17.
ve 18. Yüzyıllarda Siyasal Düşünce: Burjuvazinin Etkisi
Önceki
derslerimizde doğumuna tanık olduğumuz burjuvazi,
17. ve 18. yüzyıllarda siyasal düşünceler tarihine damgasını
vurmuştur. Söz konusu dönemde, feodal ilişkilerin varlığını koruduğu hukuki yapıya, bunun savunucusu olan mutlak monarşiye ve
Orta Çağ’dan farklı bir biçimde de
olsa gücünü sürdüren Kili- se’ye karşı savaş açmış düşünürler ortaya çıkmıştır. Bu düşünürlerin savunuculuğunu yaptığı fikirler genel olarak burjuva sınıfının ideolojisini yansıtmaktaydı: John Locke gibi liberal,
Montesquieu gibi aristokrat ve liberal, Jean-Jacques Rousseau gibi halk iktidarını savunan, Emmanuel-Joseph Sieyès gibi milli egemenlik adı altında burjuva egemenliğini öneren düşünürler bunlardan
en önemlileridir.
Ticaretin geliştiği ve endüstriyel üretim
biçiminin ortaya çıktığı bu dönemde feodalite artık sorgulanma- ya, hatta
ortadan kalkması gereken
bir düzen olarak değerlendirilmeye başlanmıştı. Giderek
güçlenen yeni sınıf (burjuvazi) yeni bir sosyal-ekonomik düzen kurarken bunun bir gereği olarak kendi dünya görüşünü de ortaya koymuş,
geliştirmiş ve yaygınlaştırmaya çalışmıştır. Bu dönemde burjuvazi, kurmayı
hedeflediği yeni sosyoekonomik düzene uygun olacak bir
siyasi iktidarın teorik temellerini
atmaya koyulmuştur.
Burjuvazinin iktidarı ele geçirmesi farklı
ülkelerde değişik biçimlerde olmuştur: Örneğin İngiltere’de, Kıta Avrupası’ndan çok daha önce ortaya çıkan burjuvazi küçük toprak sahibi soylularla işbirliği
yapmış ve daha önce kurulmuş olan parlamentoda iktidarı
tedricen ele geçirmiştir. Fransa’da ise aristokrasi burjuvaziyle
işbirliğine yanaşmamış ve neticede halkın büyük bir kısmının (köylüler ve
manifaktür işçileri) desteğini alan burjuva sınıfı 1789 Devrimi’ni gerçekleştirmiştir. Bu derste,
1789 öncesi dönemde siyasi iktidarı ele geçirme
çabasında olan burjuvazinin siyasi düşünceye etkisi ele alınacaktır.
John
Locke ve Liberalizm: İngiltere
Örneği
John Locke
John Locke
Liberalizmin babası
sayılan İngiliz düşünür
John Locke (1632-1704) siyasal düşünceler tarihinde müstesna
bir yere sahiptir.
Locke, siyasal düşünceler tarihinde
işgal ettiği yeri düşüncelerinin derinliğinden ziyade İn-
giltere’de iktidara giderek yaklaşan yeni sınıfın sözcülüğünü yapmış olmasına
borçludur. İngiltere’de 1642’de Parlamento
Taraftarları (Parliamentarians) ile Kralcılar (Royalists) arasında patlak veren
iç savaşla başlayan burjuva devrimi,
değişik evrelerden geçerek
1689’da Haklar
Kanunu (Bill of Rights)’nun çıkartılmasına kadar
sürmüş, mutlak monarşinin mağlubiyeti ve burjuvazinin zaferiyle sonuçlanmıştır. Söz konusu kanunla,
mut- lak kral istibdadı kınanıyor
ve İngiltere Krallığı›nın bir
meşrutiyet olduğu kayıt altına
alınıyordu.
Locke’un siyasetle ilgili fikirlerinin yer aldığı Hükümet Üzerine İki Deneme adlı eseri 1690 yılında
yayın- lanmıştır. Locke, kapitalist üretim tarzının işleyebilmesi için elzem olan ve burjuvazinin ihtiyaç duyduğu ku- rumların düşünsel temellerini atmaya çalışmıştır.
Burjuva sınıfı kendi çıkarları
doğrultusunda özgürlüklerin ve mülkiyet
hakkının garanti altına alınmasını, mutlak iktidarın sınırlandırılmasını talep
etmekteydi. İngiliz burjuvazisinin
gelişimini sürdürebilmesi ve
kapitalizmin işleyebilmesi için en
uygun yönetim şekli meşruti (anayasal)
monarşiydi. Locke, burjuvazinin
talepleri doğrultusunda sınırlı
monarşiyi, diğer bir deyişe parla- menter / anayasal monarşiyi savunmuştur.
Locke tutarlı bir siyaset kuramı geliştirebilmek için düşüncesinin merkezine
“toplum sözleşmesi” kavra- mını yerleştirmiştir. İngiliz düşünür, entelektüel üretiminin yanı sıra aktif
politika içinde de yer almıştır. Kra- lın yetkilerini genişletmeyi amaçlayan gruba (Toryler)
karşı, bu yetkilerin sınırlandırılmasını savunan kesimin (Whigler) yanında yer almıştır1. Siyasi görüş
ve eylemlerinden dolayı bir süre Hollanda’ya göç etmek zorunda
kalmıştır.
Kısaca söylemek gerekirse Locke İngiliz burjuvazisinin ideallerini dile getirmiştir. Hükümet Üzerine İki Deneme adlı
eserinde yer alan birinci deneme,
Sir Robert Filmer’in 1680 yılında yazdığı ve
kralın mutlak ikti- darını savunduğu Patriarcha adlı kitabının
bir eleştirisidir. İkinci deneme ise İngiliz burjuva devriminin bir savunusundan ibarettir.
Sir Robert Filmer, kralın gücünü Tanrı’nın Adem’e verdiği babalık
otoritesine (pat- riarkal güç)
dayandırmaktaydı. Locke’a göre
de ilk toplumu meydana getiren
ailedir. Fakat babanın çocuğu
üzerindeki otoritesi veya egemenliği, çocuk kendi haklarını elde edinceye kadar
sürebilir. Ayrıca babanın hükmetme (yasalar
yapma, cezalandırma vs.) gücü, baba-çocuk ilişkisinin doğal bir sonucu olarak görülemez. Babanın, babalık gücüne dayanarak hükümdar olabilmesi ancak çocukların rızasına bağlıdır. Dolayısıyla
aile ile politik topluluk birbirinden ayrı şeylerdir.
Peki, politik toplum nedir? Neden ve nasıl ortaya çıkmıştır?
Nasıl yönetilmelidir?
Locke bu soruya – tıpkı Hobbes gibi – “doğal
yaşam” durumu ve “toplum sözleşmesi”nden hareket- le cevap
aramıştır. Fakat önemli bir
noktada Hobbes’tan ayrılmaktadır: Locke’a
göre doğal yaşama halinde “insan insanın
kurdu” değildir; toplumun
ve devletin henüz kurulmadığı bu dönem bir cehennem hayatı ola- rak
değerlendirilemez. Aksine bu dönem, doğal
özgürlük ve eşitlik dönemidir. İnsanlar bu haklara (özgürlük ve
eşitlik) sahip olarak doğarlar. Bu durum, herkesin her istediğini yapabileceği anlamına gelmez. Kötü bir
davranışta bulunan (Tanrı’nın
koyduğu doğal akıl yasasını çiğneyen) cezalandırılır. Cezalandırma hakkı
ise herkese aittir. Ne var ki üstün bir otoritenin olmadığı bu dönemde,
sadece güçlü olanlar bu hakkı kullanabil- mektedir.
Locke’a göre
mülkiyet hakkı da – doğal yaşama halinde söz konusu olan –
doğal haklar arasında yer alır. Her insanın öncelikle
kendi kişiliği üzerinde
bir mülkiyet hakkı vardır ve bu hak üzerinde
hiç kimse hak iddia
edemez. Ayrıca insanın kendi kişisel çalışmasının ürünü olan şeylerin de kendine ait olması gerekir. Yani insan, çalışmasıyla elde ettiği şeyler üzerinde
de mülkiyet hakkına sahiptir. Locke’a göre mülkiyet
hakkı insanın çalışmasından doğar. Görüldüğü gibi Locke’un savunduğu
mülkiyet anlayışı, feodal mülkiyet anla- yışından temelde çok farklıdır ve burjuvazinin
görüşünü ifade eder. Locke ayrıca insanın çalışarak meydana getirdiği şeyler üzerinde, kendinden sonra çocuklarının da mülkiyet hakkına sahip
olmaları gerektiğini savunur. Yaratabilmek için gerekli olan üç
unsur doğal yaşama halinde
bulunmamaktadır. Bunlar:
1. Herkesin boyun
eğeceği ve herkese eşitçe
uygulanacak yasalar,
2. Herkesin
cezalandırma hakkını kullanmasını önleyecek
tarafsız yargıçlar,
3. Yargıcın
kararını uygulayacak toplumsal bir
güç.
Yukarıda da belirttiğimiz
gibi Locke’un amacı toplumda kapitalist bir ekonomik işleyişi
mümkün kı- lacak ve oluşan düzeni yasalar vasıtasıyla güvence altına alacak bir devletin kurulmasını sağlamaktı. Doğal yaşamdan
toplum düzenine geçerken insanlar
sadece cezalandırma hakkını topluma
bırakıyorlar ve bunun karşılığında güvenliklerinin sağlanmasını istiyorlardı. Böylece – herhangi
bir zorlama olmadan
– sözleşmeye katılıyorlar ve doğal
haklarını da muhafaza ediyorlar. Locke’un önerdiği modele göre insanlar sahip
olduk- ları hakları muhafaza
ederek devleti kendi iradeleriyle kurarlar
ve sahip oldukları haklara
devletin müdahale etmesine müsaade etmezler.
Locke’a göre
burjuvazinin gelişimini sürdürebilmesi için iktidarın sınırlandırılması
kaçınılmaz bir gereklilik hatta zorunluluktur. İktidarın sınırları ise
insanların doğuştan sahip oldukları doğal haklarla çizil- melidir. Bu haklar, yukarıda da belirttiğimiz gibi hayat hakkı, özgürlük ve mülkiyettir.
Locke’a göre eğer bir
yönetim, iktidarı kötüye kullanarak insanların bu haklarına tecavüz ederse,
insanların o yönetime
baş kaldır- ma hakları
vardır. Başka bir deyişle,
sözleşmeye riayet etmeyen tiranlık
yönetimine isyan etmek de insanların hakları arasında yer alır.
Montesquieu
ve
Aristokratik Liberalizm: Fransa Örneği
Locke’un İngiltere için geliştirdiği liberal
model Fransa’da farklı şekillerde yankı bulmuştur. İngiltere’den Fransa’ya
yansıyan liberalizm Sieyès (1748-1836) ve Voltaire (1694-1788) gibi düşünür tarafından bir burjuva liberalizmi olarak algılanmıştır.
Rousseau (1712-1778) ise burjuvazinin
yükseliş devrinde halkın iktidarını savunmuştur. Bu bölümde düşüncelerini inceleyeceğimiz Montesquieu (1689-1755) ise aristokratik bir libera- lizmi
savunmuştur.
Soylu bir aileye mensup
olan Montesquieu 1716 yılında Bordeaux
parlamentosuna seçilmiştir. O dönem-
de Fransa’da karşımıza çıkan
parlamentolar, bugünkü gibi halkın seçtiği
vekillerden oluşan
ve yasama görevi yapan kurumlar değillerdi. Fransız
Devrimi’nden önce parlamentoların üyeleri
kral tarafından seçilmekte ya da üyelik babadan
oğla geçmekteydi. Parlamentoların başlıca
görevleri yargılama, kralın
emirlerinin kayıt ve
ilan etmekti. Ayrıca krala bazı uyarı ve
tavsiyelerde bulunma yetkisine sahiptiler.
Montesquieu’nün
siyasal düşünceler tarihine en büyük
katkısı yasalarla ilgili gözlem ve incelemeleridir. Yasaların neden her yerde aynı olmadığını, neden farklı
ortamlarda farklı yasaların
uygulandığını araştır- mıştır. Bu farklılığa neden olan etkenleri tespit etmeye çalışmıştır. Montesquieu’ye
göre yasalar “en geniş anlamda, eşyanın tabiatından kaynaklanan zorunlu
ilişkilerdir”. Dolayısıyla ona göre yasa, yasa
koyucunun dilediği gibi yapacağı bir
şey değildir. “Yasaların Ruhu” adlı önemli eserinde bu durumu şöyle açıklamıştır:
“Yasalar kendileri için yapılan milletlere o kadar uygundur ki bir
milletin yasalarının başka bir
millete uygun düşmesi pek büyük bir rastlantı
eseri olabilir (…). Yasalar,
ülkenin fiziki durumuna, soğuk, sıcak veya ılıman iklime
sahip olmasına; toprağın niteliğine, engebelerine, büyüklüğüne; hal- kın
yaşama
biçimine, çiftçi, avcı ya da çoban
oluşuna; anayasanının dayanabileceği özgürlük derece- sine; halkın dinine,
eğilimlerine, zenginlik düzeyine, sayısına, ticaret
hayatına, örf ve adetlerine uygun olmalıdır. (…) İşte yasaları
bütün bu açılardan
incelemek gerekir. Benim bu kitabımda yapmak istediğim
bu- dur. Ben bütün
bu ilişkileri inceleyeceğim. Bunların
tümü ‘yasaların
ruhu’ denilen şeyi meydana getirirler”.
Doğal hukuk kuramcıları, insan tabiatının değişmez
esaslara dayandığı yani evrensel olduğu ön kabu-
göre insan tabiatının ve tabiata uygun yasaların ne olduğunu da gene başka bir değişmez olan insan aklı
bulup çıkaracaktır. İşte Montesquieu bu düşünceye karşı çıkarak
farklı ortam ve toplumlarda farklı yasaların söz konusu olduğunu ileri sürmüştür. Yasaların Ruhu’nda savunduğu fikirlerle sosyoloji bilimine ve hukuk sosyolojisine önemli katkılarda
bulunmuş, ayrıca siyaset biliminin de
kurucuları arasında yerini almıştır.
Yasaların Ruhu adlı eserinde
Montesquieu birçok kuram geliştirmiştir. Bunlardan
en önemlileri iklimler kuramı, yönetim
biçimleri kuramı ve kuvvetler ayrılığı kuramıdır.
Öncelikle Montesquieu’nün iklimin ve coğrafi koşulların yönetim biçimleri üzerindeki etkilerine dair geliştirdiği iklimler kuramına bakalım.
Montesquieu’ye göre despotizmin daha çok Asya’da ortaya çıkması,
insan haklarının ise Avrupa’da savunulması iklim farklılıklarına bağlıdır.
Asya’daki sert iklim koşulları, aşırı soğuktan aşırı sıcağa geçiş, kuzeydeki
sert insanların güneydeki
gevşek insanlar üzerinde egemenlik kur- malarına yol açar. Büyük iklim farklarının olmadığı
Avrupa’da ise her ırk aynı yapıcı ruhu taşır ve özgürlük
ancak bu ılık iklimde gelişebilir. Ayrıca Avrupa,
dağlar ve nehirlerle bölünmüş
ufak bölgelerden oluşmuştur. Bu bölgelerde birbirinden
bağımsız küçük siyasi birimler yaşar. Bunlardan her biri kendi
kendilerini koru- ma imkânına sahiptir. Bu yüzden de bağımsızlık ve özgürlüklerine düşkündürler. Bu siyasi topluluklar hiç- bir zaman kendilerini yutan büyük despotik
imparatorluklar içinde erimemişlerdir. Oysa Asya’da çok geniş düzlükleri içine alan doğal
engellerden yoksun alanlarda birçok kavmi kendi egemenliği altına alan devasa despotik imparatorluklar kurulmuştur.
Montesquieu’nün yönetim
biçimleri kuramına göre üç tür yönetim biçimi vardır: cumhuriyet,
monarşi ve despotizm.
Fransız düşünüre göre cumhuriyet kralın
olmadığı yönetim şeklidir. Soyluların
yönetimde olduğu – kralın olmadığı – bir cumhuriyet de mümkün olabilir.
Cumhuriyette egemenlik halkın tamamına
veya
bir bölümüne aittir.
Montesquieu “doğrudan” ve “temsili” olmak üzere iki tür cumhuriyetten bahseder
ve kendi tercihinin
“temsili cumhuriyet” olduğunu
belirtir. Bu tercihini şöyle
temellendirir: “Halk, egemenliğinin bir kısmını devretmek üzere seçtiği kişileri
hayranlık uyandıran
bir isabetle seçer (...) Ancak uygulama ve sonuçlandırma konusunda, zaman ve zemini seçmede yeteneksizdir”. Kısaca söylemek
gerekirse Montesquieu’ye göre halk kendi kendini yönetecek yeterlikte değildir.
Montesquieu’ye göre her yönetim
biçiminin kendine özgü bir temel
ilkesi vardır.
Rejimin yaşamını
devam ettirebilmesi insanların bu temel ilkeye uygun davranmalarına bağlıdır.
Cumhuriyetin ilkesi “erdem”dir. Her vatandaş kamu yararını
kendi çıkarlarından üstün tuttuğu, yani erdemli
davrandığı sürece cumhuriyet rejimi varlığını
sürdürebilir. Diğer bir deyişle, cumhuriyetin
varlığını koruyabilmesi ancak vatandaşların
erdemli olmalarıyla mümkündür. Cumhuriyeti ayakta tutacak olan şey, kişilerin erdemli olmalarıdır. Bu ilke eğitim
yoluyla bireylere kazandırılmalıdır. Ayrıca bu ilkenin yaşatılabilmesi için uygun yasaların hazırlanması da gereklidir. Erdem ilkesinin günümüzdeki karşılığı “vatandaşlık bilinci” veya
“yurtseverlik”tir.
Montesquieu’nün yaşadığı
dönemde cumhuriyet, ilk çağlardan yani Yunan ve Roma’dan kalma bir nos-
taljiden ibarettir. Eski çağlarda uygulanmış olan cumhuriyet yönetimi, Montesquieu için artık gerçekleşti- rilmesi pek mümkün olmayan bir yönetim biçimidir. İşte bu
nedenledir ki Montesquieu için asıl üzerinde durulması ve düzeltilmesi gereken monarşidir. Monarşiye öyle bir form kazandırılmalıdır ki ılımlı ve dengeli bir yönetim biçimi haline
gelsin; kısaca söylemek gerekirse soylular ve burjuvalar yönetimde birlikte yer alsın.
Monarşi, tek kişinin yönetimidir. Fakat Montesquieu monarşinin önemli bir özelliğine dikkat çeker: Monark, yerleşmiş ve değişmez
yasalara riayet ederek yönetir. Bu yönetim şeklinde yönetici kapris ve arzuları doğrultusunda bir yönetim sergileyemez, zira monarkın yetkilerini sınırlayan belli kanunlar vardır.
Ayrıca monarkın bu yasalara uymasını
sağlayacak, denge sağlayıcı bazı güçler de söz konusudur: Aristokrasi, Kilise,
burjuvazinin güçlenmesiyle meydana
gelen “Etats généraux”lara seçimle temsilci gönderen
imtiyazlı şehirler, kral adına yargı yetkisini
kullanan ve krala her konuda uyarı ve tavsiyelerde bulunabilen parlamentolar bu güçler
arasında sayılabilir.
Kendisi de soylu olan Montesquieu’ye göre monarkın aşırılıklarını frenleyebilecek en önemli güç aristok-
rasidir. Soylular sınıfı,
aristokraside en üst mertebeyi işgal eden monarka (Kral) direnerek liberal
özgürlük- lerin savunuculuğunu yapabilirler.
Bu nedenledir ki soyluların olmadığı
bir monarşi, despotizme dönüşme tehlikesiyle karşı karşıyadır. Aynı zamanda Kilise de halk ile monark arasında durarak krala karşı bir denge
unsuru oluşturma kapasitesine sahiptir. Kısaca, soylular ve rahipler
sınıfı, halk ile monarkın doğrudan karşı kaşıya
kalmalarını engelleyerek halkın
monark tarafından ezilmesinin önüne geçebilirler.
Monarşinin temel ilkesi ise
“şeref”tir. Bu ilkeye göre her sosyal tabaka, her ayrıcalıklı sınıf ve kişi kendi durumunu – yani onurunu
– korumalı ki monarşi
yaşabilsin. Baskı – kral dâhil – nereden
gelirse gelsin her sınıf buna direnebilmeli, şerefini koruyabilmelidir.
Despotizmde ise hükümdarın isteklerinin sınırlayabilecek,
onun arzu ve kaprislerinin dizginleyebilecek güçler yoktur. Sadece hükümdar ve halk vardır;
bunlar arasında aracı kurumlar söz konusu değildir. Bu yö- netim biçiminde
temel ilke “korku”dur. Ayrıcalıklı sınıflar
olmadığı için mutlak bir eşitlik söz konusudur. Ancak buradaki eşitlik, mutlak itaatte
ve
korkuda eşikliktir. Montesquieu’ye göre Asya’daki ülkelerin
çoğu bu şekilde yönetilmektedir: Türkler, Japonlar, Çinliler vs.
despotik bir yönetim altında, korku üzerine bina edilmiş ve kişilerin hiçlikte mutlak eşitliğine dayanan bir yönetimle yönetilmektedirler.
Montesquieu’nün Avusturya’nın
doğusuna geçmediği hatırlandığında, bu anlattıklarını politik
bir egzo- tizm olarak değerlendirmek yanlış
olmaz. Fransız düşünürün asıl amacının özelde XIV. Louis’nin despotik
yönetimine karşı çıkmak, genel olarak ise mutlak monarşiyi dizginlemek olduğunu
da belirtmek gerekir. Doğu’ya hızlı bir bakış atan Montesquieu, Batı’da olduğu gibi feodalite ve kilise gibi – aracı – kurumlar göre-
meyince burada despotik yönetimlerin olduğuna hükmetmiştir. Doğu despotizmine
dair analizleri ampirik hiçbir veriye dayanmamaktadır.
Dolayısıyla bir yanılsama ve kuruntunun ifadeleri olarak değerlendirilmeyi hak etmektedir.
Montesquieu’nün
Locke’tan ve İngiliz anayasacılığından esinlenerek geliştirdiği “kuvvetler ayrılığı” kuramı burjuva özgürlük
anlayışının en önemli belgelerinden olan 1789 Fransız
“İnsan ve Yurttaş Hakları
Bildirisi” içinde de yer almıştır. Bildirinin 16. maddesinde “Kuvvetlerin ayrılmadığı ve özgürlüklerin teminat altına alınmadığı yerde anayasa yoktur ” ifadesine yer verilmektedir. Batı’daki bütün çağdaş anayasalar kuv- vetler
ayrılığı ilkesini esas almaktadır.
Montesquieu Yasaların Ruhu adlı
eserinin 11. Kitabını özgürlükler
konusuna ayırmış ve özgürlüğü, ya- salar
tarafından yasak edilmeyeni yapabilmek diye tanımlamıştır. Ayrıca önlerinde
kendilerini frenleyecek herhangi bir engel olmazsa
yöneticilerin özgürlükleri çiğneyebileceği
ve yetkilerini
aşabileceğini belirtmiştir.
Montesquieu’ye göre dünyada, asıl amacı
özgürlüğü temin etmek
olan tek bir anayasa vardır,
o da İngiliz Anayasası’dır. Özgürlüğün sağlanabilmesi için ılımlı ve ölçülü
bir hükümet gereklidir. Anayasa, temel olarak yetkilerin aşılması
ve kötüye kullanılmasına engel olacak bir mekanizmaya sahip olmalıdır. Montesquieu’nün İngiliz Anayasası’nda gözlemlediği ve Fransa’ya da önerdiği bu mekanizmaya “kuvvetler
ayrılığı” adı veril- mektedir.
İngiltere’de yazılı
bir anayasanın olmadığını, anayasa niteliği taşıyan kuralların çoğunun örf ve
adet- lerden meydana geldiğini
hatırlatalım. İngiliz Anayasası, her güce karşı bir karşı güç yaratmayı
ve neticede karma bir hükümet
oluşturmayı hedeflemektedir. İngiliz
Anayasası’nda kuvvet, kuvveti durdurmaktadır. Montesquieu’nün “Kuvvet kuvveti durdurmazsa
özgürlük olmaz” sözü, çağdaş Batı demokrasilerinin teme- lini teşkil
etmektedir.
Bahsedilen kuvvetler, devletin üç ayrı görevine tekabül etmektedir: yasaları yapmak (yasama), bunları uygulamak
(yürütme) ve suçluları
cezalandırmak (yargı).
Montesquieu’ye
göre bu üç görev, aynı kişi veya
kişilerin ellerinde olursa sistem yozlaşma tehlikesiyle karşı karşıya
kalır. Buna engel olabilmek için bu
görevler ayrı ayrı kişilere teslim
edilmelidir. İngiltere’de yürütme görevi krala
verilmiştir. Yürütme
faaliyeti, çabukluk
ve ani kararlar verebilme yeteneği gerektirmekte- dir. Dolayısıyla bu görev, tek bir kişiye ait olmalıdır. Zira yürütmenin birden
fazla kişiye verilmesi
karar alma ve uygulamada gecikmelere ve karasızlıklara yol açabilir.
Yasama gücü
ise bir değil, iki meclise
devredilmiştir. Meclislerden biri (Avam Kamarası)
halkın, diğeri ise
(Lortlar Kamarası) soyluların çıkarlarını savunacak
temsilcilerden oluşmalıdır.
Yargı
gücü ise beli bir gruba ait olmalı fakat
bu grubun inisiyatif alanı
son derece net çizgilerle (yasalarla)
sınırlandırılmalıdır. Daha açık bir deyişle, yargıçlar
kendi arzularına göre değil sadece yasalara
göre karar verebilmelidir. Halk da yargıçlardan değil yasalardan çekinmelidir.
Montesquieu’ye
göre “kuvvetler ayrılığı” ilkesiyle kuvvet
kuvveti durduracak, her kuvvetin karşısında başka bir kuvvet yer
alacaktır. Sosyal ve siyasal
güçler arasındaki dengeyi sağlamanın tek yolu budur.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder