Batı Roma İmparatorluğu’nun çöküşüyle başlayan Orta Çağ’da, özellikle Batı Avrupa’da hâkim
olan top- lumsal, siyasal, hukuki ve iktisadi düzene feodalite (derebeylik) adı verilmektedir. Bu düzenin siyasi
olarak en bariz özelliği
devlet birliğinin olmaması yani devlet iktidarının parçalanmış olmasıydı. Bu siyasi durumun neticesi olarak halk, doğrudan devlete değil toprakların sahibi olan senyörlere
tabi durumdaydı.
Önceki çağda
köleliğe dayanan ekonomi (üretim
biçimi), bu çağda derebeylik üzerine kurulmuştur. Üretim tekniğinde ortaya
çıkan bazı gelişmeler (örneğin kol değirmeninden yel değirmenine geçiş) köleci üretim biçiminden farklı bir
ekonomik organizasyonu gerekli kılmıştır. Böylece
yeni dönemin koşullarıyla uyumlu farklı bir ekonomik örgütlenme,
yeni bir üretim şekli ortaya çıkmıştır. Feodalite veya derebeylik
işte bu yeni – siyasal, toplumsal, iktisadi, hukuki –
örgütlenme biçiminin adıdır.
Feodalitenin ortaya çıkışında,
Batı Avrupa’nın kendi içinde yaşadığı bazı gelişmelerin yanı sıra dünya- nın başka bölgelerindeki gelişmeler de
rol oynamıştır. Bunlardan en önemlisi şüphesiz İslam’ın yükselişi ve Müslümanların Akdeniz’in doğu ve batı kıyılarında hâkimiyet kurmalarıdır. Böylece Doğu ile Batı arasında
kültürel ve ticari ilişkilerde en önemli rolü oynamış olan Akdeniz yolu bazı Avrupa ülkelerine kapanmış ve bu ülkeler dünya ticaretinin dışına atılmışlardır.
İktisat tarihçisi
Ömer Lütfi Barkan (1902-1979)’a
göre “Dünya ticaretiyle ilişkisi kesilip kendi içine ka- panmaya ve bu yeni duruma
göre yeniden teşkilatlanmaya ve derlenip toplanmaya mecbur kalan Avrupa’da, ekonomi bakımından en fazla kayda
değer olan olay, malikâneler sisteminin genişlemesi ile para ekonomisi yerine tabii ve aynî diyebileceğimiz
bir ekonominin geçmesi ve tam manasıyla zirai bir medeniyetin ortalığa hâkim bulunması
olmuştur”. Barkan’a göre, Avrupa’da ticaretin zayıflamasının meydana getirdiği parasızlık yüzünden, genellikle ordu
mensuplarıyla memurların ancak
malikâne sahipleri arasından seçilebildiği ya
da malikâne haline sokulduğu bir dönemde, devlet
reislerinin büyük gelir kaynaklarını ve
bunlara bağlı otorite ve egemenlik
haklarını sürdürmesi pek güçtü. Netice olarak derebeyliğin, her biri bir parça toprağın mülki- yetini,
toprak üzerindeki yetkilerle ele geçirdiği için bağımsızlık ve nüfuzlarını artıran ve memuriyetlerine
ait yetki ve görevleri de toprak
üzerindeki tasarruflarının bir kısmı gibi kendilerine mal ve mülk edinen eski me-
mur ve mültezim
toprak zenginleri elinde,
devlet iktidarının parçalanmasıyla meydana çıktığı
iddia edilebilir.
Feodalitenin niteliği
konusundaki görüşleri şöyle özetleyebiliriz: Feodalite, büyük malikâne
sahiplerinin elindeki geniş imtiyazların
artmasıyla meydana gelmiştir.
Senyörün (derebeyi) sahip olduğu adaletin dağı- tılması (yargı), askerlik hizmeti, vergi toplama gibi haklar doğal olarak
mülkiyet hakkından doğan haklar
değildir. Bu haklar aslında kralın
iktidar ve yetkilerine giren haklardır. Ancak söz konusu
haklar muafiyet ya da gasp yoluyla kendilerine itaati sağlayacak kadar güçlü
olan kimseler (senyörler/derebeyleri) tarafından
kullanılmaktadır.
Roma devlet örgütünün
ortadan kalkmasıyla onun yerini alan feodal düzende
senyörün hem sahibi hem
de hâkimi olduğu bir malikâne söz konusudur. Feodalite, bir yandan devlet
otoritesini diğer yandan bireyin
özgürlüğünü sağlayan egemenlik ve mülkiyet kavramlarını birbirine yaklaştırmış, hatta eşanlamlı kılmıştır: Egemenlik, bir mülkiyet hakkına dönüşmüştür. Kısaca feodalite,
egemenlik ve mülkiyetin özel bir örgütlen- me biçimidir.
Kölelikten (veya köle-efendi ilişkisinden) farklı bir durum olan bir kişiye bağlılık (yani serf-senyör ilişki- si) barbar istilasının yarattığı güvensizlik atmosferinde çok daha hızlı
yayılmış ve genelleşmiştir. Yeni koşullar bütün özgür insanları
kendilerine bir senyör seçmek zorunda bırakmıştır. Latince “köle” anlamını taşıyan “servus”tan gelme
bir kelime olan serf, derebeylerin arazilerinde çalışan ve onların mülkü
sayılan köylülerdir. Serfler, ancak üzerinde yaşadıkları, işleyip ürün elde ettikleri
toprakla birlikte alınıp satılabilirlerdi. Siyasal
haklara ve istediği zaman başka topraklara göç etme hakkına
sahip değildiler. Feodal bir beye (derebeyi) bağ- lıydılar ve beyliği terk etmeleri yasaktı.
Özetlemek
gerekirse, üretim tekniğinin gelişmesi sonucunda gevşeyen kölelik bağı, dünya
ölçeğinde ortaya çıkan bazı
gelişmelerin (Akdeniz’in doğu ve
batı kıyılarının Müslümanların kontrolüne geçmesi) de etkisiyle feodal rejimin
doğmasına yol açmıştır. Bu rejimde toprağın serbestçe kullanımı
söz konusu değil- dir. Senyörsüz topraklar
istisnadır. Toprakların neredeyse
tamamı fief sözleşmesiyle hiyerarşik bir düzene
tabidir. Fief, Orta Çağ’da senyörün
vassalına geçimlik olarak verdiği
topraktır. Vassal, işlediği bu topraktan kazandıkları karşısında senyörüne belirli bir miktar vergi verir ve askeri
hizmet sunar. Kısacası, fief sözleşmesi iki hür kişi arasında
yapılan bir anlaşmadır. Taraflardan
biri senyör, diğeri ise ona tabi olan vassaldır. Hür olmasına rağmen hiyerarşik
olarak senyörün altında bulunan vassal,
aldığı toprakların bir kısmını başkasına devredebilir, böylece kendisi de – vassalı olduğu senyöre bağlılığını sürdürerek – senyör olabilir.
Feodal düzende
kilisenin önemli bir yer işgal ettiğini
belirtmek gerekir. Laik senyörlere ait topraklar (ma- likâneler ) olduğu gibi rahip senyörlere yani kiliseye ait topraklar da vardı. Rahip senyörlere ait malikâneler
işletme ve yönetim bakımından
diğerlerinden pek farklı değillerdi.
Feodal düzeni
genel bir şema ile ifade etmek gerekirse, kralın en yüksek senyör olduğunu,
feodal hiye- rarşinin en yüksek katını işgal ettiğini söyleyebiliriz. Diğer bir deyişle
kral, senyörlerin senyörü
konumun- daydı. Ancak iktidarın
parçalanmışlığı ilkesi çerçevesinde kral, kendine tabi diğer senyörlerin topraklarında yaşayan halk üzerinde herhangi bir nüfuza sahip
değildi. Neticede feodal hukukun gereği olarak, kendisi de bizatihi feodal bir
senyör olan kralın doğrudan yönetimi (egemenliği) yalnızca kendi topraklarıyla sınırlıydı.
Görüldüğü gibi, Orta Çağ feodal toplum yapısında
çeşitli sınıflar söz konuydu. Bunlar soylular (senyör-
ler ), din adamları (rahipler
), hür köylüler ve serflerdir. Her bir sınıfın
farklı hukuki statüleri
vardır. Ekonomik olduğu kadar hukuki bir eşitsizlik de söz konusudur. Feodal toplumu teşkil eden sınıflar
arasında kesin sınır- lar vardır. Sınıflar arası geçişler imkânsız olmamakla
beraber son derece güçtür: Bir sınıftan başka bir sınıfa geçiş belli hukuki işlemler
ve merasimler gerektirmektedir. Soylular ve din adamları ayrıcalıklı sınıflardır ve topraklar bu iki sınıf arasında paylaşılmıştır.
Bu dönemin
sonlarına doğru, korunaklı idari ve
dini merkezler olan kentler yeni bir
gelişmeye sahne olmuştur. Buralarda
meta (ticaret malı) üretiminin
artması, zanaat ve ticaretin gelişmesi sonucunda yeni
bir sınıf ortaya çıkmıştır: burjuva sınıfı (burjuvazi). Burjuvaların
(kent soylular ) varlığı
toprağa değil kentlerdeki meta üretimine ve ticarete bağlıydı. Savaş sanatıyla (askerlik) uğraşmadıkları gibi toprak
sahibi de değillerdi. Bu nedenle soyluların
sahip olduğu imtiyazlardan (hukuki ayrıcalıklar ) yoksundular. Burjuvazinin giderek daha güçleneceği ileriki dönemde bu
durum ciddi bir çelişkiyi de beraberinde getirecektir. Ekonomik zen- ginliği elinde
bulundurmasına rağmen siyasi ve hukuki
haklardan mahrum olan burjuvazi, bu duruma
itiraz edecek, güçlü bir toplumsal muhalefet örgütleyecek ve
neticede burjuva devrimleri ortaya çıkacaktır.
Orta
Çağ’da Devlet-Kilise Çatışması
Feodal düzenin
ideolojisi sayılan Hıristiyanlığın iktidar
konusundaki yaklaşımı
Orta Çağ Avrupa’sında
tartışma ve çatışmalara yol açmıştır. Roma İmparatorluğu’nun yıkılışından sonra Avrupa’da yaşanan kargaşa döneminin akabinde iki önemli
kurum ortaya çıkmıştır: Bunlardan
biri feodal düzen üzerine kurulmuş olan Roma-Cermen İmparatorluğu, diğeri ise Papalık (Kilise)’tır. Bir süre beraber yol
alan bu iki kurum arasında daha sonra bir çatışma yaşanmıştır. Orta Çağ’a
damgasını vuran bu çatışma iktidarın bu iki kurumdan han- gisine ait olacağı konusunda
yaşanmıştır. Bir görüşe göre iktidar/yönetim, Hıristiyanlığa bağlı Roma-Cermen
İmparatoru’na ait olmalıydı; diğer görüşe göre ise iktidarın tek sahibi Papa olmalıydı.
İmparator ve Papa,
birbiriyle ilişkili iki ayrı
iktidarın temsilcileriydiler. İlki dünyevi
iktidarı, ikicisi ise ruhani iktidarı temsil
etmekteydi. Birbirinden ayrı ve özerk kalması
öngörülen bu iki temsil, uygulamada ka- rışabiliyor ve bu durum, İmparator
ile Papa arasında bir iktidar çatışmasına yol açıyordu. Önceleri
İmparator lehine olan bu güç dengesi daha sonra Papa lehine değişmiştir.
Kilisenin üstünlüğü
ele geçirmesi, zamanla
İmparatorluğun teokratik bir
niteliğe kavuşmasına – yani bir
din devletine dönüşmesine – neden
olmuştur. Ortaya çıkan bu yeni durumda İmparator ülkeyi ancak Kili-
se’nin onayı ve Papa’dan
aldığı vekâletle yönetebilmekteydi.
Kilisenin bu
tartışılmaz üstünlüğü milli devletin
kurulmasıyla sona ermiştir.
1285-1314 yılları arasında Fransa kralı olan Philippe Le Bel, kilise
mensuplarından da vergi almak
istemiş ve bu konuda papa VIII. Bo-
niface ile girdiği mücadeleyi
kazanmıştır. Philippe Le Bel zamanında
Fransa feodal geleneklerden uzaklaşıp merkezi ve
modern bir devlet olma yoluna
girmiştir. Papalık, manevi etkisini
sürdürmekle beraber, artık yö- netimde eskisi kadar söz sahibi olamayacaktır. Kral, bu yeni dönemde iktidarını papanın aracılığı olmadan doğrudan Tanrı’dan
almaktadır. Kralın iradesi yasa
değerindedir; iktidarının kaynağı, Roma’da
olduğu gibi halk değil, Tanrı’dır.
Milli devlet, daha önce gördüğümüz site-devletten büyük,
imparatorluktan küçük bir siyasi örgütü ifade eder. Bu siyasi oluşumda birliği
kral temsil etmektedir. Bu merkezi devlet teşkilatının ortaya çıkmasına
para- lel olarak, feodalite de eski gücünü yitirmiştir. Ancak bugünkü anlamıyla modern “ulus-devlet”in kuruluşu, feodalitenin tüm kalıntılarını ortadan
kaldırmayı hedefleyen Fransız İhtilâli
(1789) sonrasında gerçekleşecek- tir.
Aquinolu
Thomas’nın Yasalar Kuramı ve İktidarın Sınırlandırılması
Orta Çağ’da ortaya çıkan toplumsal-siyasal-hukuki yeni düzenle (feodalite) ilgili bu dersimize
son vermeden önce, dönemin siyasi tartışmaları hakkında genel bir fikir
sahibi olmak için Aquinolu Thomas (1225 1274)’nın görüşlerine kısaca bakmak faydalı
olacaktır. Güney İtalya’nın Aquino kasabasında doğmuş Hıristiyan bir düşünür
ve din adamı olan Aquinolu Thomas,
İlk Çağ felsefesinden ve özellikle de Aristo’dan etkilenmiştir. Müslüman düşünürler aracılığıyla
Orta
Çağ
Avrupası’na intikal eden
Aristo
felsefesiyle Hıristiyan düşüncesinin bir sentezini yapmayı amaçlamıştır. Bu çaba içerisinde, dünyevi ve ruhani
iktidarı uzlaştırmaya çalışmıştır.
Aquinolu Tomas da tıpkı Aristo gibi insanın toplumsal
bir varlık olduğuna, insanın tek başına sağla-
yamayacağı faydayı ancak toplum içinde sağlayabileceğine inanır. Toplumsal bir hayat için iktidar şarttır. İktidarın kaynağı Tanrı’dır. Tanrı’nın iktidarını yeryüzünde, toplumun
yararını gözeterek kullanacak olan ise halktır. Aquinolu Tomas’nın bu düşüncesi, Aristo’nun ve Roma
hukukunun izlerini taşımaktadır.
İşte bu noktada,
Aquinolu Thomas’nın kurduğu yasalar hiyerarşisinden (aşama sırası) söz etmememiz
gerekir. En tepede, Tanrı’nın üstün
aklının ürünü olan ölümsüz bir yasa
bulunur. Sorunların en mükemmel çözümü ancak
bu üstün yasaya uymakla mümkün olabilir. Tanrı’nın aklının
yansıması olan ve insanın
kal- binde yer alan bir yasa türü daha vardır ki
Aquinolu Thomas buna “doğal yasa” adını verir. İnsanoğlu, bu yasayı takip ederek ölümsüz yasanın
gösterdiği yoldan gidebilir. Onun da altında,
insanların yaptığı yasalar
bulunmaktadır. Bugün adına “pozitif hukuk” dediğimiz, Aquinolu
Thomas’nın sıralamasında en altta
yer alan bu yasalar
Tanrı’nın aklının
ve doğal yasanın
özel şartlara uygulanmasından ibarettir. Aquinolu Thomas, geliştirdiği yasalar
kuramıyla, Tanrı ile insan arasında yukarıdan aşağıya bir ilişki ve
süreklilik sağlamıştır.
Aquinolu Thomas’nın yasalar arasında kurduğu
hiyerarşi, aynı zamanda iktidarın sınırlandırılmasını da
mümkün kılmaktadır. Pozitif yasaların
(yani insanların koyduğu yasaların) Tanrısal/ölümsüz ve
doğal yasa- larla uyumlu
olma zarureti söz konusudur. Yeryüzünde iktidarı
elinde bulunduranlar, Aquinolu
Thomas’nın yasalar kuramına göre, keyfi bir
yönetim sergileyemezler,
yetkileri Tanrısal ve doğal yasalarla
sınırlandırıl- mışlardır.
Aquinolu Thomas’ya göre iktidarın kullanılışına Tanrı’nın doğrudan bir müdahalesi veya etkisi söz konu-
su değildir. Tanrı, yeryüzünde iktidarı kullanmak üzere
herhangi bir kişiyi
(kral) atamaz. Peki, yeryüzündeki somut iktidarı kullanacak olan kişiyi, kralı veya imparatoru
kim belirler? Aquinolu Thomas’ya göre iktidarı kullanacak olan kişiyi
(yöneticiyi) belirleyecek olan
halktır.
Feodalite
Bu düşüncelerinden dolayı Aquinolu Thomas’nın demokrasi
savunucusu olduğu sonucunu çıkarmak
hatalı olacaktır. Eski Yunan’dakine
benzer bir demokrasi değildir onun önerisi. Ona göre, toplum ile yönetici
arasında sarih (açık, belirgin) veya zımni (kapalı,
gizli) bir kontratın
(sözleşme) olması gerekmektedir. Eğer yönetici toplumla yaptığı – sarih veya zımni –
sözleşmeyi çiğnerse bu hareketinin yaptırımına
(müeyyide) katlanmak durumundadır. Aquinolu
Thomas böylece mutlak iktidarın
önlenebileceğini düşünmektedir.
Aquinolu Thomas,
yine Aristo’dan esinlenerek, monarşi,
aristokrasi ve demokrasi karması
bir hükümeti savunmuştur. Bu
karma yönetim biçiminde ağırlığı en az olan demokrasidir. Sıradan insanların,
yöneticinin seçilmesinde söz sahibi olmaması gerektiğini, bu hakkın seçkin
(elit) bir gruba mahsus olduğunu ileri sürer.
Görüldüğü gibi Hıristiyan bir Orta Çağ düşünürü
olan Aquinolu Thomas
demokrasiyi savunmaz, ancak tiraniden yana da değildir. İktidarın sınırlandırılması
gerekliliği, onun siyasi
düşüncesinin temel taşlarından
biridir. Savunduğu bu fikirlerle Aziz Thomas, anayasacılık düşüncesinin tohumlarını atan düşünürler arasın- da yer alır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder