17 Ocak 2014 Cuma

Toplumsallaşma

Birey ile Toplum, birbirinden ayrı düşünülemeyen ancak hangisinin belirleyici olduğu hususu hala tartışmalı olan sosyolojinin iki temel kavramıdır.

Her insanın biyolojik bir varlık olduğu kadar toplumsal bir varlık, bir kültür taşıyıcısı, içinde yaşadığı top- lumun bir ürünü olduğu açıktır. Toplum da, kültür de bireylerin davranışlarıyla var olurlar, daha doğru, bireyin davranışlarında kendilerini açık ederler. Fakat açık olan bir şey daha vardır: Toplum, bireyden önce vardır ve onu aşar. Ancak bu önceden var olmak, toplumun bireyden daha aşkın ve varlığını hiç bir şekilde bireye borçlu olmayan bir şey olduğu anlamına gelir mi? Klasik sosyal teori, büyük ölçüde, bu tartışmada ‘toplumun bireyden bağımsız bir varlık’, ‘bireye dışsal bir varlık ve güç’ olarak tanımlama eğiliminde ol- muştur. Özellikle çağdaş sosyoloji teorilerinde, daha önceki derslerde görüldüğü üzere, bireyi toplum karşı- sında edilgen bir konumda gören bu yaklaşımı aşma ve toplum ile bireyin etkinliklerini bir noktada buluş- turma ve dengeleme çabasına girişilmişti.

Her insan bir grup içinde doğar. Toplumsal niteliklerini de bu grup içinde kazanır. Bir toplumun yaşam tarzlarıyla o toplumda yaşamak için gereken bilgilerle değerler, gruplar aracılığıyla bireye aktarılır. Ancak bu süreç, tek bir toplum içerisinde dahi tek biçimde bir şekilde gerçekleşmez. Bu sürecin ‘uyumlu’ olma ihtimali gibi ‘uyumsuz’, olma ihtimali de mevcuttur. Toplumsal hayatta her an karşılaştığımız çeşitlilik, top- lum-birey ilişkisinin yalnızca tek bir biçimde olmadığını bize ifade ediyor.

The Internet and Socialization
Toplumsallaşma

İnsan; biyolojik, psikolojik ve sosyo-kültürel varlığı ile belli bir zaman ve belli bir mekanda var olur. İnsanın belirlenmesinde bir temel olarak biyolojik yapının taşıdığı önem son derece somuttur. Ancak insan, aynı zamanda, belki de her şeyden önce toplumsal bir varlıktır. Onu diğer canlılardan ayıran bir özelliği de, toplumsal bir varlık oluşudur.

Her bir insan, yukarıda da ifade edildiği üzere, bir grup içine doğar. Bir taraftan biyolojik büyüme sürecini tamamlarken, öte yandan içine doğduğu grubun/toplumun normları ile de tanışır. Bu toplumsal norlar ve değerler, bir anlamda, insanın gündelik hayatını sürdürmesini kolaylaştıran kılavuzlardır; fakat öte yandan, insanı/bireyi sınırlandıran yanları da vardır.

Gerek bireyin hazır bulduğu bu normların kolaylaştırıcı veya sınırlayıcı etkileri, gerekse de insanın ge- lişmesinde tabiatın ve terbiyenin (kalıtımın ya da toplumsal çevrenin) göreceli önemleri, sosyolojide sonu gelmez tartışmaların konusudur. “Bu tartışma, Freud’un toplumsallaşmanın doğal eğilim ve dürtülerin aleyhine işleyen bir süreç olduğunu öngören psikolojik perspektifini, toplumsallaşmaya toplumun enteg- rasyonunda temel bir rol atfeden işlevselci perspektifle karşı karşıya getirmiştir. (...) Toplumsallaşma artık sadece çocukluğu (başlıca unsurları aile ve okuldur ) kapsayan bir olgu olarak görülmemektedir. Toplum- sallaşmanın tüm yaşam boyunca devam ettiği; ayrıca, bireylerin topluma uyum sağlamayı öğrenecekleri tek yönlü bir süreç olmadığı, insanların da kendi toplumsal rol ve yükümlülüklerini yeniden belirleyebilecekleri artık genel kabul gören bir düşüncedir.”

‘Sosyal’ terimi Latince socius sözcüğünden türetilmiştir. Socius’un anlamı ‘birliktelik’, ‘birlikte oluş’tur. Birisi gibi nasıl davranılacağını öğrenmek ve bir socius olmak içgüdüsü insan bireyinde doğuştan var olan bir ususiyettir. Kuşkusuz 30 günlük bir bebek ile 30 yaşındaki bir yetişkin arasında büyük farklılıklar var- dır. Zaman içinde gösterilecek fizik, ahlaki ve entelektüel değişiklikten başka, yetişkin olan kişi sosyolojik olarak da farklıdır. Kapasitesini sosyal bir kişi olarak değiştirmiştir. O; gruplar ve toplum içerisindeki yerini, konumunu, diğer bireylerle nasıl ilişki kurabileceğini, onlara karşı nasıl davranacağını öğrenir.

Kimi sosyologlara göre, doğuşla getirdiğimiz özelliklerimizin bir ‘hammadde’ olduğu görüşündedirler. Ancak bu kalıtımsal ya da biyolojik özelliklerimizin, bize nasıl bir katkıda bulundukları spekülatif değerlen- dirmeler konu olur.  Bu konuda kesin bir şey söylenememesinin elbette en önemli sebebi, hiç kimsenin top- lumsal etkenlerden etkilenmemiş ‘doğal’ bir insan/birey olarak ölçülemiyor oluşudur. Bu anlamıyla, belki de, doğru olan yaklaşım şudur: “Bireyin sosyalizasyonunda doğanın mı yoksa etiştirilmenin [terbiye] mi daha önemli olduğu tartışması gereksizdir. (...) En güvenilir bilimsel sonuçlara göre, bireysel kişinin sosyali- zasyonunda hem doğa, hem de yetiştirilme katkıda bulunmaktadır.”

‘Doğa mı yoksa terbiye mi’ tartışmasıyla ilgili olarak, Anthony Giddens, “Çocuklar acaba bir biçimde, yetişkin insanların etkisi olmadan yetiştirilselerdi ne olurdu?” diye sorar ve “Hiç bir insanın, bir deney ola- rak, çocuğunu insan etkisi olmadan büyütemeyeceği ortadadır. Yine de, ilk yıllarını olağan insan ilişkile- rinden uzak geçiren çocukların söz konusu olduğu, çokça tartışılmış örnekler de vardır.”3 diyerek Aveyron Yabani Çocuğu’ örneğini zikreder. Nedir bu örnek? Giddens’ten okuyalım:

“Ocak 1800de, güney Fransadaki Saint-Serin köyünün yakınlarındaki ormanda garip bir yaratık görüldü. Kısa zamanda, dik yürümesine karşın insandan çok hayvana benzeyen bu yaratığın on bir-on iki yaşlarındaki bir erkek çocuğu olduğu belirlendi. Çocuk, tiz ve garip çığlıklarla konuşmaktaydı. Çocuğun bir temizlik duygusundan yoksun olduğu, istediği yer ve zamanda kendini rahatlattığı görülüyordu. Ço- cuk yerel polise teslim edilerek yakındaki bir yetimler yurduna kondu. İlk zamanlarda, sürekli kaçmaya çalışıyor ve kolayca yeniden yakalanıyordu. Elbise giymeyi reddediyor, giydirildiği zaman da bunları yırtıyordu. Onun kendi çocukları olduğunu düşünen kimse de çıkmadı.

Çocuk, herhangi bir olağandışılık sonucu vermeyen titiz bir tıbbi muayeneden geçirildi. Bir ayna gösterildiğinde, aynadaki imgeyi farketmiş görünse de kendisini tanıyamamıştı. Bir keresinde, aynada gördüğü bir patatesi almak için ellerini aynaya doğru uzatmıştı (patates gerçekte başının arkasında tutulmaktaydı). Bir kaç denemeden sonra, kafasını eriye çevirmeden, elini omuzunun arkasına uzatarak patatesi aldı.

(...)

Çocuk daha sonra Parise götürüldü ve onu ‘hayvandan insana’ çevirmek için sistematik bir çaba gösterildi. Bu çaba yalnızca kısmen başarılı olmuştu. Tuvalet eğitimini öğrendi, elbiselerini giymeyi kabul etmeye başladı ve kendi kendine giyinmeyi öğrendi. Yine de, oyuncaklar ya da oyunlarla ilgilenmiyordu ve bir kaç sözcükten fazlasında da ustalık elde edemedi. Davranışlarının ve tepkilerinin ayrıntılı betimlemelerine dayanarak, bunun nedeninin zeka geriliği olmadığını söyleyebiliriz. İnsanca konuşmada tam ustalık kazanmakla ya ilgilenmiyor ya da bunu beceremiyordu. Çok az bir ilerleme gösterdi ve 1828de kırk yaşlarındayken öldü.”4

Buna benzer başka örneklerin olduğunu da belirtelim. Yabani çocuklarla ilgili belki de bilinen en popüler hikaye, 1920de J. A. L. Singh tarafından bir kurt ininde uyurken bulunan, kurtlar tarafından büyütülmüş Amala (1,5 yaşında) ve Kamala (8 yaşında) adı verilen iki kız çocuğuna ait olandır. Singh tarafından yaka- landıktan sonra, bir yetimhaneye bırakılan bu çocukların davranışları ve görünümleri kurt gibidir. Dört
ayak üzerinde hareket ediyor ve dizleriyle avuç içleri nasır bağlamış durumdadır. Çiğ ete bayılmakta ve fırsatını bulduklarında çalmaktadırlar. Suyu dilleriyle içmekte ve yiyeceklerini çömelmiş vaziyette yemektedirler. Dilleri kalın ve kırmızı dudaklarından dışarı sarkmış ve kurt gibi solumaktadırlar. Gece yarısı asla uyumamakta, sinsi sinsi av arar gibi dolaşmakta ve ulumaktadırlar. Bir sincap gibi çok hızlı hareket etmek- tedirler ve onlara yetişip yakalamak çok güçtür. İnsandan tümüyle uzak durmakta ve eğer yaklaşılırsa dişle- rini göstermektedirler. İşitme duyuları çok duyarlı ve bir etin kokusunu çok uzaklardan duyabilecek kadar koklama hisleri gelişmiştir. Gündüzleri çok iyi göremezken geceleri daha iyi görebilmektedirler. 1921’in Ey- lülünde ikisi birden hastalanır ve Amala ölür.

Sing Kamalayı elinden geldiğince eğitmiştir. İki yılda ona yürümeyi ve tuvalet eğitimini vermiştir. Yine de heyecanlandığında ya da korktuğunda dört ayak üzerine gelmiştir. Üç yıl kadar sonra Kamala yaklaşık bir düzine kelime öğrenebilmişti. İlerleyen yıllarda kelime dağarcığı kırka kadar ulaşmıştı. Bununla birlikte kelimeleri telaffuzunda yaşıtlarına göre çok geriydi. Genellikle kelimelerin yarısını söylemekteydi. Örneğin Hintçe kedi (biral) demek için bil, tabak (thala) demek için tha demekteydi. O da 17 yaşında öldü.

Bir örnek de ülkemizden: Adanada iki avcı bir dişi ayıyı öldürür ve aniden uzun saçlı bir yaratık tarafın- dan saldırıya uğrarlar. Yaratığı zorlukla zapt eder ve bağlarlar. Kendilerine saldıran bu yaratığın küçük bir kız olduğunu anlarlar. Adanada ormanda bulunan ayılar tarafından büyütülmüş bir kız çocuğudur. Yapılan araştırmalar sonucunda çocuğunun, bulunduğu tarihten 8 yıl evvel, ormanda çalı çırpı toplarken çocuğunu kaybeden annesi de bulunmuş ve çocuk, Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’ne götürülmüş. Çocu- ğun akıbeti hakkında daha fazlaca bir malumat yok.



Toplumsallaşma [Türkçe literatürde ‘sosyalleşme’ veya ‘sosyalizasyon’ olarak da kullanılmaktadır ], bire- yin çevresindekilerle etkileşim sürecidir. Bu, sosyal davranış örüntülerinin kabulü ile sonuçlanan bir süreç- tir. Fakat bu sonuçlanma, kişinin birey olarak bittiği, durduğu anlamına gelmez. Birey, hayatının ilk anla- rından itibaren toplumsal bir kişidir ve hayat boyu süren bir uyarlama ve değişime maruz kalır. Bu gelişme, sadece bireyin çocukluğu, ergenliği, yetişkinliği ya da yaşlılığı gibi biyolojik –ve aynı zamanda toplumsal/ kültürel- hayatının farklı aşamalarında görülmez; bir kültürden bir başka kültüre, bir sosyal statüden bir başka sosyal statüye, bir meslekten bir başka mesleğe geçen kişilerde de görülebilir.

“Toplumsallaşma, insanın başka insanlarla karşılıklı etkileşim sonunda belli bir toplumun “yapma”, “duyma” ve “düşünme” biçimlerini öğrenmesi ve içselleştirmesi sürecidir.”5 Toplumsal hayat için gerekli olan bireysel beceriler, disiplinli davranışlar, amaçlar ve nihayet bireysel davranışı başkalarının davranışla- rıyla bütünleştirmeyi sağlayan uyum toplumsallaşma sürecinin kapsamına girer.

Toplumsallaşma iki açıdan tanımlanabilir: “Nesnel olarak, birey üzerinde eylemde bulunan toplum açı- sından ve öznel olarak, topluma tepkide bulunan birey açısından. Nesnel olarak sosyalizasyon, toplumun kültürün bir kuşaktan diğerine geçirildiği ve bireyin, örgütlenmiş sosyal yaşamın kabul edilmiş ve onay- lanmış yollarına uyarlandığı bir süreçtir. Nesnel sosyalizasyonun işlevi belirli bir toplumun sahip olduğu
yaşama deseni’ni, değerleri ve hedefleri bireylerin yavyavaş benimsemesi için, özellikle de bireylerin top- lumda yerine getirmek zorunda oldukları sosyal rolleri öğrenmeleri için, bireylerin gereksindiği hüner ve kuralları geliştirmektir. (...) Öznel olarak sosyalizasyon, bireyin çevresindeki kişilere uyarlanması sırasında bireyde cereyan eden bir öğrenme sürecidir. Kişi içinde yaşadığı toplumun alışkanlıklarını alır. Çocukluk- tan başlayarak adım adım ‘toplumca kırılmış’ bir hale gelir. Kişi bir göçmen ise, yeni toplumuna sosyolojik anlamda ‘doğallaştırılır’. Sosyalizasyon yaşam boyu süren bir süreçtir. Bilinçaltı uyumluluğun bir çeşididir ve her yer, her kültür, her zaman ve her toplum için söz konusudur. Kişinin gelişigüzel bir dünya vatandaşı veya insan toplumunun genel bir üyesi olması diye bir şey olamaz. Sosyalizasyon sürecinin işleyişi ile kişi
bir Amerikalı, Meksikalı, Fransız vs. olur.”

Toplumsallaşmanın iki tarafı vardır ve bu iki taraf için de toplumsallaşma farklı fonksiyonlar icra eder. Bu taraflardan biri olan birey açısından toplumsallaşmanın sonucu, kişiliğin gelişimi ve gerçekleşmesi, biyo- lojik organizmanın insanlaşması, benlik ve kimlik edinmesidir. Toplumsallaşmanın diğer tarafı olan toplum açısından ise, kültürün kuşaklar arasında aktarılması, topluma yeni katılan insanların yaşam düzenine uy- durulması ve böylelikle de toplumun devamını sağlama işlevini görür.


Sosyal bilimler, insan ve toplum hayatını kendi ilgi alanları, başka bir deyişle inceleme konuları kapsa- mında/çerçevesinde açıklama eğilimindedirler. Örneğin, bir iktisatçı için her şeyin temelinde iktisadi gü- düler ve olaylar vardır. Psikolog her şeyin temelini bireyin iç dünyası ile, bireyin özellikleri ile açıklamaya çalışır. Buna benzer olarak sosyolojinin egemen yaklaşımları da, dünyayı toplumu önceleyerek açıklar. Bu açıklama biçiminde birey, toplumsal yapı ve kurumlar tarafından belirlenmektedir. Bir anlamda bireyin öz- gürlük alanı yok gibidir. Psikolojide toplumsal olayların oluşumunda bireyin abartılı rolünden bahsedilmesi gibi, sosyolojide de –abartılı bir biçimde- bireyin toplum tarafından belirlenmesi söz konusu edilmektedir. Ancak belki toplumsal olaylara pek çok etmenin birlikte işbirliği içerisinde bulundukları bir süreç olarak bakmakta daha fazla yarar vardır. Toplumsal hayatın kurumlaşması, gelişmesi ve değişmesi iktisadi, birey- sel, biyolojik ve kültürel pek çok faktör tarafından etkilenerek oluşur.

Her ne kadar insan belli bir toplum içerisine doğar ve o ortam tarafından şekillendirilirse de, toplumla bireyin ilişkisi tek taraflı bir ilişki değildir. Birey, gelişiminin herhangi bir evresinde toplumun kendisine önerdiği kültür ve toplumsal davranış kalıplarını ret edebilir. Ya da, değiştirebilir, yerine yenisini önerebilir. Böylelikle de toplumsal yapıda bazı değişimler gerçekleştirilebilir. Fakat daha da önemlisi, birey hayatının her anında, içine doğduğu toplumda hazır bulduğu, gündelik hayatını ve toplumsal ilişkilerini kurma ve sürdürme imkanı sağladığı ‘kuralları’ işleyerek yorumlamakta, yeniden-üretmekte ve yeniden-tedavüle sokmaktadır. Birer toplumsal kişilik olan bireyler arasında yaşanan etkileşim sonucunda, başka bir deyişle, bireylerin kimi zaman hissedilemeyecek düzeyde yavaş ilerleyen bir süreçte, mevcut kuralların, normların içeriğini değiştirdiği, yeni anlamlar yükledikleri, toplumsal düzen içerisindeki değerlerini, anlamlarını ve önemlerini etkiledikleri söylenmelidir. “Dolayısıyla toplumsallaşmayla ilgili her anlayış, bu sürecin toplum- sal değişimle ilintisini dikkate almak zorundadır.”7

Toplum ve birey arasındaki ilişki doğal, normal ve mutlak bir ilişki değildir. İnsan/birey, üstüne kültürün ya da toplumsal düzenin, toplumsal normların yazıldığı boş bir levha değildir. Onun biyolojik ya da psikolojik özellikleri, toplumsallaşma sürecinden dışlanabilir bir nitelik arz etmez. Toplumsallaştırıcılar, bireyin bu özelliklerini dikkate almak zorundadırlar. Birey de, ayrıca, değerleri süngerin suyu çekmesi gibi almaz. Hayatın belli bir evresinde değerleri olduğu gibi kabul de edebilir, ret de edebilir ya da uyumsal bir süreçte değişiklikler de yapabilir. Kısacası, toplumla bireyin ilişkisi, kuklacıyla kuklaların ilişkisi gibi değil- dir. Sapkın ve uyumsuz davranışların da gösterdiği gibi, açıklanması gereken pek çok karmaşık, sorunsal- larla dolu ve karşılıklı bir etkileşim niteliği taşımaktadır.

Kolaylıkla anlaşılacağı gibi, toplumsallaşma çeşitli ortam ve gruplarda, başka insanlarla etkileşim içeri- sinde ve sonucunda gerçekleşir. Toplumsallaşmanın aracısı adı verilebilecek olan bu gruplar; bireyi, hem ken- disine göre, hem de kendisinin de içinde bulunduğu toplumsal çerçeveye uyacak şekilde toplumsallaştırır.

İlk ve en etkili toplumsallaşma aracısı aile ya da akrabalık grubudur. Bireyin, daha bebekliğinden itibaren, ihtiyaçlarını karşılayan ana-baba, kardeşler, büyük anne-büyükbaba ve bazen de başka akrabalar, bireyin gelecekteki gelişiminde önemli etkilerde bulunan ilk ve en yakın ilişkileri kurarlar. Aile; bir zamanlar sahip olduğu işlevlerin pek çoğunu okul, hastane, devlet gibi kurumlara kaptırmasına rağmen yine de en etkili toplumsallaşma aracısıdır. Bazı toplumlarda ailenin yerini almaya çalışan başka bazı kurumlarla da karşılaş- maktayız. İsraildeki Kibbutz uygulamaları gibi.

İkinci toplumsallaşma aracısı arkadaş gruplarıdır. “Genellikle otoriteye dayanan ve geleneksel değerleri vurgulayan ailenin aksine, arkadaş grubu, daha eşitlikçi bir yaşantıyı sağlama görünümündedir. (Arkadaş gruplarının da zaman zaman baskıcı ve aşırı istemci olduğu unutulmamalıdır.) Bu yüzden, yetişkinlerle ilişkilerde yasaklanan davranışları gerçekleştirerek bağımsız bir kimlik edinme olasılığını sunan önemli bir toplumsallaşma aracısı niteliğindedir.”8 Bu çerçevede, akran grupları ve arkadaş grupları arasında oynanan
‘oyunların, çocuğu toplumsal yaşantıya hazırlama ve bu anlamda da ‘toplumsallaştırma’ bağlamındaki et- kisi dikkat çekicidir: Belli kurallar dahilinde bir rekabet/yarışma duygusu, paylaşma, çatışma, biz ve öteki algısı vs...

Üçüncü bir diğer önemli toplumsallaşma aracısı okuldur. Okul, tüm tarih boyunca önemini korumuş bir toplumsal kurumdur. Fakat okulun işlevi, amaçları ve kapsamı zamanla ve toplumdan topluma değişiklikler göstermiştir. Sümerdeki okulla günümüzün okulu arasında fonksiyon, amaçlar ve kapsam açılarından elbette pek çok farklılık vardır. Ancak temelde bireyin belli toplumsal hizmetleri/görevleri yerine getirmesi için hazırlanması ve dolayısıyla da toplumsallaşma aracısı olma işlevini sürdürmektedir. Kreş ve ana oku- lu gibi uygulamalarla okulda geçen zamanın erkene alınması ve yüksek öğretimle de uzatılmasının so- nucu olarak, okulun bireyin toplumsallaşması sürecindeki etkisi ve önemi günümüzde daha da artmıştır. Bu çerçevede, eğitim ve okul hakkında pek çok farklı yaklaşım ve teorinin bulunduğu hatırlanmalıdır.
(İlerleyen haftalarda, ‘Toplum ve Eğitim’ başlıklı dersimizde bu konu üzerinde ayrıca ve ayrıntılı bir şekilde durulacaktır.)

Çağdaş toplumlarda gündeme gelen bir diğer önemli toplumsallaşma aracısı da kitle iletişim araçları olmuştur. Belli olaylar karşısında nasıl davranılması gerektiğine ilişkin belli rollerin sunulması, algılama, kavrama ve yorumlama noktalarında yönlendirici olması, değer yargılarının oluşumunda önemli bir rol üstlenmiştir. Haber programlarının, TV dizilerinin, çizgi film ya da çizgi roman gibi kültür-sanat ürünleri- nin bireyler üzerindeki etkilerinden bu bağlamda söz edebiliriz. Kitle iletişim araçlarının kullanımı modern toplumlarda pek çok incelemeye konu edilmiştir. Özellikle kültür ürünlerinin üretilme ve dağıtım süreçleri,
‘kültür endüstrisi’ adı verilen devasa bir sektör ortaya çıkarmıştır. Kültür sosyolojisi ve kültürel incelemeler,
20. yüzyılın ortalarından itibaren sosyolojinin önemli inceleme alanlarından birisi olarak sivrilmiştir. (Bu
çerçevede, Eleştirel Teori’nin [Frankfurt Okulu kuramcılarının], Birmingham Kültürel İncelemeler Merke-
zi’nin başlattıkları ve geliştirdikleri kültür ve kültür endüstrisi incelemeleri, iletişim sosyolojisi çalışmaları
hatırlanmalıdır. Bu çalışmalar ve yaklaşımlar, ilerleyen haftalarda değerlendirmeye çalışacağımız ‘Toplum
ve Kültür’ başlıklı derslerimizin konusunu oluşturacaktır.)

Bu toplumsallaşma aracılarının verimli olabilmeleri, ancak aralarındaki uyum ve işbirliği ile mümkün olabilmektedir. Ancak normal hayatta bu uyumlu işbirliğini her zaman görmek pek mümkün olmamakta- dır. Aile ile kitle iletişim araçları ya da aile ve okulda verilen eğitimle arkadaşlık gruplarında edinilen de- ğerlerin, bilgilerin ya da kanaatlerin arasında önemli farklılıklar ve dolayısıyla da önemli çatışmalar ortaya çıkabilmektedir. Bu durum toplumda mutlak anlamda bir uyumun, ahengin olmadığını ya da olamayabile- ceği anlamına gelmektedir. Söz konusu çatışmalı ortam da, ya toplumsal hayatta ya da bireylerin iç dünyala- rında önemli kırılmalar, psikolojik ya da toplumsal sıkıntılar doğurabilmektedir.


Toplumsallaşma sürecinin en önemli ögelerinden biri dolaysız öğretim ya da uyarıdır. Bu ‘şunu yap’,
‘şunu yapma’ gibi doğrudan komutlar şeklinde olabilir. Ya da belli davranışların ya da becerilerin içselleş-
tirilmesini sağlamayla dönük çeşitli yaptırım ve ödüllendirmeler ile pekiştirilir. Toplumsallaşma sürecinin
önemli bir kesimi de dolay, toplumsal ortamlarda gizli anlamlar çerçevesinde oluşur. Daha çok, kimlik ve
kimliğin oluşumu problemi etrafında oluşan bir tartışmadır bu. Bireyin kimliğinin oluşumunda etkili olan
bir unsur da, aynı zamanda, kendisine örnek aldığı kişilerdir. Bütün bu anlatılanlar doğrultusunda toplum-
sallaşmayı bireyin yaparak, deneyerek-yanılarak, karmaşık etkileşimler ve duygusal ilişkiler içinde gerçek-
leştirdiği bir süreç olarak tanımlamak mümkündür.

Benlik ve Toplumsal Benlik

Toplumsallaşma sürecinde benlik ya da bireyin kendi kişisel ve toplumsal kimliği hakkındaki duygu ve anlayışları önemli yer tutar. Bireyler, toplum içerisinde çeşitli rol beklentileri ve kültürleri hakkında bilgile- rini ve deneyimlerini çeşitlendirirken, aynı zamanda kendilerini de tanıma imkanı bulurlar. Bu anlamda, bi- reyler, benliklerini –toplumsallaşma süreci gibi- yavyavaş oluştururlar. “Benlik veya kendilik insanın kim ve nasıl olduğu hakkındaki algılamalarının bir organizasyonudur.”9 “Benlik birtakım yaşantılar sonunda kazanılan bir yapı, bir oluşumdur. Çocuk, büyüme sürecinde giderek kendini diğer insanlardan ve nesne- lerden ayırmayı öğrenir. Böylece ‘öz’ ya da ‘benlik’ kavramı oluşur. (...) bu farkında oluş, bu idrak onun öz benliğini oluşturur. Demek ki ‘öz-benlik’ insanı kendisi yapan ve diğer kişilerden ayıran duygular, fikirler, niyetler ve değerlendirmelerin bir yığınıdır. Kişiye dün ve bugün, çok muhtemel olarak yarın, aynı kişi ol- duğunu ve olacağını bildiren şeydir.”10

George Herbert Mead (1863-1931), toplumsal deneyimin bir bireyin kişiliğini nasıl geliştirdiğini açıkla- ma çabası içerisinde oldu. Mead’in de temel kavramı benliktir. Fakat onu farklı kılan husus, benliği toplum- sal deneyimin bir ürünü olarak görmesidir. Meadde benlik  ya da kendilik bir toplumsal yapıdır ve toplumsal tecrübeleri sonucunda ortaya çıkar. Meade göre: (1) Benlik doğuştan gelmez, zamanla gelişir. (2) Benlik, bireyler diğer bireylerle iletişime girdikçe, yani toplumsal deneyim ile gelişir. (3) Toplumsal deneyim, sem- bollerin değişimi ile gerçekleşir. Sadece insanlar anlam yaratmak için kelime kullanır, jestlerde bulunur.
(4) Anlam çıkarma çabası içerisinde olmak, diğer bireylerin niyetini anlamaya sebebiyet verir. (5) Bir niyeti anlamak, bir durumu başkaları açısından değerlendirebilmeyi gerekli kılar. Semboller kullanarak, kendi- mizi diğer bireylerin yerine koyar, o kişinin bizi gördüğü gibi kendimizi görebiliriz. O nedenle de, harekete geçmeden bile diğer bireylerin bizim hakkımızda ne düşündüğünü tahmin edebilir ve ona uygun davrana- biliriz. Diğer insanlar, bu anlamda, kendimizi görebileceğimiz bir aynadır. Bu konu, Charles Horton Cooley (1864-1929) tarafından da vurgulanan bir husustur. O, bu durumu, ayna benlik kavramıyla açıklar. Ona göre
‘ayna benlik’ ya da ‘aynada akseden ben’, ‘insanların bizi nasıl gördüğünü düşünmemize dayanan benlik ima- jıdır.11 (6) Diğer bir kişinin rolünü alarak kendimizin farkına varırız. Başka bir deyişle, diğer insanların ro- lünü üstlenmekle kendi benliğimizi geliştirmemiz mümkün olur. Çocuklar ise, sınırlı toplumsal tecrübeleri nedeniyle, bunu taklit etme yolu ile yaparlar. Meade göre, benlik iki bölümden oluşur: ‘I/Ferdî Ben’ ve ‘Me/ Sosyal Ben’. ‘I/Ben’ olarak bir şeyi yapmaya karar veririz ve daha sonra hareketimizi diğer bireyleri dikkate alarak şekillendiririz. Diğerleri (1) genelleştirilmiş ötekiler ve (2) anlamlı ötekiler olarak ikiye ayrılır Meadde. Hareketlerimizi daha çok da, bu anlamlı ötekileri dikkate alarak düşünür ve yaparız.

Benliğin oluşumu ve sosyal benliğin gelişimine ilişkin yaklaşımlar elbette Mead’in düşünceleriyle sınırlı değildir. Sigmund Freud’un kişilik modelleri ve kişiliğin gelişimine ilişkin yaklaşımları, Charles H. Coo- ley’in ayna benlik ve birincil gruplar-ikincil gruplar ayrımı, Jean Piaget’in Bilişsel Gelişim Kuramı, Lawrence Kohlberg’in Ahlaksal Gelişim Kuramı, Carol Gilligan’ın Cinsiyet ve Ahlakî Gelişim Kuramı gibi yaklaşımlar da, netice itibariyle, tüm hayat boyu devam eden karmaşık bir süreç olarak toplumsallaşmanın nasıl gerçek- leştiğine ilişkin öne çıkan farklı açıklama biçimleridir.12

Benliğin kazanılması, toplumun dışsal bir gerçeklik olmayıp içsel bir olgu da olduğunu bize kanıtlar. Bireyin dışındaki düzen, benlik yoluyla, bireyin içindeki kişisel düzene bağlanır. Bu bağlantının kurulması toplumsallaşma sürecinin temel bir parçasını oluşturmaktadır. Benliğin ortaya çıkışı insanın kendini, başka- larının onu gördüğü gibi görmesiyle olur ve toplumsal etkileşimlerle yaşantılar sırasında gerçekleşir. Bireyin benlik kavramı; toplumsal beklentilerin bireyin değer, tutum ve duygularıyla bağlanması sürecine temel
olan üç boyut taşır: “Bireyin, toplumsal ilişkiler içindeki yerini anlayış biçimi olan kimlik. Bireyin öz yetenek- leri, becerileri ve  nitelikleri konusundaki anlayışını oluşturan benlik simgesi. Ve bireyin olumlu ya da olum- suz öz-değeri konusundaki benlik saygısı. İnsanlar kendi davranışları ve özellikleri hakkında olumlu düşünmek isterler. Ama bu yargılar başkalarının yargılarına sıkı sıkıya bağlıdır.”13

Çocukluk döneminde yaşanan toplumsallaşma, bireylere, gündelik hayatlarını sürdürmelerini sağlayacak bilgi, beceri ve benlik kavramlarını sağlar; ancak bu toplumsallaşmanın tamamlandığı anlamına gelmez. İnsan hayatının ergenlik, annelik veya babalık, askerlik, meslek hayatı, yaşlılık vb. gibi her bir saf- hasında yeni toplumsal ilişkilere, dolayısıyla yeni becerilere, bilgilere ve benlik/kimlik algılarına sahip olur. Değişen yerel ya da küresel teknolojik, ekonomik, kültürel vs. değişimler her bir insan bireyi üzerinde farklı etkiler yapar.

Yetişkinlerin toplumsallaşması büyük ölçüde günlük yaşantılar çerçevesinde ve biçimselleşmemiş yol- larla olur. Ancak aynı işlevin halk eğitim merkezleri, okur-yazarlık seferberliği vb. gibi biçimsel kurumlar eliyle de gerçekleşmesi söz konusu olabilir. Bunun dışında Macionis’in tabiriyle ‘insanların toplumun diğer kesiminden izole edildiği ve idari görevliler tarafından yönlendirildiği bütüncül kurumlar14 eliyle de, ‘bireylerdeki öz-benlik kavramı, değerler, davranışlar temelden değiştirilmek’ amaçlanabilmektedir. Akıl hastaneleri, ha- pishaneler, ıslahevleri vb. gibi kurumlarla birey toplumsal çevresinden soyutlanarak yeniden-toplumsallaşma işlemine maruz bırakılabilmektedir.


 Doğumdan ölüme kadar hayatımızın her bir safhasında maruz kaldığımız toplumsallaşma konusu üzerinde durmaya çalıştık. Toplumsallaşmanın tanımı, toplumsallaşma aracıları, toplumsallaşma süreçleri, benliğin oluşumu ve yeniden-toplumsallaşma konuları üzerinde durduk.

Toplumsallaşma konusunun gündeme getirdiği önemli ve anlamlı tartışmalardan bir tanesi, bireyler ola- rak bu toplumsal işleyiş içerisinde özgür olup olmadığımız ya da ne kadar özgür olduğumuzdur.  Sosyolog- ların bu konudaki cevapları elbette, birey ve toplum anlayışlarına, siyasal görüşlerine, inançlarına vb. bağlı olarak değişiklikler gösterir:

“Politik liberal görüş, bireylerin toplumda özgür olmadığını söyler. Aslında sosyal yaratıklar olarak da hiç bir zaman özgür olamayız. Üzerimizdeki bir güçle yaşamak zorundaysak, sınıf farklılıklarını ortadan kaldırıp, azınlıkların içine kadını da dahil edip engelleri azaltarak, dünyamızı yaşamaya uygun hale getire- bilmek önemli bir şeydir. Muhafazakar kesim, toplumun hayatımızı şekillendirdiği hakkında hemfikirdir, ama özgür olduğumuzu, çünkü toplumun hayallerimize söz geçiremeyeceğini belirtir.”15


Bu tartışmanın daha da ötesine giderek, toplumun bu işleyişini daha radikal değerlendiren yaklaşımlar da mevcuttur. Bu çerçevede Louis Althusser’in İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları (çev. Yusuf Alp ve Mahmut Özışık, 3. Baskı, İstanbul: İletişim Yay., 1991) adlı eserinde sergilediği yaklaşım ya da Michel Fou- cault’nun iktidar ve söylem analizleri, toplumsallaşma ve toplum içerisinde bireyin ne kadar özgür olduğu meselelerine bütünüyle farklı bir cepheden de bakılabileceğini ve açıklanabileceğini bize gösterir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder