik dikta yönetimi sonrası
Aydınlanma Çağı felsefecilerinin öngördük- leri doğal düzene
ulaşmaktır. Jakobenler mülkiyete karşı
değillerdir. Erdem sahibi,
küçük mülk sahibi
vatan- daşların olduğu
bir demokrasiden yandırlar. Bu anlamda Jakobenlerin görüşleri ne sosyalist eğilimlere ne de ticaret burjuvazisinin görüşlerine uygun düşer.
Bugün “tepeden inmecilik” olarak da
adlandırılan Jakoben düşüncenin
arkasında derin bir siyaset ve bilim felsefesi vardır. Jakobenizmin en dikkat çekici özellikleri şöyle
sıralanabilir:
1. Meşruiyetin birincil kaynağı
hukuk değil, ideoloji
ve ilkeleridir. Karşıt (yani “karşı devrimci”) görüşler ise, yok edilmesi gereken
ihanet ve sapmalardır.
2. Jakobenizm, güç kullanarak kendi görüşlerini dayatmayı meşru görür. Devrimi
gerçekleştirmek ve korumak için şiddet ve baskı meşrudur.
3. Amaç için her vasıta meşrudur. Devrim ve devlet için hak ve hürriyetler,
evrensel hukuk kuralları çiğnenebilir.
4. Halk, “doğru”yu ve çıkarlarını bilmez.
Bu nedenle – gerekirse zorla
– “aydanlatılmalı” ve sıkı bir “merkeziyetçilik”le yönetilmelidir.
Devrim sürecinde
tavizsiz bir siyaset izleyen Jakobenler, “kuvvetler ayrılığı”
ilkesini de reddederler ve sivil topluma
egemen bir ve bölünmez kamu otoritesi
ile soyut bir milli egemenlik
kavramını benimserler.
Jakobenlere göre devlet, topluma
istediği şekli verebilir, hatta bu devletin bir görevidir. Bu anlamda Jakobe- nizmin bir tür toplum
mühendisliği çabası olduğunu söylemek
yanlış olmaz.
Jakoben
demokraside, “genel irade”, seçimle belirlenen çoğunluk iradesine benzemez.
Jakoben liderler- den Saint-Juste (1767-1794)’e
göre “Genel irade, çoğunluğun iradesi değil, milleti gerçek arzuları ve gerçek mutluğu hakkında aydınlatmakla
görevli temiz insanların
iradesidir”.
Mutlak doğruyu,
yanılmaz aklı, devrimi ve soyut bir milleti
anlayışını temsil ettiği
içindir ki Jakobenizme göre devlet hukukun üstündedir ve
yargı ve hukuk, devlet
çıkarlarına tabidir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder