18 Ocak 2014 Cumartesi

Orta Çağ

Batı Roma İmparatorluğu’nun çöküşüyle başlayan Orta Çağda, özellikle Batı Avrupada hâkim olan top- lumsal, siyasal, hukuki ve iktisadi düzene feodalite (derebeylik) adı verilmektedir. Bu düzenin siyasi olarak en bariz özelliği devlet birliğinin olmaması yani devlet iktidarının parçalanmış olmasıydı. Bu siyasi durumun neticesi olarak halk, doğrudan devlete değil toprakların sahibi olan senyörlere tabi durumdaydı.

Önceki çağda köleliğe dayanan ekonomi (üretim biçimi), bu çağda derebeylik üzerine kurulmuştur. Üretim tekniğinde ortaya çıkan bazı gelişmeler (örneğin kol değirmeninden yel değirmenine geçiş) köleci üretim biçiminden farklı bir ekonomik organizasyonu gerekli kılmıştır. Böylece yeni dönemin koşullarıyla uyumlu farklı bir ekonomik örgütlenme, yeni bir üretim şekli ortaya çıkmıştır. Feodalite veya derebeylik işte bu yeni – siyasal, toplumsal, iktisadi, hukuki – örgütlenme biçiminin adıdır.

Feodalitenin ortaya çıkışında, Batı Avrupa’nın kendi içinde yaşadığı bazı gelişmelerin yanı sıra dünya- nın başka bölgelerindeki gelişmeler de rol oynamıştır. Bunlardan en önemlisi şüphesiz İslam’ın yükselişi ve Müslümanların Akdeniz’in doğu ve batı kıyılarında hâkimiyet kurmalarıdır. ylece Doğu ile Batı arasında kültürel ve ticari ilişkilerde en önemli rolü oynamış olan Akdeniz yolu bazı Avrupa ülkelerine kapanmış ve bu ülkeler dünya ticaretinin dışına atılmışlardır.

İktisat tarihçisi Ömer Lütfi Barkan (1902-1979)a göre “Dünya ticaretiyle ilişkisi kesilip kendi içine ka- panmaya ve bu yeni duruma göre yeniden teşkilatlanmaya ve derlenip toplanmaya mecbur kalan Avrupada, ekonomi bakımından en fazla kayda değer olan olay, malikâneler sisteminin genişlemesi ile para ekonomisi yerine tabii ve aynî diyebileceğimiz bir ekonominin geçmesi ve tam manasıyla zirai bir medeniyetin ortalığa hâkim bulunması olmuştur”. Barkana göre, Avrupada ticaretin zayıflamasının meydana getirdiği parasızlık yüzünden, genellikle ordu mensuplarıyla memurların ancak malikâne sahipleri arasından seçilebildiği ya da malikâne haline sokulduğu bir dönemde, devlet reislerinin büyük gelir kaynaklarını ve bunlara bağlı otorite ve egemenlik haklarını sürdürmesi pek güçtü. Netice olarak derebeyliğin, her biri bir parça toprağın mülki- yetini, toprak üzerindeki yetkilerle ele geçirdiği için bağımsızlık ve nüfuzlarını artıran ve memuriyetlerine ait yetki ve görevleri de toprak üzerindeki tasarruflarının bir kısmı gibi kendilerine mal ve mülk edinen eski me- mur ve mültezim toprak zenginleri elinde, devlet iktidarının parçalanmasıyla meydana çıktığı iddia edilebilir.

Feodalitenin niteliği konusundaki görüşleri şöyle özetleyebiliriz: Feodalite, büyük malikâne sahiplerinin elindeki geniş imtiyazların artmasıyla meydana gelmiştir. Senyörün (derebeyi) sahip olduğu adaletin dağı- tılması (yargı), askerlik hizmeti, vergi toplama gibi haklar doğal olarak mülkiyet hakkından doğan haklar değildir. Bu haklar aslında kralın iktidar ve yetkilerine giren haklardır. Ancak söz konusu haklar muafiyet ya da gasp yoluyla kendilerine itaati sağlayacak kadar güçlü olan kimseler (senyörler/derebeyleri) tarafından

kullanılmaktadır.

Roma devlet örgütünün ortadan kalkmasıyla onun yerini alan feodal düzende senyörün hem sahibi hem de hâkimi olduğu bir malikâne söz konusudur. Feodalite, bir yandan devlet otoritesini diğer yandan bireyin özgürlüğünü sağlayan egemenlik ve mülkiyet kavramlarını birbirine yaklaştırmış, hatta eşanlamlı kılmıştır: Egemenlik, bir mülkiyet hakkına dönüşmüştür. Kısaca feodalite, egemenlik ve mülkiyetin özel bir örgütlen- me biçimidir.

Kölelikten (veya köle-efendi ilişkisinden) farklı bir durum olan bir kişiye bağlılık (yani serf-senyör ilişki- si) barbar istilasının yarattığı vensizlik atmosferinde çok daha hızlı yayılmış ve genelleşmiştir. Yeni koşullar bütün özgür insanları kendilerine bir senyör seçmek zorunda bırakmıştır. Latince “köle” anlamını taşıyan “servus”tan gelme bir kelime olan serf, derebeylerin arazilerinde çalışan ve onların mülkü sayılan ylülerdir. Serfler, ancak üzerinde yaşadıkları, işleyip ürün elde ettikleri toprakla birlikte alınıp satılabilirlerdi. Siyasal haklara ve istediği zaman başka topraklara göç etme hakkına sahip değildiler. Feodal bir beye (derebeyi) bağ- lıydılar ve beyliği terk etmeleri yasaktı.

Özetlemek gerekirse, üretim tekniğinin gelişmesi sonucunda gevşeyen kölelik bağı, dünya ölçeğinde ortaya çıkan bazı gelişmelerin (Akdeniz’in doğu ve batı kıyılarının Müslümanların kontrolüne geçmesi) de etkisiyle feodal rejimin doğmasına yol açmıştır. Bu rejimde toprağın serbestçe kullanımı söz konusu değil- dir. Senyörsüz topraklar istisnadır. Toprakların neredeyse tamamı fief sözleşmesiyle hiyerarşik bir düzene tabidir. Fief, Orta Çağda senyörün vassalına geçimlik olarak verdiği topraktır. Vassal, işlediği bu topraktan kazandıkları karşısında senyörüne belirli bir miktar vergi verir ve askeri hizmet sunar. Kısacası, fief sözleşmesi iki hür kişi arasında yapılan bir anlaşmadır. Taraflardan biri senyör, diğeri ise ona tabi olan vassaldır. Hür olmasına rağmen hiyerarşik olarak senyörün altında bulunan vassal, aldığı toprakların bir kısmını başkasına devredebilir, böylece kendisi de – vassalı olduğu senyöre bağlılığını sürdürerek – senyör olabilir.

Feodal düzende kilisenin önemli bir yer işgal ettiğini belirtmek gerekir. Laik senyörlere ait topraklar (ma- likâneler ) olduğu gibi rahip senyörlere yani kiliseye ait topraklar da vardı. Rahip senyörlere ait malikâneler işletme ve yönetim bakımından diğerlerinden pek farklı değillerdi.

Feodal düzeni genel bir şema ile ifade etmek gerekirse, kralın en yüksek senyör olduğunu, feodal hiye- rarşinin en yüksek katını işgal ettiğini söyleyebiliriz. Diğer bir deyişle kral, senyörlerin senyörü konumun- daydı. Ancak iktidarın parçalanmışlığı ilkesi çerçevesinde kral, kendine tabi diğer senyörlerin topraklarında yaşayan halk üzerinde herhangi bir nüfuza sahip değildi. Neticede feodal hukukun gereği olarak, kendisi de bizatihi feodal bir senyör olan kralın doğrudan yönetimi (egemenliği) yalnızca kendi topraklarıyla sınırlıydı.

Görüldüğü gibi, Orta Çağ feodal toplum yapısında çeşitli sınıflar söz konuydu. Bunlar soylular (senyör- ler ), din adamları (rahipler ), hür ylüler ve serflerdir. Her bir sınıfın farklı hukuki statüleri vardır. Ekonomik olduğu kadar hukuki bir eşitsizlik de söz konusudur. Feodal toplumu teşkil eden sınıflar arasında kesin sınır- lar vardır. Sınıflar arası geçişler imkânsız olmamakla beraber son derece güçtür: Bir sınıftan başka bir sınıfa geçiş belli hukuki işlemler ve merasimler gerektirmektedir. Soylular ve din adamları ayrıcalıklı sınıflardır ve topraklar bu iki sınıf arasında paylaşılmıştır.

Bu dönemin sonlarına doğru, korunaklı idari ve dini merkezler olan kentler yeni bir gelişmeye sahne olmuştur. Buralarda meta (ticaret malı) üretiminin artması, zanaat ve ticaretin gelişmesi sonucunda yeni bir sınıf ortaya çıkmıştır: burjuva sınıfı (burjuvazi). Burjuvaların (kent soylular ) varlığı toprağa değil kentlerdeki meta üretimine ve ticarete bağlıydı. Sav sanatıyla (askerlik) uğraşmadıkları gibi toprak sahibi de değillerdi. Bu nedenle soyluların sahip olduğu imtiyazlardan (hukuki ayrıcalıklar ) yoksundular. Burjuvazinin giderek daha güçleneceği ileriki dönemde bu durum ciddi bir çelişkiyi de beraberinde getirecektir. Ekonomik zen- ginliği elinde bulundurmasına rağmen siyasi ve hukuki haklardan mahrum olan burjuvazi, bu duruma itiraz edecek, güçlü bir toplumsal muhalefet örgütleyecek ve neticede burjuva devrimleri ortaya çıkacaktır.

Orta Çağda Devlet-Kilise Çatışması

Feodal düzenin ideolojisi sayılan Hıristiyanlığın iktidar konusundaki yaklaşımı Orta Çağ Avrupa’sında tartışma ve çatışmalara yol açmıştır. Roma İmparatorluğu’nun yıkılışından sonra Avrupada yaşanan kargaşa döneminin akabinde iki önemli kurum ortaya çıkmıştır: Bunlardan biri feodal düzen üzerine kurulmuş olan Roma-Cermen İmparatorluğu, diğeri ise Papalık (Kilise)’tır. Bir süre beraber yol alan bu iki kurum arasında daha sonra bir çatışma yaşanmıştır. Orta Çağa damgasını vuran bu çatışma iktidarın bu iki kurumdan han- gisine ait olacağı konusunda yaşanmıştır. Bir görüşe göre iktidar/yönetim, Hıristiyanlığa bağlı Roma-Cermen İmparatoru’na ait olmalıydı; diğer görüşe göre ise iktidarın tek sahibi Papa olmalıydı.

İmparator ve Papa, birbiriyle ilişkili iki ayrı iktidarın temsilcileriydiler. İlki dünyevi iktidarı, ikicisi ise ruhani iktidarı temsil etmekteydi. Birbirinden ayrı ve özerk kalması öngörülen bu iki temsil, uygulamada ka- rışabiliyor ve bu durum, İmparator ile Papa arasında bir iktidar çatışmasına yol açıyordu. Önceleri İmparator lehine olan bu güç dengesi daha sonra Papa lehine değişmiştir.

Kilisenin üstünlüğü ele geçirmesi, zamanla İmparatorluğun teokratik bir niteliğe kavuşmasına yani bir din devletine dönüşmesine – neden olmuştur. Ortaya çıkan bu yeni durumda İmparator ülkeyi ancak Kili- se’nin onayı ve Papadan aldığı vekâletle yönetebilmekteydi.

Kilisenin bu tartışılmaz üstünlüğü milli devletin kurulmasıyla sona ermiştir. 1285-1314 yılları arasında Fransa kralı olan Philippe Le Bel, kilise mensuplarından da vergi almak istemiş ve bu konuda papa VIII. Bo- niface ile girdiği mücadeleyi kazanmıştır. Philippe Le Bel zamanında Fransa feodal geleneklerden uzaklaşıp merkezi ve modern bir devlet olma yoluna girmiştir. Papalık, manevi etkisini sürdürmekle beraber, artık yö- netimde eskisi kadar söz sahibi olamayacaktır. Kral, bu yeni dönemde iktidarını papanın aracılığı olmadan doğrudan Tanrıdan almaktadır. Kralın iradesi yasa değerindedir; iktidarının kaynağı, Romada olduğu gibi halk değil, Tanrıdır.

Milli devlet, daha önce gördüğümüz site-devletten büyük, imparatorluktan küçük bir siyasi örgütü ifade eder. Bu siyasi oluşumda birliği kral temsil etmektedir. Bu merkezi devlet teşkilatının ortaya çıkmasına para- lel olarak, feodalite de eski gücünü yitirmiştir. Ancak bugünkü anlamıyla modern “ulus-devlet”in kuruluşu, feodalitenin tüm kalıntılarını ortadan kaldırmayı hedefleyen Fransız İhtilâli (1789) sonrasında gerçekleşecek- tir.




Aquinolu Thomas’nın Yasalar Kuramı ve İktidarın Sınırlandırılması

Orta Çağda ortaya çıkan toplumsal-siyasal-hukuki yeni düzenle (feodalite) ilgili bu dersimize son vermeden önce, dönemin siyasi tartışmaları hakkında genel bir fikir sahibi olmak için Aquinolu Thomas (1225 1274)’nın görüşlerine kısaca bakmak faydalı olacaktır. Güney İtalya’nın Aquino kasabasında doğmuş ristiyan bir düşünür ve din adamı olan Aquinolu Thomas, İlk Çağ felsefesinden ve özellikle de Aristodan etkilenmiştir.  Müslüman  düşünürler  aracılığıyla  Orta  Çağ  Avrupası’na  intikal  eden  Aristo  felsefesiyle Hıristiyan düşüncesinin bir sentezini yapmayı amaçlamıştır. Bu çaba içerisinde, dünyevi ve ruhani iktidarı uzlaştırmaya çalışmıştır.

Aquinolu Tomas da tıpkı Aristo gibi insanın toplumsal bir varlık olduğuna, insanın tek başına sağla- yamayacağı faydayı ancak toplum içinde sağlayabileceğine inanır. Toplumsal bir hayat için iktidar şarttır. İktidarın kaynağı Tanrıdır. Tanrı’nın iktidarını yeryüzünde, toplumun yararını gözeterek kullanacak olan ise halktır. Aquinolu Tomas’nın bu düşüncesi, Aristo’nun ve Roma hukukunun izlerini taşımaktadır.

İşte bu noktada, Aquinolu Thomas’nın kurduğu yasalar hiyerarşisinden (aşama sırası) söz etmememiz gerekir. En tepede, Tanrı’nın üstün aklının ürünü olan ölümsüz bir yasa bulunur. Sorunların en mükemmel çözümü ancak bu üstün yasaya uymakla mümkün olabilir. Tanrı’nın aklının yansıması olan ve insanın kal- binde yer alan bir yasa türü daha vardır ki Aquinolu Thomas buna doğal yasa adını verir. İnsanoğlu, bu yasayı takip ederek ölümsüz yasanın gösterdiği yoldan gidebilir. Onun da altında, insanların yaptığı yasalar

bulunmaktadır. Bugün adına pozitif hukuk dediğimiz, Aquinolu Thomas’nın sıralamasında en altta yer alan bu yasalar Tanrı’nın aklının ve doğal yasanın özel şartlara uygulanmasından ibarettir. Aquinolu Thomas, geliştirdiği yasalar kuramıyla, Tanrı ile insan arasında yukarıdan aşağıya bir ilişki ve süreklilik sağlamıştır.

Aquinolu Thomas’nın yasalar arasında kurduğu hiyerarşi, aynı zamanda iktidarın sınırlandırılmasını da mümkün kılmaktadır. Pozitif yasaların (yani insanların koyduğu yasaların) Tanrısal/ölümsüz ve doğal yasa- larla uyumlu olma zarureti söz konusudur. Yeryüzünde iktidarı elinde bulunduranlar, Aquinolu Thomas’nın yasalar kuramına göre, keyfi bir yönetim sergileyemezler, yetkileri Tanrısal ve doğal yasalarla sınırlandırıl- mışlardır.

Aquinolu Thomasya göre iktidarın kullanılışına Tanrı’nın doğrudan bir müdahalesi veya etkisi söz konu- su değildir. Tanrı, yeryüzünde iktidarı kullanmak üzere herhangi bir kişiyi (kral) atamaz. Peki, yeryüzündeki somut iktidarı kullanacak olan kişiyi, kralı veya imparatoru kim belirler? Aquinolu Thomasya göre iktidarı kullanacak olan kişiyi (yöneticiyi) belirleyecek olan halktır.

Feodalite

Bu düşüncelerinden dolayı Aquinolu Thomas’nın demokrasi savunucusu olduğu sonucunu çıkarmak hatalı olacaktır. Eski Yunandakine benzer bir demokrasi değildir onun önerisi. Ona göre, toplum ile yönetici arasında sarih (açık, belirgin) veya zımni (kapalı, gizli) bir kontratın (sözleşme) olması gerekmektedir. Eğer yönetici toplumla yaptığı – sarih veya zımni – sözleşmeyi çiğnerse bu hareketinin yaptırımına (müeyyide) katlanmak durumundadır. Aquinolu Thomas böylece mutlak iktidarın önlenebileceğini düşünmektedir.

Aquinolu Thomas, yine Aristodan esinlenerek, monarşi, aristokrasi ve demokrasi karması bir hükümeti savunmuştur. Bu karma yönetim biçiminde ağırlığı en az olan demokrasidir. Sıradan insanların, yöneticinin seçilmesinde söz sahibi olmaması gerektiğini, bu hakkın seçkin (elit) bir gruba mahsus olduğunu ileri sürer.

Görüldüğü gibi Hıristiyan bir Orta Çağ düşünürü olan Aquinolu Thomas demokrasiyi savunmaz, ancak tiraniden yana da değildir. İktidarın sınırlandırılması gerekliliği, onun siyasi düşüncesinin temel taşlarından biridir. Savunduğu bu fikirlerle Aziz Thomas, anayasacılık düşüncesinin tohumlarını atan düşünürler arasın- da yer alır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder