İslam dini,
insanın bireysel yaşamının yanı sıra toplumsal ve siyasal
hayatla ilgili de belli normlar getir- miştir. İslam’ın temel
metni ve birincil kaynağı olan Kuran’da, bireyin yaşam tarzına dair belli kurallar (emir ve yasaklar
) olduğu gibi toplum düzeni
ve siyaset (yönetim, devlet) ile ilgili bazı temel ilkeler
de bulunmakta- dır. Kısaca
ifade etmek gerekirse, İslam sadece ruhani,
“öteki dünya”ya (ahiret)
dönük bir din değildir; bilakis “bu dünya” ile ilgili belli düzenlemeler de getirmiştir. İslam peygamberi Hz. Muhammed,
insanları bireysel kurtuluşa ulaştırma hedefine paralel olarak
toplumsal ve siyasal bir düzen
kurmayı da hedeflemiştir. 622 yılında, kendine inanlarla
birlikte, baskılara maruz kaldığı Mekke’den Medine’ye göç (Hicret)
ettikten sonra burada bir devlet
kurması ve vefatına kadar devlet
başkanlığı yapması İslam’ın bu dünya (toplum, siyaset, iktisat) ile ne kadar ilgili olduğunun göstergesidir.
Yukarıdaki
açıklamalardan hareketle İslam’da
din-devlet veya ruhani-cismani
iktidar ayrımı olmadığını tespit etmek yanlış
olmayacaktır. İslamiyet’te,
birey için olduğu gibi toplum ve devlet hayatı
için de geçerli olan belli kural ve
ilkeler manzumesi vardır. Bu bütüncül
sisteme şeriat adı verilir.
Diğer peygamberler gibi Hz. Muhammed’in de görevi, Allah’tan
aldığı vahyi (Kuran) pratiğe geçirmek,
Allah tarafından birey, toplum, yönetim,
iktisat vb. konularla
ilgili konulan emir, yasak ve temel ilkeleri
gün- delik hayatta uygulamaktı. Hz Muhammed, Müslümanlar topluluğu (ümmet) için bir örneklik teşkil etmek- teydi. Onun Kuran’dan aldığı ilhamla ortaya koyduğu uygulamalar (sünnet), yaşadığı devirde olduğu gibi sonraki
dönemlerde de Müslümanlar için bağlayıcı bir niteliğe sahiptir.
Hz. Muhammed,
toplum, devlet ve iktisadi yaşamla ilgili aldığı karar ve uygulamalarında Kuran’da-
ki temel ilkelere dayanmaktaydı. Onun
vefatından sonra, Müslümanların kendi
aralarında gerçekleştirdiği seçimlerle yönetime gelen ilk dört halife (Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali)
ise devleti Kuran ve Peygamberin
önceki uygulamalarını esas alarak yönetmişlerdir. İlk dört halifenin iktidara
gelişinde, bu- günkü anlamıyla
olmasa da bir seçim mekanizması işletilmiştir. Peygamberin halifeleri ruhani-cismani veya dini-dünyevi iktidar gibi ayrımlar söz konusu
olmaksızın Müslümanların (ümmetin) her alandaki önderleri olmuşlardır. Bu
noktada İslam ile Hıristiyanlık arasında
önemli bir fark dikkat çekmektedir. İslamiyet’te,
Hı- ristiyanlık’tan farklı olarak,
dini otoriteyi temsil eden Kilise benzeri bir kurum söz konusu değildir.
Dolayı- sıyla ruhani/manevi ve cismani/dünyevi liderlik ikiliği
bulunmamaktadır. Liderlik veya iktidar her boyutuyla tek elde toplanmıştır. Kuran’daki en temel ilkelerden biri şüphesiz,
mutlak iktidarın yaratıcıya (Allah’a)
ait olmasıdır. Halifelerin (devlet başkanlarının) görevi, devleti Kuran ve sünnetin öngördüğü biçimde yönetmek ve yeryüzünde
adaleti tesis etmektir.
İslami yönetimin
önemli ilkelerinin başında
meşveret gelmektedir. Danışma, fikir alışverişinde bulunma anlamına gelen meşveret, Kuran’da Müslümanlara riayet etmeleri
emredilen ilkelerden biridir.
Müslüman-
ların, işlerini
aralarında “şura” ile yani istişare ederek,
birbirlerine danışarak yapmalarını öğütlenmektedir
(Şura Suresi, 38. ayet). Bu emir, İslami siyaset ve
yönetim anlayışını belirleyen en
temel ilkelerdendir.
Buraya kadar anlattıklarımız Hülefa-i Raşidin (Doğru yolda olgun halifeler ) denilen ilk dört halife döne-
mi için geçerlidir. Daha sonra, yani Hz. Ali’den sonra yönetime gelen Muaviye’nin kendi yerine, oğlu Yezid’i halife ilan etmesiyle İslam tarihinde saltanata geçiş söz
konusudur. Bu yeni dönem tarihte, Emeviler dönemi olarak bilinmektedir.
Bir
Orta Çağ İslam Düşünürü: İbn Haldun
Orta Çağ İslam düşünürlerinin en önemlilerinden biri İbn Haldun’dur. 1332-1406 yılları arasında yaşayan İbn Haldun Tunus’ta doğmuştur. Gözleme dayanan ampirik (görgül)
bir zemine oturttuğu
çalışmalarıyla, 19. yüzyılda doğacak sosyolojinin
habercileri arasında sayılır. Tanınmış
sosyal antropolog Ernest Gellner, İbn
Haldun’un fikirlerini açıklarken onu “sosyologların en tarafsızı” olarak tanımlar ve ekler: İbn Haldun “duru-
mu olduğu gibi anlatır, düzeltmek için bir reçete önermez. Yalnızca durumu inceler.”
En meşhur eseri Mukaddime’dir. Kuzey Afrika’daki kısa ömürlü küçük devletlerin
gelişme ve çöküş dö- nemlerine şahit olan İbn Haldun, gözlemlerini Mukaddime’sine aktarmıştır. Mukaddime, 7 ciltlik
dünya tarihi Kitab ül-İber (İbretler Kitabı)’in giriş kitabı
olarak yazılmıştır. İbn Haldun bu eseriyle Kâtip Çelebi
ve Naîmâ gibi birçok Osmanlı
tarihçisini etkilemiştir. Osmanlı
İmparatorluğu’nun yükseliş ve çöküş dönemleri pek çok defa onun teorileriyle analiz edilmiştir. 19. yüzyıldan itibaren
ise Avrupalı tarihçiler tarafından keşfedilmiş ve eserleri büyük ilgi çekmiştir.
İbn Haldun’a göre tarihin görünür yüzünde bir dizi
olaylar yer alırken, tarihin asıl manası gizli yüzün- dedir. Mukaddime’nin
girişinde sırf nakil ve söylentilere dayanan bir tarih bilimine güvenilemeyeceğini, çe- şitli milletlerin ve devletlerin
gelişimlerinin peş peşe sıralanmasının tarihi anlamaya hiç bir katkı sağlamaya-
cağını belirtir. Önemli olan bu
gelişmenin sırrını kavramaktır.
Nakledilen bilgilerin ve olayların
bir mantık süzgecinden geçirilip, gerçeğe uygun olup olmadığını anlamak gerekir. Bu görüşleriyle İbn Haldun, modern historiografiye (bilimsel tarih yazımı) çok yaklaşan kuramsal-yöntemsel bir tutum sergilemiştir.
Peki, toplumların gelişip değişmesiyle ilgili bu mantık süzgeci
nedir? Kuzey Afrikalı
düşünüre göre tarihin gerçek
bilgisine ulaşabilmek için sosyal
olay ve olguların objektif
gözleminden işe başlamak gerekir. Uygarlık ve toplulukların çeşitleri, zaman içindeki
değişimleri ve bu değişimlerin
nedenleri incelenmelidir. İşte
bunu yapacak bir bilime
ihtiyaç vardır. İbn Haldun, kendinden önceki düşünürlerin eserlerini taramış ve böyle
bir bilimin oluşturulmamış olduğunu, oluşturulmuşsa da kendisinin buna
ulaşamadığını belirtmiştir.
İbn Haldun,
ilk kez kendisi tarafından kurulduğunu belirttiği bu ilime “Ümran
İlmi” adını vermiştir.
Böylece bir taraftan bilimsel
tarihçiliğin, diğer taraftan
da sosyolojinin temellerini atmıştır.
İbn Haldun bu yeni
bilimin araştıracağı konuları şöyle
özetler: Geçmiş çağlarda yaşamış
kavimlerin durumları ve yaşayış- larında meydana gelen
değişiklikler; bu kavimlerin idareyi ve
ülkeyi ellerine geçirmelerinin sebepleri; insan topluluklarının tabiatları, yerleşik veya göçebe hayat, göçler ve nüfus
hareketleri; devletlerin kuruluşu,
kuv- vet kazanmaları ve çökmeleri; üretim ve tüketim; bilim, sanat, ticaret; zamanın
akışı içerisinde bu sayılan durumların değişmesi ve değişmelerin sebeplerinin incelenmesi”.
İbn Haldun’un
tarih yazıcılığı açısından önemi,
ilk kez somut tarihsel olaylar
arasındaki nedensellikten bahsetmesidir. Bu Orta Çağ İslam düşünürü, nedenselliği tarihe uygulayarak, diğer bir deyişle
olaylar ara- sında geriye dönük
bağlantılar kurarak tarihe ve
toplumlara ilişkin yasalar bulmaya çalışmıştır. Ona göre, tarihsel olayların
doğruluklarını denetleyebilmek ancak
böylelikle mümkün olabilmektedir.
İbn Haldun,
dinamik bir toplum anlayışına sahiptir. Toplumların sürekli bir değişim ve çatışma içinde olduklarını ileri sürer.
Devleti de toplumsal bir olay
değerlendirir ve inceler. Toplumun
kökeni, insanın top- lumsal bir varlık olmasına dayanır. Bir arada yaşama zorunluluğu, diğer bir ifadeyle toplum
olma durumu, dayanışma ihtiyacından
doğmuştur. İnsanlar, doğal zorluklarla baş edebilmek için bir arada (toplum olarak)
yaşamak zorundadırlar. Toplumlar arasındaki farklar ise coğrafi
şartlar ve iklim koşullarından kaynaklan-
maktadır.
İbn Haldun
toplumları iki ayrı tipe ayırmıştır: göçebe toplumlar ve yerleşik toplumlar. Sosyal
dinamik, diğer bir deyişle
toplumsal değişme, bu iki toplum
tipi arasındaki diyalektik çatışmadan kaynaklanmaktadır. Yerleşik toplumlar zamanla gevşer ve yozlaşır. Bu toplumlarda yaşayan
insanlar zevk ve rahata düşkün hale
gelirler. Göçebeler ise daha savaşçıdırlar ve aralarındaki bağ (asabiye)
daha kuvvetlidir.
Zamanla zenginleşen ve güç kazanan göçebe toplumlar, yerleşik uygarlıklar kurarlar ya
da yerleşik uygarlıkları yıkarak yerlerine
geçerler.
Göçebe toplumlarda düzeni yaratan
sosyal ilişki/bağ veya İbn Haldun’un ifadesiyle “asabiye”, aynı züm-
reye mensup olmanın yarattığı
dayanışmadan doğar. Bu bağ önce kabiledeki akrabalık ilişkilerinden doğar. Kabile geliştikçe, içine farklı
soylar dâhil olunca, asabiye dar anlamda bir akrabalık bağı olmaktan çıkar
geniş anlamda bir kavim ve
kabile bağı halini alır. Göçebe toplumlarda düzenin kurulmasında, asabiye bağının yanı sıra şeflerin
otoritesinin payı da vardır. Şefle kabile üyeleri arasındaki bağ, kendiliğinden doğan ve örfi
kurallarla desteklenen bir bağdır. Devlet
örgütüne sahip yerleşik toplumların
tersine, göçebe toplumlarda şefin emrinde askeri bir güç bulunmaz.
Toplumun yerleşik bir düzene geçişiyle birlikte devlet doğar. Yerleşik
uygarlık sürecine geçişle kabileler (soylar ) birbiriyle kaynaşır/karışır ve nüfus artar. Ayrıca toplumda servet birikimi ortaya çıkar. Bu yeni du-
rumda, düzeni sağlamak için asabiye artık yeterli
değildir. Merkezi bir baskı ve kontrol
aracına ihtiyaç vardır.
Bu ihtiyacı karşılamak üzere siyasi iktidar (devlet) doğar.
İbn Haldun’a göre devlet, birbirleriyle
rekabet ve mücadele halindeki kabilelerden birin diğerlerine üs-
tün gelmesi ve onlar üzerine
üstünlük kurmasıyla başlar. Devlet toplumdan farklı bir kategoridir. Toplum, insanların birbirlerine yardım etmeleri
zorunluluğundan doğmuştur. Devlet fikri ise,
insanı hemcinslerinin saldırı ve zulmüne karşı koruma gereğinin sonucu
olarak ortaya çıkmıştır. İnsanlar
diğer hemcinslerinin tecavüzünden korunabilmek
için bir yasakçıya ihtiyaç
duyar ve onun otoritesine boyun eğerler. Devletin or- taya çıkışı sosyal bir olaydır ve
tıpkı toplum gibi, bir zorunluluktan ileri gelmektedir.
İbn Haldun’a göre kabile dayanışmasına dayanılarak
kurulan hanedan devletinde hükümdar
bir müd- det sonra kendi kabilesinin (aile ve
soyunun) mensuplarına güvenemez
olur. Bunların yerine dışarıdan der-
lenmiş, kendine bağlı bir askeri güç sağlar. Bu usule devşirme denir. Bu
sistem, uzun süre Osmanlı Devleti
tarafından da uygulanmıştır. Askeri ve sivil bürokrasinin önemli bir bölümü, gayrimüslim tebaadan çocuk
yaşta devşirilen kişilerden
oluşturulmuştur. Osmanlı İmparatorluğu’nda devşirmeler, devletin çok yüksek makamlarına
(sadrazamlığa kadar )
yükselebilmişlerdir.
İbn Haldun, yerleşik
yaşamın ortaya çıkardığı karmaşık sorunları çözebilmek, hükümdarın yetkilerini sınırlandırıp, belli kurallara
uymasını sağlamak ve devleti çökmekten kurtulabilmek için devletin belli bir siyaset izlemesi gerektiğini ileri sürer. Yerleşik toplumların yönetiminde üç çeşit siyasetin uygulandığını göz- lemlemiştir:
1. Aklî Siyaset: Devletin, insanların akıl yoluyla bulup uyguladıkları siyasetle yönetilmesidir. Bu siya- setin iki farklı tezahürü söz konusu
olabilir: Kamu çıkarını ön plana alan bir siyaset
olabileceği gibi, hükümdarın çıkarlarına hizmet eden bir siyaset de olabilir.
2. Medeni Siyaset: Filozofların sözünü ettiği ideal siyasettir. Otoriteye gerek
olmaksızın, insanların barış ve huzur içinde yaşaması şeklinde tanımlanabilir. Eflatun’un
bahsettiği “ideal site” veya İslam düşü-
nür Farabi (872-950)’nin sözünü ettiği “erdemli şehir ” buna bir örnektir. Bu tür bir siyasetin
gerçekle- şebilmesi için insanların erdemli ve olgun olmaları gerekmektedir. Kendi kendilerini denetleyebilen faziletli insanların yönetimde
olduğu bu tür bir siyasetin pratikte
gerçekleşebilmesi uzak bir ihtimal- dir. İbn Haldun,
Farabi’nin Medinetü’l- Fazıla (Erdemli Şehir) adlı eserinden
bahsederken, toplumsal
gerçekliğin böyle bir devleti mümkün kılamayacağını belirterek “medeni siyaset” düşüncesini
açıkça eleştirir.
3. Dini Siyaset: Devletin, Allah’ın
elçileri vasıtasıyla bildirdiği
yasalar çerçevesinde yönetilmesidir. Dini kurallar, sadece
bireylerin değil, devletin izlemesi
gereken yolu da gösterir. Peygamberden sonra ha- lifeler tarafından yürütülmüş olan bu siyaset, İbn Haldun’a göre hem bu dünya
hem de ahiret için en doğru siyaset
biçimidir.
Medeni siyaseti tamamen
hayali bir düşünce olarak değerlendirip devre dışı bırakan
İbn Haldun, akli ve dini siyaset türlerini karşılaştırır ve
dini siyasetin akli siyasetten
üstün olduğunu ifade eder.
İbn Haldun’un bu tespitleri, onun gözlemci yönünü
ortaya koymaktadır. Devleti meydana getiren
neden veya zorunlulukları, sosyal olaylarla açıklama eğiliminde olan bu İslam düşünürü, Mukaddime adlı
eserinde devletlerin ve medeniyetlerin
Arap-Müslüman dünyasında geçtikleri aşamaları
döngüsel bir şekilde tasvir
eder. İbn Haldun’a göre bir
hükümdarlığın geçtiği beş aşama vardır:
Birinci aşama hükümdarın halkı ile birlikte hareket ettiği, zafer kazanılan ve devlet kurulan evredir;
ikinci aşamada olası rakipler ortadan
kaldırılır ve iktidar sağlamlaştırılır; üçüncü aşama feragat
ve rahatlık çağıdır, hem yöneten hem de yönetilen- ler bolluk içindedir,
hükümdarlar tek başlarına kendi düşünceleriyle
iş görür; dördüncü evrede hükümdar seleflerinin yolundan giderek onların
kazanımlarını korumaya çalışır ve barışı korur; beşinci ve son aşa- ma ise israf
ve saçıp dağıtma çağıdır,
hükümdar kendinden önceki
kazanımları kendi zevkleri
uğruna dağıtır, hükümdarlığa
katkısı olanları görevden uzaklaştırır, ordu teşkilatı bozulur ve nihayet
devlet tedavisi müm- kün olmayan hastalığa tutulur ve yıkılır.
İbn Haldun’un
kuruluş, ilerleme, doruk noktası, çöküş ve
yok olma şeklinde birbirini takip eden aşama- larla tanımladığı bir devletin hayatı,
insan hayatı ile çok büyük benzerlikler taşımaktadır. Zaten kendisi de bir devletin doğal
ömrü ile herhangi
bir insanınki arasında
benzerlik kurar ve devlet ömrünün çoğunlukla üç insan neslinin yaşadığı
süreyi, yani yaklaşık 120 yılı geçmeyeceğini
belirtir. Devleti kuran ilk
nesildir; ikinci nesil bolluk ve refah
içinde yaşar ve yerleşik hayata alışır,
ancak daha sonraki
süreçte zaferler kesintiye uğrar; refah içinde yaşamaya alışan
üçüncü kuşak ise devletlerini koruyamazlar ve devlet bu üç nesilde ihtiyarlık ve yıkılma çağına gelir, nihayet herhangi
bir kuvvet saldırdığı takdirde
devleti koruyacak ve karşı
koyacak kuv- vet bulunmayacak, devlet yıkılacaktır. Ancak, İbn Haldun her ne kadar bir medeniyetin gelişim süreci ile bir canlının biyolojik döngüsü arasında
karşılaştırmaya gitse de hükümdarlık
için çöküş, doğal ölüm anlamına gelmemektedir.
Söz konusu hükümdarlık, kendisini fetheden başka bir toplumun
egemenliğine geçmektedir. Fethi gerçekleştiren yeni toplum ise yeni bir devletin temellerini atar ve yeni bir döngü
başlar.
İbn Haldun’un yaşadığı döneme
kadarki tarihsel süreci
analiz ederek oluşturduğu yaklaşımın, Osmanlı düşünürleri arasında da yankı bulduğunu yukarıda belirtmiştik.
Naîmâ örneğinde olduğu gibi Osmanlı İm- paratorluğu’nun içinde bulunduğu durumu anlamlandırmada bu yaklaşıma
başvurulmuştur. Naîmâ (1655-
1716) bir devletin hayatında beş
aşama öngörür: Kuruluş dönemini iktidarın sağlamlaştırıldığı dönem takip eder,
üçüncü aşamada huzur ve rahatlık
hâkimdir, daha sonra bolluk ve
aşırılıklar dönemi gelir ve nihayet çözülme dönemi ile hükümranlık
yıkılır. Bu dönemlendirmeye göre
1683 yılındaki ikinci Viyana kuşatması ile Osmanlı İmparatorluğu
dördüncü aşamaya, yani aşırılıklar dönemine girmiştir.
Naîmâ’nın bu yaklaşımında İbn Haldun’un izleri açık bir
şekilde görülür, ancak, bu benzerliğe rağmen
temel bir farklılık vardır. İmparatorluğun
askerî başarısızlıklar ve toprak kayıpları yaşadığı dönemden itibaren yapılan
analizler her ne kadar İbn Haldun’unkiler ile paralellikler sunsa da,
Osmanlı devlet adam- larının yaklaşımlarını belirleyen siyasal
sistemdeki dengeyi ve bu dengeden
hareketle toplumsal uyumu ko- ruma amaçlarıdır. Diğer bir ifadeyle amaç, sadece sorunları tespit etmek
değil, aynı zamanda iktisadî, siyasî ve toplumsal sorunlara
çözüm önerileri getirmektir. İbn Haldun’un döngüsel
şemasından hareket eden, fakat
bu şemayı Osmanlı İmparatorluğu’na uygulamaya
çalışan devlet adamları, devletin “sağlığını” kaybetme- mesi ya da yeniden
kazanması için birtakım öneriler sunmuşlardır. Oysa İbn Haldun için
imparatorlukların yıkılması sürecin doğasında vardır,
yani yıkılma bir kaza değil
kaçınılmaz bir sondur. Nitekim Fransız jeo- politika uzmanı Yves Lacoste, İbn Haldun’dan hareketle şu açıklamaları yapmaktadır: “Canlı organizma, ya- ratılışından itibaren ölümün mikroplarını içinde barındırır. Hayatın kaçınılmaz gelişimi, ölümün kaçınılmaz gelişimine
yol açar. İmparatorluklar için de aynı durum geçerlidir.”
İşte, Osmanlı
devlet adamlarının değiştirmek istedikleri bu “kaçınılmaz son” fikridir. Bir anlamda hastalığı teşhis edip buna bir çare bulmak isterler, yani amaç İbn Haldun’un
öngördüğü son aşamayı
yaşama- maktır ve bu açıdan da İbn Haldun’un analizinden
farklılaşırlar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder