Küçük
Burjuva İdeolojisi
XVIII. yüzyılın
ilk üççeyreğinde öne çıkan düşünürler,
soylu azınlığın yerini paralı
azınlığın, diğer bir deyişle soy aristokrasinin yerini para aristokrasinin alması için çaba sarf ediyorlardı. Bu
iki toplumsal zümre (soylular ve büyük burjuvazi) arasında yer alan bir grup daha vardı: küçük
burjuvazi. Eski rejime karşı büyük
burjuvaziyle birlikte mücadele
veren küçük burjuvazi, kapitalizmin gelişmesiyle yok olmaya mahkûmdu. Hiç şüphe yok ki “Eski Rejim” (Ancien régime) yani feodalite, küçük burjuvaziyi
tatmin etmiyor, gelişimine engel oluyordu. Ancak büyük burjuvazinin hâkim olacağı yeni rejimin, küçük burjuvaziye hayat hakkı tanımaya- cağı da açıktı. Kapitalizmin gelişmesiyle, küçük burjuvazinin küçük mülkiyetinin
yok olması kaçınılmazdı. Ne var ki
tarihsel şartlar, küçük burjuvazi ile
büyük burjuvazinin ittifakını zorunlu kılıyordu. İşte bu durum, küçük
burjuvazinin demokratik düşüncelerin ve ütopik düşlerin peşinde koşmasına yol
açmıştı. Küçük bur- juvazi, bütün
yurttaşların küçük mülk sahibi olacağı bir sosyal
eşitlik düzeninin hayalini
kurmaktaydı.
Jean-Jacques
Rousseau: Egemenlik Kuramları ve
Toplum Sözleşmesi
Cenevreli bir
düşünür olan Jean-Jacques Rousseau (1712-1778) aklın egemenliğini kurmayı
amaçlayan XVIII. yüzyıl filozofları arasında
özel bir yere sahiptir.
Söz konusu dönemde
aklın egemenliği, burjuvazinin
egemenliği ile eş anlamlıdır. Rousseau, büyük burjuvaziye göre daha
devrimci olan fakat tutarlı bir ekono- mik görüşü olmayan, bu nedenle de ütopyalara sığınan küçük burjuvazinin
müttefikliğine ve demokrasinin
sözcülüğüne soyunmuş bir düşünürdü. Bu nedenle Rousseau’yu, küçük burjuvaziye ideoloji
kazandırmış bir düşünür olarak
değerlendirmek yanlış olmaz. Nitekim
Fransız Devrimi sürecinde, radikal cumhuriyetçilerin
meydana getirdiği mutlak
demokrasi taraftarı Jacobinler Rousseau’dan esinlenmiş, onun fikirlerini savunmuş- lardır.
Rousseau her
alanda eşitliği ve mutlak
demokrasiyi savunmuştur. Onun savunduğu mutlak demok- rasi, Fransız Devrimi ile
kurulan temsili rejimden net çizgilerle ayrılır. Rousseau’nun, Fransa’da Eski Rejim döneminde ayrıcalıklı olmayanların, yani
halkın meydana getirdiği ve
emekçilerle birlikte burjuvaziyi de
kapsayan “Tiers état” içindeki sınıf farklılıklarını görmediğini veya önemsemediğini belirtmek gerekir. Ona göre,
hukuki olarak ayrıcalıklı sınıfların dışında kalan herkes bir bütün olarak halkı oluşturmaktadır. Kısacası Rousseau’ya
göre halk, soyut bir kavramdır.
Küçük burjuvazinin kuramcısı olarak Rousseau,
özellikle egemenlik konusundaki görüşleriyle
dikkat çekmektedir. Rousseau, temsili
demokrasinin temeli sayılan milli
egemenliği değil, daha ziyade halk ege- menliğini savunmuştur. Ancak bu iki tür egemenlik anlayışını
birbirinden net çizgilerle
ayırmak çok kolay değildir. Rousseau’ya göre egemenliğin sahibi, kolektif ve soyut bir varlık olan millettir. Bu anlamda, egemen- liğin kaynağı bakımından milli egemenlik prensibini, egemenliğin kullanılması yönünden ise halk
egemenliği prensibini savunduğu söylenebilir.
Romandan pedagojiye, botanikten müziğe ve
siyasete kadar çok farklı alanlara ilgi duyan Rousse- au’nun bizi siyasal düşünceler tarihi bağlamında
ilgilendiren en önemli eserleri 1755’te yayımlanan
İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı ve Temelleri Üzerine Konuşma ve 1762 tarihli
Toplum Sözleşmesi’dir.
De- mokrasinin gerçekleşmesini sağlayacak hiçbir
belirtinin henüz bulunmadığı bir dönemde demokrasiyi sa- vunması nedeniyle bugünden bakıldığında bir ütopyacı olarak değerlendirilebilir. Rousseau’ya göre halk,
ik- tidarı doğrudan – temsilceler olmadan – kullanmalıdır veya
birer memur statüsünde olan vekillerini
istediği zaman azledebilmeli yani
görevden alabilmelidir. Oysa burjuvazinin
çıkarlarına uygun düşen rejim, milletin bütününü bağımsız milletvekillerinin temsil ettiği temsili rejimdir.
Rousseau toplumun
bir sözleşmeden doğduğunu
savunur. Ancak ona göre doğal yaşama halinde insan- lar eşit ve özgürdür.
Ancak daha fazla şeye sahip olma hırsı ve varlıklı-yoksul ayrımının
ortaya çıkması yü- zünden mutlu yaşam zamanla sona ermiştir. Rousseau’ya göre toplum hayatında
da doğal yaşam durumunda olduğu gibi özgür olunabilecek bir sistem kurmak gerekir. Rousseau’nun hayal ettiği
sistemde, toplumu teşkil eden bireylerin ortak iradeleriyle oluşturacakları kuvvet (devlet), bireylerin canlarını
ve malları korumalı, ay- rıca özgürlüklerini de güvence altına almalıdır. Bu sistemde, devlete itaat ve bireysel özgürlükler aynı anda söz konusudur. Bunun
gerçekleşebilmesi için birinci koşul, bireylerin
topluca tüm haklarını topluma devret- meleridir. İkinci koşul ise herkesin iktidara
katılmasıdır. Bu iki koşul birbirinden ayrılmadan yerine getirildiği
takdirde, özgürlüklerin korunarak can ve
mal emniyetinin sağlanması mümkün
olabilir. Özetle ifade etmek gerekirse, halk denilen birliği oluşturan bireyler, egemen varlığın
oluşumuna katılmaları dolayısıyla vatan- daş, devletin yasalarına
boyun eğmeleri nedeniyle de uyruktur.
Peki,
halk egemenliği nedir? Egemen varlık yani devlet iktidarı, Rousseau’ya göre kendini
meydana getiren bireylerin
toplamından ibarettir. Toplum Sözleşmesi adlı eserinde bu
düşüncesini şöyle açıklar:
“Var sayalım ki devlet on bin vatandaştan meydana
gelmiş olsun. Egemen
varlık, ancak kolektif
bakımdan bir bütün olarak
düşünülebilir, fakat her insan vatandaş olarak bir birey sayılır: Bu du- rumda egemen
varlığın vatandaşa nispeti
on binin bire ilişkisi gibidir;
yani devletin üyelerinden her birinin payına, tamamen devlete tabi olmakla birlikte, devlet iktidarının ancak on binde biri
düşer. Halk yüz bin kişiden oluşsa da uyrukların durumu yine değişmez.
Uyrukların her biri yine kanun- ların bütün gücünü
taşır. Ama uyrukların yüz binde bire düşen oyu, kanunların konmasında on kat daha az etki yapar. Uyruk hep tek kaldığı için, egemen varlığın ilişkisi vatandaş sayısı ölçüsünde artar ve
sonunda devlet ne kadar büyürse
özgürlük de o kadar azalır”.
Bu alıntıdan da
anlaşıldığı gibi, her vatandaş
iktidarın bir hissesine sahiptir.
Toplumu oluşturan bireyler
kendilerinde iktidarın bir parçasını taşırlar.
Bu iktidar parçalarının bir araya gelmesinden yani kişilerin
irade- lerinin birleşmesinden “egemenlik” yani en üstün otorite ortaya
çıkar.
Rousseau,
yukarıda özetlediğimiz görüşleriyle
halk egemenliğinin temellerini atarken milli egemenlik kuramına ve temsili
rejim anlayışına karşı çıkmaktadır. Ancak herkesin kanunların yapılmasına katılması zorunluluğu ile kararların ancak oy çokluğuyla alınabilmesi noktasında önemli bir çelişki ortaya çıkmaktadır. Bu çelişkiyi Rousseau iki
yoldan çözmeye çalışmaktadır:
1. Rousseau’ya
göre niteliği bakımından oybirliğini gerektiren yalnızca toplum sözleşmesidir;
2. Rousseau’ya göre alınan bir karara muhalif
olanların iradesi genel irade olarak
değerlendirilemez; muhalif oy sahipleri genel
iradenin ne olduğu konusunda yanılmıştır.
Görüldüğü gibi Rousseau
genel iradenin yanılmazlığı ilkesini savunurken, genel iradeyi birey iradeleri-
nin toplamından ayırmak
zorunda kalmaktadır. Ancak bir yandan azınlığın
çoğunluğa tabi olmasını
istemek, öte yandan toplum sözleşmesine göre vatandaşların her birinin egemenliğin bir hissesine sahip olduğunu ileri sürmek birbiriyle bağdaşmayan
iddialardır. Rousseau’nun, genel iradenin toplum içinde yaşayan
bireylerin iradelerinden ayrı olduğu iddiasıyla halk
egemenliğinin sakatlandığı fikri
ileri sürülmüş ve buradan
hareket- le – genel irade vatandaşların iradelerinin toplamı olmadığına
göre – bireylerin iradelerinin
dışında bir milli iradenin var olduğu
iddia edilmiştir. Bu iddianın sahiplerine göre Rousseau, halk
egemenliği kuramının yanı
sıra, milli egemenlik kuramının da kurucusudur.
Ancak diğer bazı yazarlar, Rousseau’nun halk egemenliği
kuramının, milli egemenlik kuramından ayrı olduğunu ileri sürerler. Ayrıca
Rousseau’nun demokrasi anlayışıyla milli
egemenlik teorisinin mantıki
sonu- cu olan temsili
rejimin kesinlikle birbirinden ayrıldığına işaret ederler.
Bu görüşün savunucularına göre Rous- seau, genel irade ile bireylerin iradelerinin toplamının
ayrı şeyler olduğu fikrinden
yola çıkan milli egemen-
lik kuramının ve bu kuramın mantıki
sonucu olan temsili sistemin tam karşıtı
olan bir demokrasi
anlayışının savunucusudur. Rousseau “her birey diğer herkesle
birleştiği halde yine kendine itaat etsin, eskisi kadar da özgür kalsın” derken
yasa egemenliği ile kişisel
özerkliğin kesinlikle bağdaştırılması gerektiğini ileri sür- mektedir. Oysa
temsili rejimde, kişinin özerk kalması mümkün değildir; zira kişiler yasaları bizzat kendileri yapmamakta, yasa yapma hakkını
başkalarına devretmektedirler. Rousseau ise kişi özerkliğini korumak için büyük
çaba sarf etmektedir. Böylece mili
egemenliği ve temsili rejimi savunanlardan
ayrılmaktadır.
Rousseau yasaları halkın yapmasını şart koşmaz; yasaları
halkın onaylaması halk egemenliğinin
gerçek- leşmesi için yeterlidir.
Ehil kişiler yasaları hazırlayacak, halk da onaylayacaktır. Buradan
hareketle milli ege- menlik kuramında demokrasinin şartı olan özgürlüğün gerçekleşmesi
ve kişisel özerkliğin korunabilmesi
için iki temel ilkeden bahsetmek mümkündür:
1. Yasalar
halk tarafından referandum yoluyla
onaylanmalıdır,
2. Yasalar
prensip olarak çoğunlukla değil oybirliğiyle
onaylanmalıdır.
Rousseau’ya göre yasaları
onaylayacak halk
meclislerinin yanında,
yasaları hazırlayacak bir parlamento da gereklidir. Ancak parlamento, temsili rejimde olduğu gibi iktidarı
halk adına kullanacak bir meclis olmama- lıdır. Halkın bir tür memurları durumunda olan parlamento üyelerinin görevi sadece yasaları hazırlamaktan ibarettir. Yasaların
yürürlüğe girmesi ise halkoyuna bağlıdır, yani
referandum yoluyla mümkündür.
Rousseau’ya göre Avam Kamarası’na gidecek olan temsilcileri seçmekle yetinen
İngiliz halkı, kendini
öz- gür sanmakla yanılmaktadır.
Birey, iktidar üzerindeki hakkını terk edemez. Bireyin özerk kalabilmesi ancak kendi yaptığı yasalara uymasıyla mümkündür.
Çünkü siyasi iktidarın kaynağı olan genel irade temsil oluna-
maz. Diğer bir deyişle, halk egemenliği fikrini savunan Rousseau’ya göre, kanunların
temsilciler tarafından yapılması, halkın kendisine efendiler
seçmesi anlamına gelmektedir. Efendilerin olduğu bir toplumda
ise özgürlükten söz edilemez. Eşitlik ve
özgürlük ancak doğrudan demokrasi içinde mümkün olabilir.
Ne var ki toplumu meydana
getiren vatandaşların tümünün bir araya gelip yasaları
hazırlaması gerçekçi değildir.
Halk ancak yasaların genel iradeye uygun olup olmadığına karar verebilir. Rousseau, yasaların bir takım kişiler (“yasa koyucular”) tarafından hazırlanması
gerektiğini ileri sürer. Yasaların
belli kişiler yani “yasa koyucular” tarafından hazırlanması
kaçınılmaz bir gerekliliktir ve halk
egemenliği fikrine aykırı değil- dir.
Ancak bu kişiler milletin “vekilleri” veya “temsilcileri” değildirler. Bunlar milletin ancak “memurları”
olabilirler: Hiçbir konuda kesin karar veremezler;
zira halkın kabul etmediği her yasa
hükümsüzdür.
Görüldüğü gibi
Rousseau, Toplum Sözleşmesi adlı
eserinde halk egemenliği kuramının bir sonucu olarak doğrudan demokrasiyi savunmuştur. Yasama yetkisi halkın
elindedir. Yasalar,
yasa koyucular tarafından
hazırlansa bile bunların onaylanması
halk meclislerinin kararına bağlıdır.
Burjuvazinin başarısı için çalışan diğer düşünürler gibi Rousseau da asiller, rahipler ve halk (Tiers
état) arasındaki eşitsizliğe karşı
çıkar. Ancak Rousseau
diğerlerinden farklı olarak,
servetler arasında
da eşitlik sağlamayı amaçlar;
halk arasında herhangi bir farklılaşmaya
yol açabilecek tüm yolları tıkamaya
çalışır. Ne var ki Rousseau’nun yaşadığı dönemde monarka karşı mücadelede
birleşen halk, kendi içinde sosyal
sınıf- lara bölünmüş durumdaydı. Fransız Devrimi’nin kaynağının burjuvazi olduğunu hatırda tutmak gerekir. Halk içinde belli bir grubu ifade eden burjuvazinin iktidarı ele geçirmesi,
halk egemenliği fikrinin
bir kenara atılmasına ve bu iktidara daha uygun bir siyasal rejimin (temsili rejim) aranmasına
yol açmıştır. Son tahlilde, halk egemenliği ile
milli egemenliğin birbirinden faklı şeyler olduğunu ve fikirleri bir bütün olarak değer- lendirildiğinde Rousseau’nun halk
egemenliğini savunduğunu belirtmek gerekir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder