Birey
ile Toplum, birbirinden ayrı düşünülemeyen
ancak hangisinin belirleyici olduğu hususu hala tartışmalı olan sosyolojinin iki
temel kavramıdır.
Her
insanın biyolojik bir varlık olduğu
kadar toplumsal bir varlık, bir
kültür taşıyıcısı, içinde yaşadığı
top- lumun bir ürünü olduğu açıktır. Toplum da, kültür de bireylerin davranışlarıyla var olurlar, daha
doğru, bireyin davranışlarında kendilerini açık ederler. Fakat açık olan bir
şey daha vardır: Toplum, bireyden
önce vardır ve onu aşar. Ancak bu
önceden var olmak, toplumun bireyden
daha aşkın ve varlığını hiç bir şekilde bireye borçlu olmayan bir şey olduğu anlamına gelir mi? Klasik sosyal teori, büyük ölçüde, bu tartışmada ‘toplumun
bireyden bağımsız bir varlık’, ‘bireye dışsal bir varlık ve güç’ olarak
tanımlama eğiliminde ol- muştur. Özellikle çağdaş sosyoloji teorilerinde, daha
önceki derslerde görüldüğü üzere, bireyi toplum karşı- sında edilgen bir
konumda gören bu yaklaşımı aşma ve toplum ile bireyin etkinliklerini bir
noktada buluş- turma ve dengeleme
çabasına girişilmişti.
Her
insan bir grup içinde doğar. Toplumsal niteliklerini de bu grup içinde kazanır.
Bir toplumun yaşam tarzlarıyla o toplumda yaşamak için gereken bilgilerle değerler, gruplar aracılığıyla bireye
aktarılır. Ancak bu süreç, tek bir
toplum içerisinde dahi tek biçimde bir şekilde gerçekleşmez. Bu sürecin
‘uyumlu’ olma ihtimali gibi ‘uyumsuz’, olma ihtimali de mevcuttur. Toplumsal hayatta her an
karşılaştığımız çeşitlilik, top- lum-birey ilişkisinin yalnızca tek bir biçimde
olmadığını bize ifade ediyor.
Toplumsallaşma
İnsan; biyolojik, psikolojik ve
sosyo-kültürel varlığı ile belli bir zaman ve belli bir mekanda var olur.
İnsanın belirlenmesinde bir temel olarak biyolojik
yapının taşıdığı önem son derece
somuttur. Ancak insan, aynı zamanda, belki de her şeyden önce toplumsal bir varlıktır. Onu diğer canlılardan ayıran bir özelliği de,
toplumsal bir varlık oluşudur.
Her bir insan, yukarıda da ifade
edildiği üzere, bir grup içine doğar. Bir taraftan biyolojik büyüme sürecini
tamamlarken, öte yandan içine
doğduğu grubun/toplumun normları ile de tanışır. Bu toplumsal norlar ve değerler, bir anlamda, insanın gündelik
hayatını sürdürmesini kolaylaştıran kılavuzlardır; fakat öte yandan, insanı/bireyi sınırlandıran yanları da vardır.
Gerek bireyin hazır bulduğu bu normların
kolaylaştırıcı veya
sınırlayıcı etkileri, gerekse de insanın ge- lişmesinde tabiatın ve terbiyenin
(kalıtımın ya da toplumsal çevrenin)
göreceli önemleri, sosyolojide sonu gelmez tartışmaların konusudur. “Bu
tartışma, Freud’un toplumsallaşmanın doğal eğilim ve dürtülerin aleyhine işleyen
bir süreç olduğunu öngören psikolojik perspektifini, toplumsallaşmaya
toplumun enteg- rasyonunda temel bir rol atfeden işlevselci perspektifle karşı karşıya getirmiştir. (...) Toplumsallaşma artık sadece çocukluğu
(başlıca unsurları aile ve okuldur ) kapsayan
bir olgu olarak görülmemektedir. Toplum- sallaşmanın tüm yaşam boyunca devam ettiği; ayrıca,
bireylerin topluma uyum sağlamayı
öğrenecekleri tek yönlü
bir süreç olmadığı, insanların da kendi toplumsal rol ve yükümlülüklerini yeniden
belirleyebilecekleri artık genel
kabul gören bir düşüncedir.”
‘Sosyal’
terimi Latince socius sözcüğünden türetilmiştir. Socius’un anlamı ‘birliktelik’, ‘birlikte oluş’tur.
Birisi gibi nasıl davranılacağını öğrenmek ve
bir socius olmak içgüdüsü insan
bireyinde doğuştan var olan bir ususiyettir. Kuşkusuz 30 günlük bir bebek ile 30 yaşındaki bir yetişkin
arasında büyük farklılıklar var-
dır. Zaman içinde gösterilecek fizik, ahlaki
ve entelektüel değişiklikten başka, yetişkin olan kişi sosyolojik olarak
da farklıdır. Kapasitesini sosyal bir
kişi olarak değiştirmiştir. O; gruplar ve
toplum içerisindeki yerini,
konumunu, diğer bireylerle nasıl
ilişki kurabileceğini, onlara karşı nasıl davranacağını öğrenir.
Kimi sosyologlara göre, doğuşla
getirdiğimiz özelliklerimizin bir ‘hammadde’ olduğu görüşündedirler. Ancak bu
kalıtımsal ya da biyolojik
özelliklerimizin, bize nasıl bir katkıda bulundukları spekülatif değerlen-
dirmeler konu olur. Bu konuda kesin bir
şey söylenememesinin elbette en önemli sebebi, hiç kimsenin top- lumsal
etkenlerden etkilenmemiş ‘doğal’ bir insan/birey olarak ölçülemiyor oluşudur.
Bu anlamıyla, belki de, doğru olan yaklaşım şudur: “Bireyin sosyalizasyonunda doğanın mı yoksa etiştirilmenin [terbiye] mi daha önemli olduğu tartışması
gereksizdir. (...) En güvenilir
bilimsel sonuçlara göre, bireysel kişinin sosyali-
zasyonunda hem doğa, hem de yetiştirilme
katkıda bulunmaktadır.”
‘Doğa mı yoksa terbiye mi’ tartışmasıyla ilgili olarak, Anthony
Giddens, “Çocuklar acaba bir biçimde, yetişkin
insanların etkisi olmadan yetiştirilselerdi
ne olurdu?” diye sorar ve “Hiç bir insanın, bir deney ola- rak,
çocuğunu insan etkisi olmadan büyütemeyeceği
ortadadır. Yine de, ilk yıllarını
olağan insan ilişkile- rinden uzak geçiren çocukların söz konusu olduğu, çokça
tartışılmış örnekler de vardır.”3 diyerek
‘Aveyron Yabani
Çocuğu’ örneğini zikreder. Nedir bu örnek? Giddens’ten okuyalım:
“Ocak 1800’de, güney Fransa’daki
Saint-Serin köyünün yakınlarındaki
ormanda garip bir yaratık görüldü.
Kısa zamanda, dik yürümesine karşın insandan çok hayvana benzeyen bu yaratığın on bir-on iki yaşlarındaki bir erkek çocuğu olduğu
belirlendi. Çocuk, tiz ve garip
çığlıklarla konuşmaktaydı. Çocuğun bir temizlik duygusundan yoksun olduğu,
istediği yer ve zamanda kendini rahatlattığı
görülüyordu. Ço- cuk yerel
polise teslim edilerek yakındaki bir yetimler yurduna kondu. İlk zamanlarda,
sürekli kaçmaya çalışıyor ve kolayca yeniden yakalanıyordu.
Elbise giymeyi reddediyor, giydirildiği zaman da bunları yırtıyordu. Onun kendi
çocukları olduğunu düşünen kimse de çıkmadı.
Çocuk, herhangi bir olağandışılık
sonucu vermeyen titiz bir tıbbi muayeneden
geçirildi. Bir ayna gösterildiğinde, aynadaki imgeyi farketmiş görünse de kendisini
tanıyamamıştı. Bir keresinde, aynada
gördüğü bir patatesi almak için ellerini aynaya
doğru uzatmıştı (patates gerçekte başının arkasında tutulmaktaydı). Bir kaç
denemeden sonra, kafasını eriye
çevirmeden, elini omuzunun arkasına uzatarak patatesi aldı.
(...)
Çocuk daha sonra Paris’e
götürüldü ve onu ‘hayvandan insana’ çevirmek için sistematik bir çaba gösterildi. Bu çaba yalnızca kısmen başarılı olmuştu. Tuvalet
eğitimini öğrendi, elbiselerini giymeyi kabul etmeye başladı ve kendi
kendine giyinmeyi öğrendi. Yine de,
oyuncaklar ya da oyunlarla ilgilenmiyordu ve
bir kaç sözcükten fazlasında da ustalık elde edemedi. Davranışlarının ve tepkilerinin ayrıntılı betimlemelerine
dayanarak, bunun nedeninin zeka
geriliği olmadığını söyleyebiliriz.
İnsanca konuşmada tam ustalık kazanmakla ya
ilgilenmiyor ya da bunu beceremiyordu.
Çok az bir ilerleme gösterdi ve 1828’de kırk yaşlarındayken
öldü.”4
Buna benzer başka örneklerin olduğunu
da belirtelim. Yabani çocuklarla
ilgili belki de bilinen en popüler hikaye,
1920’de J. A. L. Singh tarafından bir kurt ininde uyurken bulunan, kurtlar
tarafından büyütülmüş Amala (1,5 yaşında)
ve Kamala (8 yaşında) adı verilen
iki kız çocuğuna ait olandır. Singh tarafından yaka- landıktan sonra, bir yetimhaneye bırakılan bu çocukların davranışları ve görünümleri kurt gibidir. Dört
ayak üzerinde hareket ediyor ve dizleriyle avuç içleri nasır bağlamış durumdadır. Çiğ ete bayılmakta ve fırsatını
bulduklarında çalmaktadırlar. Suyu dilleriyle
içmekte ve yiyeceklerini çömelmiş vaziyette yemektedirler.
Dilleri kalın ve kırmızı
dudaklarından dışarı sarkmış ve kurt
gibi solumaktadırlar. Gece yarısı
asla uyumamakta, sinsi sinsi av arar gibi dolaşmakta ve ulumaktadırlar. Bir sincap gibi çok hızlı hareket etmek-
tedirler ve onlara yetişip yakalamak
çok güçtür. İnsandan tümüyle uzak
durmakta ve eğer yaklaşılırsa dişle- rini
göstermektedirler. İşitme duyuları çok duyarlı
ve bir etin kokusunu çok uzaklardan
duyabilecek kadar koklama hisleri
gelişmiştir. Gündüzleri çok iyi göremezken geceleri daha iyi
görebilmektedirler. 1921’in Ey- lülünde ikisi birden hastalanır ve Amala
ölür.
Sing Kamala’yı elinden geldiğince eğitmiştir. İki yılda ona yürümeyi ve tuvalet
eğitimini vermiştir. Yine de heyecanlandığında ya da
korktuğunda dört ayak üzerine
gelmiştir. Üç yıl kadar sonra Kamala yaklaşık
bir düzine kelime öğrenebilmişti. İlerleyen
yıllarda kelime dağarcığı kırka kadar ulaşmıştı. Bununla birlikte kelimeleri
telaffuzunda yaşıtlarına göre çok geriydi. Genellikle kelimelerin yarısını söylemekteydi. Örneğin Hintçe
kedi (biral) demek için bil, tabak
(thala) demek için tha demekteydi. O da 17 yaşında öldü.
Bir örnek de ülkemizden: Adana’da
iki avcı bir dişi ayıyı öldürür ve
aniden uzun saçlı bir yaratık
tarafın- dan saldırıya uğrarlar. Yaratığı zorlukla zapt eder ve bağlarlar. Kendilerine saldıran bu yaratığın küçük bir kız olduğunu anlarlar. Adana’da
ormanda bulunan ayılar tarafından büyütülmüş bir kız çocuğudur. Yapılan araştırmalar sonucunda çocuğunun,
bulunduğu tarihten 8 yıl evvel,
ormanda çalı çırpı toplarken çocuğunu kaybeden annesi de bulunmuş ve çocuk, Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’ne
götürülmüş. Çocu- ğun akıbeti hakkında daha fazlaca bir malumat yok.
Toplumsallaşma
[Türkçe
literatürde ‘sosyalleşme’ veya
‘sosyalizasyon’ olarak da
kullanılmaktadır ], bire- yin
çevresindekilerle etkileşim sürecidir. Bu, sosyal
davranış örüntülerinin kabulü ile sonuçlanan bir süreç- tir. Fakat bu
sonuçlanma, kişinin birey olarak bittiği, durduğu
anlamına gelmez. Birey, hayatının
ilk anla- rından itibaren toplumsal bir kişidir ve hayat boyu süren
bir uyarlama ve değişime maruz kalır. Bu gelişme, sadece bireyin çocukluğu,
ergenliği, yetişkinliği ya da yaşlılığı
gibi biyolojik –ve aynı zamanda
toplumsal/ kültürel- hayatının
farklı aşamalarında görülmez; bir kültürden bir başka kültüre, bir sosyal statüden bir başka sosyal statüye,
bir meslekten bir başka mesleğe geçen kişilerde de görülebilir.
“Toplumsallaşma, insanın başka insanlarla karşılıklı
etkileşim sonunda belli bir toplumun “yapma”,
“duyma” ve “düşünme” biçimlerini
öğrenmesi ve içselleştirmesi
sürecidir.”5 Toplumsal
hayat için gerekli olan bireysel
beceriler, disiplinli davranışlar, amaçlar ve
nihayet bireysel davranışı
başkalarının davranışla- rıyla
bütünleştirmeyi sağlayan uyum
toplumsallaşma sürecinin kapsamına girer.
Toplumsallaşma iki açıdan
tanımlanabilir: “Nesnel olarak, birey
üzerinde eylemde bulunan toplum açı-
sından ve öznel olarak, topluma
tepkide bulunan birey açısından. Nesnel
olarak sosyalizasyon, toplumun
kültürün bir kuşaktan diğerine geçirildiği ve
bireyin, örgütlenmiş sosyal yaşamın kabul edilmiş ve onay- lanmış yollarına uyarlandığı bir süreçtir. Nesnel sosyalizasyonun işlevi belirli bir toplumun
sahip olduğu
‘yaşama deseni’ni, değerleri ve hedefleri bireylerin yavaş
yavaş
benimsemesi için, özellikle de bireylerin
top- lumda yerine getirmek zorunda
oldukları sosyal rolleri öğrenmeleri
için, bireylerin gereksindiği hüner ve kuralları geliştirmektir. (...) Öznel
olarak sosyalizasyon, bireyin
çevresindeki kişilere uyarlanması
sırasında bireyde cereyan eden bir
öğrenme sürecidir. Kişi içinde yaşadığı
toplumun alışkanlıklarını alır. Çocukluk- tan başlayarak adım adım ‘toplumca kırılmış’ bir hale gelir. Kişi bir
göçmen ise, yeni toplumuna
sosyolojik anlamda ‘doğallaştırılır’.
Sosyalizasyon yaşam boyu süren bir süreçtir. Bilinçaltı uyumluluğun bir
çeşididir ve her yer, her kültür, her zaman ve her toplum için söz konusudur. Kişinin
gelişigüzel bir dünya vatandaşı veya insan toplumunun genel bir üyesi olması diye bir şey olamaz. Sosyalizasyon
sürecinin işleyişi ile kişi
bir Amerikalı, Meksikalı, Fransız vs. olur.”
Toplumsallaşmanın iki tarafı vardır ve
bu iki taraf için de toplumsallaşma farklı fonksiyonlar icra eder. Bu
taraflardan biri olan birey açısından
toplumsallaşmanın sonucu, kişiliğin gelişimi ve
gerçekleşmesi, biyo- lojik organizmanın insanlaşması, benlik ve kimlik edinmesidir. Toplumsallaşmanın
diğer tarafı olan toplum açısından ise, kültürün kuşaklar arasında aktarılması,
topluma yeni katılan insanların yaşam düzenine uy- durulması ve böylelikle
de toplumun devamını sağlama işlevini
görür.
Sosyal
bilimler, insan ve toplum hayatını kendi ilgi alanları, başka bir
deyişle inceleme konuları kapsa- mında/çerçevesinde
açıklama eğilimindedirler. Örneğin, bir iktisatçı için her şeyin temelinde
iktisadi gü- düler ve olaylar vardır.
Psikolog her şeyin temelini bireyin iç dünyası
ile, bireyin özellikleri ile açıklamaya
çalışır. Buna benzer olarak sosyolojinin egemen yaklaşımları da, dünyayı
toplumu önceleyerek açıklar. Bu
açıklama biçiminde birey, toplumsal yapı
ve kurumlar tarafından
belirlenmektedir. Bir anlamda bireyin öz- gürlük alanı yok gibidir. Psikolojide
toplumsal olayların oluşumunda
bireyin abartılı rolünden bahsedilmesi gibi, sosyolojide de –abartılı bir
biçimde- bireyin toplum tarafından belirlenmesi söz konusu edilmektedir. Ancak
belki toplumsal olaylara pek çok
etmenin birlikte işbirliği içerisinde bulundukları bir süreç olarak bakmakta
daha fazla yarar vardır. Toplumsal hayatın kurumlaşması, gelişmesi ve
değişmesi iktisadi, birey- sel, biyolojik ve
kültürel pek çok faktör tarafından etkilenerek oluşur.
Her ne kadar insan belli bir toplum
içerisine doğar ve o ortam
tarafından şekillendirilirse de, toplumla bireyin ilişkisi tek taraflı bir ilişki değildir. Birey, gelişiminin
herhangi bir evresinde toplumun kendisine önerdiği kültür ve toplumsal davranış kalıplarını ret
edebilir. Ya da, değiştirebilir, yerine yenisini
önerebilir. Böylelikle de toplumsal yapıda bazı değişimler
gerçekleştirilebilir. Fakat daha da önemlisi, birey hayatının her anında, içine doğduğu toplumda hazır bulduğu,
gündelik hayatını ve toplumsal ilişkilerini kurma ve sürdürme imkanı sağladığı ‘kuralları’
işleyerek yorumlamakta, yeniden-üretmekte ve yeniden-tedavüle
sokmaktadır. Birer toplumsal kişilik olan bireyler
arasında yaşanan etkileşim sonucunda,
başka bir deyişle, bireylerin kimi
zaman hissedilemeyecek düzeyde yavaş
ilerleyen bir süreçte, mevcut
kuralların, normların içeriğini değiştirdiği, yeni
anlamlar yükledikleri, toplumsal düzen içerisindeki değerlerini, anlamlarını ve önemlerini etkiledikleri söylenmelidir. “Dolayısıyla toplumsallaşmayla ilgili her anlayış, bu sürecin toplum- sal değişimle
ilintisini dikkate almak zorundadır.”7
Toplum ve birey arasındaki ilişki doğal, normal ve mutlak bir ilişki değildir. İnsan/birey, üstüne kültürün ya
da toplumsal düzenin, toplumsal normların yazıldığı
boş bir levha değildir. Onun biyolojik ya
da psikolojik özellikleri, toplumsallaşma sürecinden dışlanabilir bir nitelik
arz etmez. Toplumsallaştırıcılar, bireyin bu özelliklerini dikkate almak
zorundadırlar. Birey de, ayrıca,
değerleri süngerin suyu çekmesi gibi almaz. Hayatın
belli bir evresinde değerleri olduğu gibi kabul de edebilir, ret de edebilir ya da uyumsal bir süreçte değişiklikler de yapabilir.
Kısacası, toplumla bireyin ilişkisi, kuklacıyla
kuklaların ilişkisi gibi değil- dir. Sapkın ve
uyumsuz davranışların da gösterdiği gibi, açıklanması gereken pek çok karmaşık,
sorunsal- larla dolu ve karşılıklı
bir etkileşim niteliği taşımaktadır.
Kolaylıkla
anlaşılacağı gibi, toplumsallaşma çeşitli ortam ve gruplarda, başka insanlarla etkileşim içeri- sinde ve sonucunda gerçekleşir. Toplumsallaşmanın aracısı adı verilebilecek olan bu gruplar; bireyi, hem
ken- disine göre, hem de kendisinin de içinde bulunduğu toplumsal çerçeveye
uyacak şekilde toplumsallaştırır.
İlk ve
en etkili toplumsallaşma aracısı aile ya da akrabalık grubudur. Bireyin, daha
bebekliğinden itibaren, ihtiyaçlarını
karşılayan ana-baba, kardeşler,
büyük anne-büyükbaba ve bazen de
başka akrabalar, bireyin gelecekteki gelişiminde önemli etkilerde bulunan ilk ve en yakın
ilişkileri kurarlar. Aile; bir
zamanlar sahip olduğu işlevlerin pek
çoğunu okul, hastane, devlet gibi
kurumlara kaptırmasına rağmen yine de en etkili toplumsallaşma aracısıdır. Bazı toplumlarda ailenin yerini almaya çalışan başka bazı kurumlarla da karşılaş- maktayız. İsrail’deki Kibbutz uygulamaları gibi.
İkinci toplumsallaşma aracısı arkadaş gruplarıdır. “Genellikle otoriteye dayanan
ve geleneksel değerleri vurgulayan ailenin aksine, arkadaş grubu, daha
eşitlikçi bir yaşantıyı sağlama
görünümündedir. (Arkadaş gruplarının da zaman zaman baskıcı ve aşırı istemci olduğu unutulmamalıdır.)
Bu yüzden, yetişkinlerle ilişkilerde
yasaklanan davranışları
gerçekleştirerek bağımsız bir kimlik edinme olasılığını sunan önemli bir
toplumsallaşma aracısı niteliğindedir.”8 Bu
çerçevede, akran grupları ve arkadaş grupları arasında oynanan
‘oyun’ların, çocuğu toplumsal yaşantıya
hazırlama ve bu anlamda da
‘toplumsallaştırma’ bağlamındaki et- kisi dikkat çekicidir: Belli kurallar
dahilinde bir rekabet/yarışma
duygusu, paylaşma, çatışma, biz ve öteki algısı vs...
Üçüncü bir diğer
önemli toplumsallaşma aracısı okuldur.
Okul, tüm tarih boyunca önemini korumuş bir toplumsal kurumdur. Fakat okulun
işlevi, amaçları ve kapsamı zamanla ve toplumdan topluma değişiklikler
göstermiştir. Sümer’deki okulla günümüzün okulu arasında
fonksiyon, amaçlar ve kapsam
açılarından elbette pek çok farklılık vardır. Ancak
temelde bireyin belli toplumsal hizmetleri/görevleri yerine getirmesi için hazırlanması ve dolayısıyla da toplumsallaşma aracısı olma işlevini sürdürmektedir. Kreş ve
ana oku- lu gibi uygulamalarla okulda geçen zamanın erkene alınması ve yüksek öğretimle de uzatılmasının so-
nucu olarak, okulun bireyin toplumsallaşması sürecindeki etkisi ve önemi günümüzde daha da artmıştır. Bu
çerçevede, eğitim ve okul hakkında pek çok farklı yaklaşım ve
teorinin bulunduğu hatırlanmalıdır.
(İlerleyen haftalarda, ‘Toplum ve Eğitim’ başlıklı dersimizde bu konu üzerinde
ayrıca ve ayrıntılı bir şekilde
durulacaktır.)
Çağdaş toplumlarda gündeme gelen bir
diğer önemli toplumsallaşma aracısı da kitle
iletişim araçları olmuştur. Belli olaylar
karşısında nasıl davranılması gerektiğine ilişkin belli rollerin sunulması,
algılama, kavrama ve yorumlama
noktalarında yönlendirici olması, değer yargılarının
oluşumunda önemli bir rol üstlenmiştir. Haber programlarının, TV dizilerinin,
çizgi film ya da çizgi roman gibi kültür-sanat ürünleri- nin bireyler üzerindeki etkilerinden bu bağlamda
söz edebiliriz. Kitle iletişim araçlarının kullanımı modern toplumlarda pek çok
incelemeye konu edilmiştir.
Özellikle kültür ürünlerinin üretilme ve
dağıtım süreçleri,
‘kültür endüstrisi’ adı verilen
devasa bir sektör ortaya çıkarmıştır. Kültür sosyolojisi ve kültürel incelemeler,
20. yüzyılın ortalarından
itibaren sosyolojinin önemli inceleme alanlarından birisi olarak sivrilmiştir.
(Bu
çerçevede, Eleştirel Teori’nin
[Frankfurt Okulu kuramcılarının], Birmingham Kültürel İncelemeler Merke-
zi’nin başlattıkları ve
geliştirdikleri kültür ve kültür
endüstrisi incelemeleri, iletişim sosyolojisi çalışmaları
hatırlanmalıdır. Bu çalışmalar
ve yaklaşımlar,
ilerleyen haftalarda değerlendirmeye çalışacağımız ‘Toplum
ve Kültür’ başlıklı derslerimizin konusunu oluşturacaktır.)
Bu toplumsallaşma aracılarının verimli olabilmeleri, ancak aralarındaki
uyum ve işbirliği ile mümkün
olabilmektedir. Ancak normal hayatta bu
uyumlu işbirliğini her zaman görmek pek mümkün olmamakta- dır. Aile ile kitle iletişim araçları ya da aile ve okulda verilen
eğitimle arkadaşlık gruplarında edinilen de- ğerlerin, bilgilerin ya da kanaatlerin arasında önemli
farklılıklar ve dolayısıyla da önemli çatışmalar ortaya çıkabilmektedir. Bu durum toplumda mutlak anlamda bir uyumun, ahengin
olmadığını ya da olamayabile- ceği anlamına gelmektedir. Söz
konusu çatışmalı ortam da, ya
toplumsal hayatta ya
da bireylerin iç dünyala- rında önemli kırılmalar, psikolojik ya da toplumsal sıkıntılar
doğurabilmektedir.
Toplumsallaşma
sürecinin en önemli ögelerinden biri dolaysız öğretim ya da uyarıdır. Bu ‘şunu yap’,
‘şunu yapma’ gibi doğrudan komutlar şeklinde olabilir. Ya da belli davranışların ya da becerilerin içselleş-
tirilmesini sağlamayla dönük çeşitli yaptırım ve ödüllendirmeler ile pekiştirilir.
Toplumsallaşma sürecinin
önemli bir kesimi de dolaylı,
toplumsal ortamlarda gizli anlamlar çerçevesinde
oluşur. Daha çok, kimlik ve
kimliğin oluşumu problemi
etrafında oluşan bir tartışmadır bu. Bireyin kimliğinin oluşumunda etkili olan
bir unsur da, aynı zamanda,
kendisine örnek aldığı kişilerdir. Bütün bu anlatılanlar doğrultusunda toplum-
sallaşmayı bireyin yaparak, deneyerek-yanılarak,
karmaşık etkileşimler ve duygusal
ilişkiler içinde gerçek-
leştirdiği bir süreç olarak
tanımlamak mümkündür.
Benlik ve Toplumsal Benlik
Toplumsallaşma
sürecinde benlik ya da bireyin kendi
kişisel ve toplumsal kimliği
hakkındaki duygu ve anlayışları
önemli yer tutar. Bireyler, toplum içerisinde çeşitli rol
beklentileri ve kültürleri hakkında
bilgile- rini ve deneyimlerini
çeşitlendirirken, aynı zamanda kendilerini de tanıma imkanı bulurlar. Bu
anlamda, bi- reyler, benliklerini
–toplumsallaşma süreci gibi- yavaş yavaş oluştururlar. “Benlik veya
kendilik insanın kim ve nasıl olduğu
hakkındaki algılamalarının bir organizasyonudur.”9 “Benlik birtakım yaşantılar sonunda kazanılan bir yapı, bir oluşumdur. Çocuk, büyüme
sürecinde giderek kendini diğer insanlardan ve
nesne- lerden ayırmayı öğrenir. Böylece
‘öz’ ya da ‘benlik’ kavramı oluşur.
(...) bu farkında oluş, bu idrak onun öz benliğini oluşturur. Demek ki
‘öz-benlik’ insanı kendisi yapan ve diğer kişilerden ayıran duygular,
fikirler, niyetler ve değerlendirmelerin bir yığınıdır. Kişiye dün ve
bugün, çok muhtemel olarak yarın,
aynı kişi ol- duğunu ve olacağını
bildiren şeydir.”10
George Herbert Mead (1863-1931),
toplumsal deneyimin bir bireyin kişiliğini nasıl geliştirdiğini açıkla- ma
çabası içerisinde oldu. Mead’in de temel kavramı benliktir. Fakat onu farklı
kılan husus, benliği toplum- sal deneyimin bir ürünü olarak görmesidir. Mead’de benlik ya
da kendilik bir toplumsal yapıdır
ve toplumsal tecrübeleri sonucunda
ortaya çıkar. Mead’e göre: (1) Benlik doğuştan gelmez,
zamanla gelişir. (2) Benlik, bireyler
diğer bireylerle iletişime girdikçe,
yani toplumsal deneyim ile gelişir.
(3) Toplumsal deneyim, sem- bollerin değişimi ile gerçekleşir. Sadece insanlar
anlam yaratmak için kelime kullanır,
jestlerde bulunur.
(4) Anlam çıkarma çabası içerisinde olmak,
diğer bireylerin niyetini anlamaya sebebiyet verir. (5) Bir niyeti anlamak, bir durumu başkaları açısından değerlendirebilmeyi
gerekli kılar. Semboller kullanarak, kendi- mizi diğer bireylerin yerine
koyar, o kişinin bizi gördüğü gibi
kendimizi görebiliriz. O nedenle de, harekete geçmeden bile diğer bireylerin bizim hakkımızda ne düşündüğünü
tahmin edebilir ve ona uygun
davrana- biliriz. Diğer insanlar, bu anlamda, kendimizi görebileceğimiz bir
aynadır. Bu konu, Charles Horton Cooley (1864-1929) tarafından da vurgulanan
bir husustur. O, bu durumu, ayna benlik kavramıyla açıklar. Ona göre
‘ayna
benlik’ ya da ‘aynada akseden ben’,
‘insanların bizi nasıl gördüğünü
düşünmemize dayanan benlik ima- jı’dır.11 (6) Diğer bir kişinin rolünü alarak
kendimizin farkına varırız. Başka
bir deyişle, diğer insanların ro- lünü üstlenmekle kendi benliğimizi
geliştirmemiz mümkün olur. Çocuklar ise, sınırlı toplumsal tecrübeleri nedeniyle, bunu taklit etme yolu ile yaparlar. Mead’e göre, benlik iki
bölümden oluşur: ‘I/Ferdî Ben’ ve
‘Me/ Sosyal Ben’. ‘I/Ben’ olarak bir
şeyi yapmaya karar veririz ve daha sonra hareketimizi diğer bireyleri dikkate alarak şekillendiririz. Diğerleri
(1) genelleştirilmiş ötekiler ve (2) anlamlı
ötekiler olarak ikiye ayrılır
Mead’de. Hareketlerimizi daha çok
da, bu anlamlı ötekileri dikkate
alarak düşünür ve yaparız.
Benliğin oluşumu ve sosyal
benliğin gelişimine ilişkin yaklaşımlar
elbette Mead’in düşünceleriyle sınırlı değildir. Sigmund Freud’un
kişilik modelleri ve kişiliğin
gelişimine ilişkin yaklaşımları,
Charles H. Coo- ley’in ayna benlik ve
birincil gruplar-ikincil gruplar ayrımı, Jean Piaget’in Bilişsel Gelişim
Kuramı, Lawrence Kohlberg’in Ahlaksal
Gelişim Kuramı, Carol Gilligan’ın Cinsiyet
ve
Ahlakî Gelişim Kuramı gibi yaklaşımlar
da, netice itibariyle, tüm hayat boyu devam eden karmaşık bir süreç olarak toplumsallaşmanın nasıl
gerçek- leştiğine ilişkin öne çıkan farklı açıklama biçimleridir.12
Benliğin kazanılması, toplumun dışsal
bir gerçeklik olmayıp içsel bir olgu da olduğunu bize kanıtlar. Bireyin
dışındaki düzen, benlik yoluyla,
bireyin içindeki kişisel düzene bağlanır. Bu bağlantının kurulması
toplumsallaşma sürecinin temel bir parçasını oluşturmaktadır. Benliğin ortaya çıkışı insanın kendini, başka- larının
onu gördüğü gibi görmesiyle olur ve toplumsal etkileşimlerle yaşantılar sırasında gerçekleşir. Bireyin benlik kavramı; toplumsal
beklentilerin bireyin değer, tutum ve
duygularıyla bağlanması sürecine
temel
olan üç boyut
taşır: “Bireyin, toplumsal ilişkiler içindeki yerini
anlayış biçimi olan kimlik. Bireyin
öz yetenek- leri, becerileri ve
nitelikleri konusundaki anlayışını oluşturan benlik simgesi. Ve
bireyin olumlu ya da olum- suz
öz-değeri konusundaki benlik saygısı.
İnsanlar kendi davranışları ve
özellikleri hakkında olumlu düşünmek
isterler. Ama bu yargılar başkalarının yargılarına sıkı sıkıya bağlıdır.”13
Çocukluk döneminde yaşanan toplumsallaşma, bireylere, gündelik
hayatlarını sürdürmelerini sağlayacak bilgi, beceri ve benlik kavramlarını sağlar; ancak bu
toplumsallaşmanın tamamlandığı anlamına gelmez. İnsan hayatının ergenlik, annelik veya babalık, askerlik, meslek hayatı, yaşlılık
vb. gibi her bir saf- hasında yeni
toplumsal ilişkilere, dolayısıyla yeni becerilere, bilgilere ve benlik/kimlik algılarına sahip olur.
Değişen yerel ya da küresel teknolojik, ekonomik,
kültürel vs. değişimler her bir insan bireyi üzerinde farklı etkiler yapar.
Yetişkinlerin
toplumsallaşması büyük ölçüde günlük yaşantılar
çerçevesinde ve biçimselleşmemiş yol- larla olur. Ancak aynı işlevin halk eğitim merkezleri, okur-yazarlık seferberliği vb. gibi biçimsel
kurumlar eliyle de gerçekleşmesi söz
konusu olabilir. Bunun dışında Macionis’in tabiriyle ‘insanların toplumun
diğer kesiminden izole edildiği ve
idari görevliler tarafından
yönlendirildiği bütüncül kurumlar’14 eliyle
de, ‘bireylerdeki öz-benlik kavramı,
değerler, davranışlar temelden değiştirilmek’ amaçlanabilmektedir. Akıl hastaneleri, ha- pishaneler, ıslahevleri vb. gibi kurumlarla birey toplumsal
çevresinden soyutlanarak yeniden-toplumsallaşma işlemine maruz
bırakılabilmektedir.
Doğumdan ölüme kadar hayatımızın her
bir safhasında maruz kaldığımız toplumsallaşma konusu üzerinde durmaya çalıştık. Toplumsallaşmanın tanımı,
toplumsallaşma aracıları, toplumsallaşma süreçleri, benliğin oluşumu ve yeniden-toplumsallaşma
konuları üzerinde durduk.
Toplumsallaşma konusunun gündeme
getirdiği önemli ve anlamlı
tartışmalardan bir tanesi, bireyler
ola- rak bu toplumsal işleyiş içerisinde özgür olup olmadığımız ya da ne kadar özgür olduğumuzdur. Sosyolog- ların bu konudaki cevapları elbette, birey ve toplum
anlayışlarına, siyasal görüşlerine,
inançlarına vb. bağlı olarak değişiklikler gösterir:
“Politik liberal görüş, bireylerin toplumda özgür olmadığını söyler. Aslında
sosyal yaratıklar olarak da hiç bir zaman özgür olamayız. Üzerimizdeki
bir güçle yaşamak zorundaysak, sınıf
farklılıklarını ortadan kaldırıp, azınlıkların içine kadını da dahil edip
engelleri azaltarak, dünyamızı yaşamaya
uygun hale getire- bilmek önemli bir şeydir. Muhafazakar kesim, toplumun hayatımızı şekillendirdiği hakkında
hemfikirdir, ama özgür olduğumuzu, çünkü toplumun hayallerimize söz geçiremeyeceğini
belirtir.”15
Bu tartışmanın daha da ötesine
giderek, toplumun bu işleyişini daha radikal değerlendiren yaklaşımlar da mevcuttur. Bu çerçevede
Louis Althusser’in İdeoloji ve
Devletin İdeolojik Aygıtları (çev. Yusuf Alp ve
Mahmut Özışık, 3. Baskı, İstanbul: İletişim Yay.,
1991) adlı eserinde sergilediği yaklaşım
ya da Michel Fou- cault’nun iktidar ve söylem
analizleri, toplumsallaşma ve toplum
içerisinde bireyin ne kadar özgür olduğu meselelerine bütünüyle farklı bir cepheden de
bakılabileceğini ve
açıklanabileceğini bize gösterir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder