18 Ocak 2014 Cumartesi

BURJUVAZİNİN GÜÇLENMESİ: LİBERALİZM ve DEMOKRASİ’YE DOĞRU




17. ve 18. Yüzyıllarda Siyasal Düşünce: Burjuvazinin Etkisi

Önceki derslerimizde doğumuna tanık olduğumuz burjuvazi, 17. ve 18. yüzyıllarda siyasal düşünceler tarihine damgasını vurmuştur. Söz konusu dönemde, feodal ilişkilerin varlığını koruduğu hukuki yapıya, bunun savunucusu olan mutlak monarşiye ve Orta Çağdan farklı bir biçimde de olsa gücünü sürdüren Kili- seye karşı sav açmış düşünürler ortaya çıkmıştır. Bu düşünürlerin savunuculuğunu yaptığı fikirler genel olarak burjuva sınıfının ideolojisini yansıtmaktaydı: John Locke gibi liberal, Montesquieu gibi aristokrat ve liberal, Jean-Jacques Rousseau gibi halk iktidarını savunan, Emmanuel-Joseph Sieyès gibi milli egemenlik adı altında burjuva egemenliğini öneren düşünürler bunlardan en önemlileridir.

Ticaretin geliştiği ve endüstriyel üretim biçiminin ortaya çıktığı bu dönemde feodalite artık sorgulanma- ya, hatta ortadan kalkması gereken bir düzen olarak değerlendirilmeye başlanmıştı. Giderek güçlenen yeni sınıf (burjuvazi) yeni bir sosyal-ekonomik düzen kurarken bunun bir gereği olarak kendi dünya görüşünü de ortaya koymuş, geliştirmiş ve yaygınlaştırmaya çalışmıştır. Bu dönemde burjuvazi, kurmayı hedeflediği yeni sosyoekonomik düzene uygun olacak bir siyasi iktidarın teorik temellerini atmaya koyulmuştur.

Burjuvazinin iktidarı ele geçirmesi farklı ülkelerde değişik biçimlerde olmuştur: Örneğin İngilterede, Kıta Avrupası’ndan çok daha önce ortaya çıkan burjuvazi küçük toprak sahibi soylularla işbirliği yapmış ve daha önce kurulmuş olan parlamentoda iktidarı tedricen ele geçirmiştir. Fransada ise aristokrasi burjuvaziyle işbirliğine yanaşmamış ve neticede halkın büyük bir kısmının (köylüler ve manifaktür işçileri) desteğini alan burjuva sınıfı 1789 Devrimi’ni gerçekleştirmiştir. Bu derste, 1789 öncesi dönemde siyasi iktidarı ele geçirme çabasında olan burjuvazinin siyasi düşünceye etkisi ele alınacaktır.


John Locke ve Liberalizm: İngiltere Örneği

Adios, worry, stress and all the negativity that "this" has brought... John Locke

Liberalizmin babası sayılan İngiliz düşünür John Locke (1632-1704) siyasal düşünceler tarihinde müstesna bir yere sahiptir. Locke, siyasal düşünceler tarihinde işgal ettiği yeri düşüncelerinin derinliğinden ziyade İn- gilterede iktidara giderek yaklaşan yeni sınıfın sözcülüğünü yapmış olmasına borçludur. İngilterede 1642de Parlamento Taraftarları (Parliamentarians) ile Kralcılar (Royalists) arasında patlak veren iç savaşla başlayan burjuva devrimi, değişik evrelerden geçerek 1689da Haklar Kanunu (Bill of Rights)’nun çıkartılmasına kadar sürmüş, mutlak monarşinin mağlubiyeti ve burjuvazinin zaferiyle sonuçlanmıştır. Söz konusu kanunla, mut- lak kral istibdadı kınanıyor ve İngiltere Krallığı›nın bir meşrutiyet olduğu kayıt altına alınıyordu.

Locke’un siyasetle ilgili fikirlerinin yer aldığı Hükümet Üzerine İki Deneme adlı eseri 1690 yılında yayın- lanmıştır. Locke, kapitalist üretim tarzının işleyebilmesi için elzem olan ve burjuvazinin ihtiy duyduğu ku- rumların düşünsel temellerini atmaya çalışmıştır. Burjuva sınıfı kendi çıkarları doğrultusunda özgürlüklerin ve mülkiyet hakkının garanti altına alınmasını, mutlak iktidarın sınırlandırılmasını talep etmekteydi. İngiliz burjuvazisinin gelişimini sürdürebilmesi ve kapitalizmin işleyebilmesi için en uygun yönetim şekli meşruti (anayasal) monarşiydi. Locke, burjuvazinin talepleri doğrultusunda sınırlı monarşiyi, diğer bir deyişe parla- menter / anayasal monarşiyi savunmuştur.

Locke tutarlı bir siyaset kuramı geliştirebilmek için düşüncesinin merkezine “toplum sözleşmesi” kavra- mını yerleştirmiştir. İngiliz düşünür, entelektüel üretiminin yanı sıra aktif politika içinde de yer almıştır. Kra- lın yetkilerini genişletmeyi amaçlayan gruba (Toryler) karşı, bu yetkilerin sınırlandırılmasını savunan kesimin (Whigler) yanında yer almıştır1. Siyasi görüş ve eylemlerinden dolayı bir süre Hollandaya göç etmek zorunda kalmıştır.

Kısaca söylemek gerekirse Locke İngiliz burjuvazisinin ideallerini dile getirmiştir. Hükümet Üzerine İki Deneme adlı eserinde yer alan birinci deneme, Sir Robert Filmer’in 1680 yılında yazdığı ve kralın mutlak ikti- darını savunduğu Patriarcha adlı kitabının bir eleştirisidir. İkinci deneme ise İngiliz burjuva devriminin bir savunusundan ibarettir. Sir Robert Filmer, kralın gücünü Tanrı’nın Ademe verdiği babalık otoritesine (pat- riarkal güç) dayandırmaktaydı. Lockea göre de ilk toplumu meydana getiren ailedir. Fakat babanın çocuğu üzerindeki otoritesi veya egemenliği, çocuk kendi haklarını elde edinceye kadar sürebilir. Ayrıca babanın hükmetme (yasalar yapma, cezalandırma vs.) gücü, baba-çocuk ilişkisinin doğal bir sonucu olarak görülemez. Babanın, babalık gücüne dayanarak hükümdar olabilmesi ancak çocukların rızasına bağlıdır. Dolayısıyla aile ile politik topluluk birbirinden ayrı şeylerdir. Peki, politik toplum nedir? Neden ve nasıl ortaya çıkmıştır? Nasıl yönetilmelidir?

Locke bu soruya tıpkı Hobbes gibi “doğal yaşam” durumu ve “toplum sözleşmesi”nden hareket- le cevap aramıştır. Fakat önemli bir noktada Hobbes’tan ayrılmaktadır: Lockea göre doğal yaşama halinde “insan insanın kurdu” değildir; toplumun ve devletin henüz kurulmadığı bu dönem bir cehennem hayatı ola- rak değerlendirilemez. Aksine bu dönem, doğal özgürlük ve eşitlik dönemidir. İnsanlar bu haklara (özgürlük ve eşitlik) sahip olarak doğarlar. Bu durum, herkesin her istediğini yapabileceği anlamına gelmez. Kötü bir davranışta bulunan (Tanrı’nın koyduğu doğal akıl yasasını çiğneyen) cezalandırılır. Cezalandırma hakkı ise herkese aittir. Ne var ki üstün bir otoritenin olmadığı bu dönemde, sadece güçlü olanlar bu hakkı kullanabil- mektedir.

Lockea göre mülkiyet hakkı da – doğal yaşama halinde söz konusu olan – doğal haklar arasında yer alır. Her insanın öncelikle kendi kişiliği üzerinde bir mülkiyet hakkı vardır ve bu hak üzerinde hiç kimse hak iddia edemez. Ayrıca insanın kendi kişisel çalışmasının ürünü olan şeylerin de kendine ait olması gerekir. Yani insan, çalışmasıyla elde ettiği şeyler üzerinde de mülkiyet hakkına sahiptir. Lockea göre mülkiyet hakkı insanın çalışmasından doğar. Görüldüğü gibi Locke’un savunduğu mülkiyet anlayışı, feodal mülkiyet anla- yışından temelde çok farklıdır ve burjuvazinin görüşünü ifade eder. Locke ayrıca insanın çalışarak meydana getirdiği şeyler üzerinde, kendinden sonra çocuklarının da mülkiyet hakkına sahip olmaları gerektiğini savunur. Yaratabilmek için gerekli olan üç unsur doğal yaşama halinde bulunmamaktadır. Bunlar:

1.   Herkesin boyun eğeceği ve herkese eşitçe uygulanacak yasalar,

2.   Herkesin cezalandırma hakkını kullanmasını önleyecek tarafsız yargıçlar,

3.   Yargıcın kararını uygulayacak toplumsal bir güç.

Yukarıda da belirttiğimiz gibi Locke’un amacı toplumda kapitalist bir ekonomik işleyişi mümkün kı- lacak ve oluşan düzeni yasalar vasıtasıyla vence altına alacak bir devletin kurulmasını sağlamaktı. Doğal yaşamdan toplum düzenine geçerken insanlar sadece cezalandırma hakkını topluma bırakıyorlar ve bunun karşılığında venliklerinin sağlanmasını istiyorlardı. Böylece herhangi bir zorlama olmadan sözleşmeye katılıyorlar ve doğal haklarını da muhafaza ediyorlar. Locke’un önerdiği modele göre insanlar sahip olduk- ları hakları muhafaza ederek devleti kendi iradeleriyle kurarlar ve sahip oldukları haklara devletin müdahale etmesine müsaade etmezler.

Lockea göre burjuvazinin gelişimini sürdürebilmesi için iktidarın sınırlandırılması kaçınılmaz bir gereklilik hatta zorunluluktur. İktidarın sınırları ise insanların doğuştan sahip oldukları doğal haklarla çizil- melidir. Bu haklar, yukarıda da belirttiğimiz gibi hayat hakkı, özgürlük ve mülkiyettir. Lockea göre eğer bir yönetim, iktidarı kötüye kullanarak insanların bu haklarına tecavüz ederse, insanların o yönetime baş kaldır- ma hakları vardır. Başka bir deyişle, sözleşmeye riayet etmeyen tiranlık yönetimine isyan etmek de insanların hakları arasında yer alır.




Montesquieu ve Aristokratik Liberalizm: Fransa Örneği

Locke’un İngiltere için geliştirdiği liberal model Fransada farklı şekillerde yankı bulmuştur. İngiltereden Fransaya yansıyan liberalizm Sieyès (1748-1836) ve Voltaire (1694-1788) gibi düşünür tarafından bir burjuva liberalizmi olarak algılanmıştır. Rousseau (1712-1778) ise burjuvazinin yükseliş devrinde halkın iktidarını savunmuştur. Bu bölümde düşüncelerini inceleyeceğimiz Montesquieu (1689-1755) ise aristokratik bir libera- lizmi savunmuştur.
http://edwardmd.files.wordpress.com/2013/06/tyranny_-_montesquieu.jpg

Soylu bir aileye mensup olan Montesquieu 1716 yılında Bordeaux parlamentosuna seçilmiştir. O dönem- de Fransada karşımıza çıkan parlamentolar, bugünkü gibi halkın seçtiği vekillerden oluşan ve yasama görevi yapan kurumlar değillerdi. Fransız Devrimi’nden önce parlamentoların üyeleri kral tarafından seçilmekte ya da üyelik babadan oğla geçmekteydi. Parlamentoların başlıca görevleri yargılama, kralın emirlerinin kayıt ve ilan etmekti. Ayrıca krala bazı uyarı ve tavsiyelerde bulunma yetkisine sahiptiler.

Montesquieu’nün siyasal düşünceler tarihine en büyük katkısı yasalarla ilgili gözlem ve incelemeleridir. Yasaların neden her yerde aynı olmadığını, neden farklı ortamlarda farklı yasaların uygulandığını araştır- mıştır. Bu farklılığa neden olan etkenleri tespit etmeye çalışmıştır. Montesquieuye göre yasalar “en geniş anlamda, eşyanın tabiatından kaynaklanan zorunlu ilişkilerdir”. Dolayısıyla ona göre yasa, yasa koyucunun dilediği gibi yapacağı bir şey değildir. Yasaların Ruhuadlı önemli eserinde bu durumu şöyle açıklamıştır:

Yasalar kendileri için yapılan milletlere o kadar uygundur ki bir milletin yasalarının başka bir millete uygun düşmesi pek büyük bir rastlantı eseri olabilir (…). Yasalar, ülkenin fiziki durumuna, soğuk, sıcak veya ılıman iklime sahip olmasına; toprağın niteliğine, engebelerine, büyüklüğüne; hal- kın yaşama biçimine, çiftçi, avcı ya da çoban oluşuna; anayasanının dayanabileceği özgürlük derece- sine; halkın dinine, eğilimlerine, zenginlik düzeyine, sayısına, ticaret hayatına, örf ve adetlerine uygun olmalıdır. (…) İşte yasaları bütün bu açılardan incelemek gerekir. Benim bu kitabımda yapmak istediğim bu- dur. Ben bütün bu ilişkileri inceleyeceğim. Bunların tümü yasaların ruhu’ denilen şeyi meydana getirirler”.

Doğal hukuk kuramcıları, insan tabiatının değişmez esaslara dayandığı yani evrensel olduğu ön kabu-


göre insan tabiatının ve tabiata uygun yasaların ne olduğunu da gene başka bir değişmez olan insan aklı bulup çıkaracaktır. İşte Montesquieu bu düşünceye karşı çıkarak farklı ortam ve toplumlarda farklı yasaların söz konusu olduğunu ileri sürmüştür. Yasaların Ruhu’nda savunduğu fikirlerle sosyoloji bilimine ve hukuk sosyolojisine önemli katkılarda bulunmuş, ayrıca siyaset biliminin de kurucuları arasında yerini almıştır.

Yasaların Ruhu adlı eserinde Montesquieu birçok kuram geliştirmiştir. Bunlardan en önemlileri iklimler kuramı, yönetim biçimleri kuramı ve kuvvetler ayrılığı kuramıdır.

Öncelikle Montesquieu’nün iklimin ve coğrafi koşulların yönetim biçimleri üzerindeki etkilerine dair geliştirdiği iklimler kuramına bakalım. Montesquieuye göre despotizmin daha çok Asyada ortaya çıkması, insan haklarının ise Avrupada savunulması iklim farklılıklarına bağlıdır. Asyadaki sert iklim koşulları, aşırı soğuktan aşırı sıcağa geçiş, kuzeydeki sert insanların güneydeki gevşek insanlar üzerinde egemenlik kur- malarına yol açar. Büyük iklim farklarının olmadığı Avrupada ise her ırk aynı yapıcı ruhu taşır ve özgürlük ancak bu ılık iklimde gelişebilir. Ayrıca Avrupa, dağlar ve nehirlerle bölünmüş ufak bölgelerden oluşmuştur. Bu bölgelerde birbirinden bağımsız küçük siyasi birimler yaşar. Bunlardan her biri kendi kendilerini koru- ma imkânına sahiptir. Bu yüzden de bağımsızlık ve özgürlüklerine düşkündürler. Bu siyasi topluluklar hiç- bir zaman kendilerini yutan büyük despotik imparatorluklar içinde erimemişlerdir. Oysa Asyada çok geniş düzlükleri içine alan doğal engellerden yoksun alanlarda birçok kavmi kendi egemenliği altına alan devasa despotik imparatorluklar kurulmuştur.

Montesquieu’nün yönetim biçimleri kuramına göre üç tür yönetim biçimi vardır: cumhuriyet, monarşi ve despotizm. Fransız düşünüre göre cumhuriyet kralın olmadığı yönetim şeklidir. Soyluların yönetimde olduğu kralın olmadığı bir cumhuriyet de mümkün olabilir. Cumhuriyette egemenlik halkın tamamına veya bir bölümüne aittir.

Montesquieu “doğrudan” ve “temsili” olmak üzere iki tür cumhuriyetten bahseder ve kendi tercihinin “temsili cumhuriyet” olduğunu belirtir. Bu tercihini şöyle temellendirir: “Halk, egemenliğinin bir kısmını devretmek üzere seçtiği kişileri hayranlık uyandıran bir isabetle seçer (...) Ancak uygulama ve sonuçlandırma konusunda, zaman ve zemini seçmede yeteneksizdir”. Kısaca söylemek gerekirse Montesquieuye göre halk kendi kendini yönetecek yeterlikte değildir.

Montesquieuye göre her yönetim biçiminin kendine özgü bir temel ilkesi vardır. Rejimin yaşamını devam ettirebilmesi insanların bu temel ilkeye uygun davranmalarına bağlıdır. Cumhuriyetin ilkesi erdem”dir. Her vatandaş kamu yararını kendi çıkarlarından üstün tuttuğu, yani erdemli davrandığı sürece cumhuriyet rejimi varlığını sürdürebilir. Diğer bir deyişle, cumhuriyetin varlığını koruyabilmesi ancak vatandaşların erdemli olmalarıyla mümkündür. Cumhuriyeti ayakta tutacak olan şey, kişilerin erdemli olmalarıdır. Bu ilke eğitim yoluyla bireylere kazandırılmalıdır. Ayrıca bu ilkenin yaşatılabilmesi için uygun yasaların hazırlanması da gereklidir. Erdem ilkesinin günümüzdeki karşılığı “vatandaşlık bilinci” veya “yurtseverlik”tir.

Montesquieu’nün yaşadığı dönemde cumhuriyet, ilk çağlardan yani Yunan ve Romadan kalma bir nos- taljiden ibarettir. Eski çağlarda uygulanmış olan cumhuriyet yönetimi, Montesquieu için artık gerçekleşti- rilmesi pek mümkün olmayan bir yönetim biçimidir. İşte bu nedenledir ki Montesquieu için asıl üzerinde durulması ve düzeltilmesi gereken monarşidir. Monarşiye öyle bir form kazandırılmalıdır ki ılımlı ve dengeli bir yönetim biçimi haline gelsin; kısaca ylemek gerekirse soylular ve burjuvalar yönetimde birlikte yer alsın.

  
Monarşi, tek kişinin yönetimidir. Fakat Montesquieu monarşinin önemli bir özelliğine dikkat çeker: Monark, yerleşmiş ve değişmez yasalara riayet ederek yönetir. Bu yönetim şeklinde yönetici kapris ve arzuları doğrultusunda bir yönetim sergileyemez, zira monarkın yetkilerini sınırlayan belli kanunlar vardır. Ayrıca monarkın bu yasalara uymasını sağlayacak, denge sağlayıcı bazı güçler de söz konusudur: Aristokrasi, Kilise, burjuvazinin güçlenmesiyle meydana gelen “Etats généraux”lara seçimle temsilci gönderen imtiyazlı şehirler, kral adına yargı yetkisini kullanan ve krala her konuda uyarı ve tavsiyelerde bulunabilen parlamentolar bu güçler arasında sayılabilir.

Kendisi de soylu olan Montesquieuye göre monarkın aşırılıklarını frenleyebilecek en önemli güç aristok- rasidir. Soylular sınıfı, aristokraside en üst mertebeyi işgal eden monarka (Kral) direnerek liberal özgürlük- lerin savunuculuğunu yapabilirler. Bu nedenledir ki soyluların olmadığı bir monarşi, despotizme dönüşme tehlikesiyle karşı karşıyadır. Aynı zamanda Kilise de halk ile monark arasında durarak krala karşı bir denge unsuru oluşturma kapasitesine sahiptir. Kısaca, soylular ve rahipler sınıfı, halk ile monarkın doğrudan karşı kaşıya kalmalarını engelleyerek halkın monark tarafından ezilmesinin önüne geçebilirler.

Monarşinin temel ilkesi ise “şereftir. Bu ilkeye göre her sosyal tabaka, her ayrıcalıklı sınıf ve kişi kendi durumunu – yani onurunu korumalı ki monarşi yaşabilsin. Baskı – kral dâhil nereden gelirse gelsin her sınıf buna direnebilmeli, şerefini koruyabilmelidir.



Despotizmde ise hükümdarın isteklerinin sınırlayabilecek, onun arzu ve kaprislerinin dizginleyebilecek güçler yoktur. Sadece hükümdar ve halk vardır; bunlar arasında aracı kurumlar söz konusu değildir. Bu yö- netim biçiminde temel ilke korku”dur. Ayrıcalıklı sınıflar olmadığı için mutlak bir eşitlik söz konusudur. Ancak buradaki eşitlik, mutlak itaatte ve korkuda eşikliktir. Montesquieuye göre Asyadaki ülkelerin çoğu bu şekilde yönetilmektedir: Türkler, Japonlar, Çinliler vs. despotik bir yönetim altında, korku üzerine bina edilmiş ve kişilerin hiçlikte mutlak eşitliğine dayanan bir yönetimle yönetilmektedirler.

Montesquieu’nün Avusturya’nın doğusuna geçmediği hatırlandığında, bu anlattıklarını politik bir egzo- tizm olarak değerlendirmek yanlış olmaz. Fransız düşünürün asıl amacının özelde XIV. Louis’nin despotik yönetimine karşı çıkmak, genel olarak ise mutlak monarşiyi dizginlemek olduğunu da belirtmek gerekir. Doğuya hızlı bir bakış atan Montesquieu, Batıda olduğu gibi feodalite ve kilise gibi – aracı – kurumlar göre- meyince burada despotik yönetimlerin olduğuna hükmetmiştir. Doğu despotizmine dair analizleri ampirik hiçbir veriye dayanmamaktadır. Dolayısıyla bir yanılsama ve kuruntunun ifadeleri olarak değerlendirilmeyi hak etmektedir.



Montesquieu’nün Locke’tan ve İngiliz anayasacılığından esinlenerek geliştirdiği “kuvvetler ayrılığı” kuramı burjuva özgürlük anlayışının en önemli belgelerinden olan 1789 Fransız “İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi” içinde de yer almıştır. Bildirinin 16. maddesinde “Kuvvetlerin ayrılmadığı ve özgürlüklerin teminat altına alınmadığı yerde anayasa yoktur ifadesine yer verilmektedir. Batıdaki bütün çağdaş anayasalar kuv- vetler ayrılığı ilkesini esas almaktadır.

Montesquieu Yasaların Ruhu adlı eserinin 11. Kitabını özgürlükler konusuna ayırmış ve özgürlüğü, ya- salar tarafından yasak edilmeyeni yapabilmek diye tanımlamıştır. Ayrıca önlerinde kendilerini frenleyecek herhangi bir engel olmazsa yöneticilerin özgürlükleri çiğneyebileceği ve yetkilerini aşabileceğini belirtmiştir.

Montesquieuye göre dünyada, asıl amacı özgürlüğü temin etmek olan tek bir anayasa vardır, o da İngiliz Anayasasıdır. Özgürlüğün sağlanabilmesi için ılımlı ve ölçülü bir hükümet gereklidir. Anayasa, temel olarak yetkilerin aşılması ve kötüye kullanılmasına engel olacak bir mekanizmaya sahip olmalıdır. Montesquieu’nün İngiliz Anayasası’nda gözlemlediği ve Fransaya da önerdiği bu mekanizmaya “kuvvetler ayrılığı” adı veril- mektedir.

İngilterede yazılı bir anayasanın olmadığını, anayasa niteliği taşıyan kuralların çoğunun örf ve adet- lerden meydana geldiğini hatırlatalım. İngiliz Anayasası, her güce karşı bir karşı güç yaratmayı ve neticede karma bir hükümet oluşturmayı hedeflemektedir. İngiliz Anayasası’nda kuvvet, kuvveti durdurmaktadır. Montesquieu’nün “Kuvvet kuvveti durdurmazsa özgürlük olmaz” sözü, çağdaş Batı demokrasilerinin teme- lini teşkil etmektedir.

Bahsedilen kuvvetler, devletin üç ayrı görevine tekabül etmektedir: yasaları yapmak (yasama), bunları uygulamak (yürütme) ve suçluları cezalandırmak (yargı).

Montesquieuye göre bu üç görev, aynı kişi veya kişilerin ellerinde olursa sistem yozlaşma tehlikesiyle karşı karşıya kalır. Buna engel olabilmek için bu görevler ayrı ayrı kişilere teslim edilmelidir. İngilterede yürütme görevi krala verilmiştir. Yürütme faaliyeti, çabukluk ve ani kararlar verebilme yeteneği gerektirmekte- dir. Dolayısıyla bu görev, tek bir kişiye ait olmalıdır. Zira yürütmenin birden fazla kişiye verilmesi karar alma ve uygulamada gecikmelere ve karasızlıklara yol açabilir.

Yasama gücü ise bir değil, iki meclise devredilmiştir. Meclislerden biri (Avam Kamarası) halkın, diğeri ise
(Lortlar Kamarası) soyluların çıkarlarını savunacak temsilcilerden oluşmalıdır.

Yargı gücü ise beli bir gruba ait olmalı fakat bu grubun inisiyatif alanı son derece net çizgilerle (yasalarla) sınırlandırılmalıdır. Daha açık bir deyişle, yargıçlar kendi arzularına göre değil sadece yasalara göre karar verebilmelidir. Halk da yargıçlardan değil yasalardan çekinmelidir.

Montesquieuye göre “kuvvetler ayrılığı” ilkesiyle kuvvet kuvveti durduracak, her kuvvetin karşısında başka bir kuvvet yer alacaktır. Sosyal ve siyasal güçler arasındaki dengeyi sağlamanın tek yolu budur.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder