16 Ocak 2014 Perşembe

Sosyolojinin Bir Bilim Olarak Kuruluşu


Sosyoloji, 19. yüzyılda Avrupa’da sanayi toplumunun yarattığı sorunları Aydınlanma felsefesinde billurlaşan belli ilkeler ışığında çözmek amacıyla ortaya çıktı ve o doğrultuda gelişti. Ortaya çıktığı dönemin ve toplumun sorunlarına, özelliklerine ve 
düşünce çerçevesine bağlı olarak da belli özellikler kazandı. Bir başlangıç cümlesi olarak sosyolojinin “modern sanayi toplumunun oluşum sürecinin bir sonucu olduğunu ve aynı zamanda da bu süreci başarıya eriştirmek gibi bir misyonla kendisini donattığını” söyleyebiliriz. Sosyolojinin o dönemde ve günümüzde, birey ve 
toplumla ilgili bir disiplin olmasına karşın, “doğa bilimleri modelini kendine örnek alan pozitif bir bilim” olarak tanımlanması da, gerek 19. yüzyılda akademik kurumsallaşmasını gerçekleştiren iktisat, hukuk, siyaset vb. gibi bilimlerden özenle ayrıştırılması da ve gerekse de yazısız/tarihsiz toplumları inceleyen etnografya, antropoloji gibi bilimlerden farklı olarak modern/endüstriyel/kapitalist Avrupa toplumunu inceleyen biricik, bilimlerin kraliçesi olarak gösterilmesi sosyolojinin ortaya çıktığı Avrupa toplumunun o dönemde yaşadığı özel toplumsal ve düşünsel koşullardır. 

Sosyoloji, aynı zamanda kendisini doğuran bu süreci başarıyla neticelendirmek gibi bir misyonla donanmıştır. Başka bir deyişle, sosyoloji modernleşme sürecinin bir sonucudur ve modernleşme sürecinin başarıyla tamamlanması için işe koyulmuştur. Aşağıda sosyolojiyi ortaya çıkaran toplumsal ve tarihsel koşullar tasvir edilmekte ve dönemin düşünsel ihtiyaçlarına uygun olarak kazandığı temel özellikler değerlendirilmektedir. 

İnsanoğlu, var olduğu andan itibaren gerek insan toplulukları ve gerekse de doğa üzerindeki merakını gidermeye, ihtiyaçlarını karşılamaya dönük arayışlar içerisinde olmuştur. Bu, yazılı tarih kadar eskiye dayanır. Sosyal bilimler diye adlandırılan şey 
de bu ihtiyacın modern çağda karşılanmasını sağlayan araçlar ya da sistemdir, özü itibariyle. 

Öncelikle tespit edilmesi gereken husus, sosyal bilimlerin modern dünyaya ait bir şey olduğudur. Özelliklerini, amaçlarını ve araçlarını, temelde belirleyen, işte bu modern dünya dediğimiz şeydir. Sosyal bilimler, hem bu dünyanın bir sonucu/ürünüdür, hem de bu dünyanın oluşmasında pay sahibidir. Sosyal bilimler, gerçeklik hakkında, bir biçimde ampirik olarak doğrulanan sistemli, dünyevi bilgi üretme çabasıdır ya da bu çabaya dayanır. Bu çaba, başlangıçta sadece bilgi anlamındaki scientia ile 
adlandırılıyordu. Birkaç yüzyıldır hakim olan, klasik bilgi sistemi temelde iki varsayım üzerine kuruludur:

(1) Newton modeli: Bu model bize, Tanrı gibi bizim de kesin bilgiye ulaşabileceğimizi söyler. Bu model, geçmiş ile gelecek arasında bir simetri öngörmekteydi. 
(2) İkinci varsayım, doğa ile insanlar, madde ile akıl, fiziksel dünya ile sosyal/manevi dünya arasında köklü ayrımlar bulunduğunu varsayan Kartezyen dualizmidir. 

Modern çağda, pek çok alanda yaşanan gelişmelerle birlikte gökyüzü alabildiğine açılmıştı; aynı şekilde insan hırsları da sınır tanımaz biçimde genişledi. İlerleme bu dönemin, yeni sınırsızlık duygusuyla kanatlanan ve teknolojinin maddi başarılarından güç alan kilit sözcüğü haline geldi. 
İlerleme fikrinin önemini belki, önceki dönemin dünya/evren fikri ile karşılaştırıldığında daha iyi anlama imkanına sahibiz.

Orta çağların Avrupa’sı “ilerlemek”ten ya da büyümekten çok “eldekini korumayı” kendisine hedef seçmiş bir durumdaydı. Tüm dünyası bu temel üzerine inşa edilmişti. Üretim süreçleri, dini 
anlayışları hep “birliği” korumak üzerine kuruluydu. Colomb’un keşif seferlerine itibar edilmeyişinin arkasında yatan bu psikolojinin etkisini göz ardı etmemek gerekir: Zaten elde kıt imkanlar bulunmaktaydı ve bu imkanları, sonu belirsiz bir macerada heba etmeye kimsenin niyeti yoktur. Fakat Allah’ın işi, çabalar Colomb’un karşısına hiç düşünmediği ve hayal dahi edemediği imkanlar çıkardı. Onlar Hindistan’a ulaşmak için yol ararken, yeni bir kıta keşfettiler. Ve her şey o andan itibaren yavaş yavaş, önceleri hiç fark edilmeksizin değişmeye başladı. Değişikliklerin ya da imkanların farkında olmayanlar, yaygın şekilde söylenegeldiği gibi, yalnızca Batı-dışı toplumlar değildi, bizzat Avrupalılar da bu yeni keşfin kendilerine neler getirdiğinin ya da ne tür sonuçlar doğuracağının farkında değillerdi. Onların amaçları sadece siyasi ve ticari üstünlükler elde etmelerine imkan tanıyacak bir uğraştı. Nitekim bir müddet, tüm çatışma bu mihverde gitti. Bu gelişmelerin sosyal yapıyı, kültürü, doğa ve toplum anlayışlarının değişimine etkisi ancak 200-300 yıl sonra fark edilebilmiş ya da pratiğe dökülebilmiştir. Önce Reform ile karşılaşıyoruz. Kilise’nin otoritesini sarsmaya başlıyor. Ardından Rönesans geliyor. Ve ardından da Aydınlanma ve Endüstri devrimi... Bu hareketler, Batılı insanın zihnini değiştiriyor, hem de köklü bir biçimde değişikliğe uğratıyordu. Genelde sosyal bilimlerin, özelde ise sosyolojinin temel özellikleri işte bu süreçte oluştu. Ve bilfiil, iktidar tarafından biçimlendirilmiştir. Fakat bu süreç, aynı zamanda bir kaos ortamını da doğurmaktaydı. Zaten sosyal bilimler ve sosyoloji, bu toplumsal kaosu çözümlemek, bozulan dengeleri yeni ilkeler çerçevesinde yeniden tesis etmek 
göreviyle ortaya çıkacaklardı.

Önce, felsefe/filozoflar teolojiyi mahkum ettiler. Fakat daha sonra sıra kendilerine gelecek ve metafizik olarak nitelenip toplumsal meselelerde geri plana atılacaklardı.Bilim alanında, ilk elde karşımıza çıkan doğa bilimleri ile felsefenin ayrışmasıdır. Felsefe, gerçeklik hakkında ampirik araştırmalara dayanmayan a priori bilgi önermekle suçlandı; daha önce kendisinin kiliseye/dine yaptığı kendisine yaptığının benzeri ona yapıldı ve devre dışı bırakılan teoloji/ilahiyatın konumuna oturtuldu. Ve zamanla, “ayrı ama eşit” iki ayrı bilgi dalı statüsünden, doğa biliminin tepede yerini aldığı ve felsefenin alt statüde bulunduğu bir bilgi hiyerarşisine ulaşıldı. Ve nihayet 19. yüzyılda bilim, dilde de bu üstünlüğünü tescil ettirdi. Sadece bilgi anlamındaki kavram, bu yüzyılda, gerçeklik hakkında bilgi veren araçların en üstünü olarak “doğa bilimi” anlamına kavuştu. Doğa biliminin alternatifinin üzerinde ise, bir hemfikirlilik yoktur. İsmi konusunda bile bir mutabakata varılmış değildir. Fakat açık olan bir şey vardı: İnsanların dünyası ile ilgili bilgiyi kimin denetleyeceği konusunda söz sahibi olacak bilim, doğal bilimlerin doğmasına sebep olan şartların özelliklerine uygun nitelikler taşıyacaktı, taşımak zorundaydı. Aksi takdirde tutunabilmesi mümkün değildi. Buna bağlı ve hatta 
bu hususun doğal sonucu olan ikinci bir gerek ise, doğa bilimlerinin örnekliğini kabullenmek durumunda kalacaktır. Bu yönde, 18. yüzyıldan itibaren bir kısım bilgi kategorileri geliştirilmeye çalışılıyordu. Ancak henüz istenen kesinliğe ulaşılabilmiş değildi. Bir kısım sosyal filozoflar, bu amaca hizmet edecek bir bilgi disiplini olarak sosyal fizik ismini ortaya atmışlardı. Bu tabir tam da, yukarıda bahsedilen özelliklere ve arayışlara işaret etmektedir. Bu gelişmeler olurken, Avrupa’nın tanıştığı yeni kültürlerin, yeni insan topluluklarının tanımlanması da önemli bir sorun olarak ortaya çıkmaktadır. Çeşitlilikler nasıl adlandırılacak ve nasıl bir düzene kavuşturulacaktır? Bu çabalar, aynı zamanda, düzeni “kendisine göre”, “kendisini merkeze oturtarak” sağlamayı uygun gören Avrupa’nın dünyanın diğer kültürleri ve toplumları üzerindeki egemenliğinin, üstünlüğünün meşrulaştırılmasına da hizmet etmeliydi. Bu yeni bilginin üretileceği mekanlar olarak üniversiteler, yeniden canlandı ve gelişmeye başladı. 
19. yüzyılın entelektüel tarihine her şeyden önce, bilginin disiplinlere ayrılması ve meslekleşmesi, yani yeni bilgi üretmek ve bilgi üretenleri yeniden üretmek üzere devamlılık gösteren kurumsal yapıların oluşturulması süreci damgasını vurmuştur.

Fransız devrimi ile birlikte gündeme gelen kültürel alt-üst oluş, sosyal bilimlere duyulan ilgiyi canlandırmıştır. Zira, artık mesele sosyal hayatın [sözüm ona] doğal düzeni türünden teorilerle halledilemiyordu. “Tersine pek çok kişi çözümün, ‘halk’ egemenliğinin hızla norm haline geldiği bir dünyada, önlenemez görünen sosyal değişmeyi, kuşkusuz çapını sınırlı tutma umuduyla, örgütlemek ve rasyonelleştirmekten geçtiğini savunuyordu. Ama eğer sosyal değişim örgütlenecek ve rasyonelleştirilecek idiyse, daha önce onu incelemek ve değişmeye yön veren kuralları anlamak gerekiyordu. Sonradan sosyal bilimler adını verdiğimiz çalışmaların üniversitede yeri olması bir yana, bunlara ciddi bir sosyal ihtiyaç vardı. Üstelik, yeni bir sosyal düzenin istikrarlı biçimde kurulmasına çalışılacaksa, söz konusu bilimin olabildiğince kesin (ya da ‘pozitif’) olmasında yarar vardı. Bu amaçla 19. yüzyılın ilk yarısında modern sosyal bilimin temellerini atmaya girişenler, özellikle Büyük 


Sosyal parçalanma sürecini yaşamış devletlerde, sosyal birliğin yeniden nasıl sağlanabileceği ile ilişkili olarak, yeni ya da potansiyel egemenliklerini ortaya koyabilmek için ulusal tarihlerin nasıl geliştiğine bakmaya başladılar. Bu ulusal tarihler artık prenslerden çok “halk”lar üzerinden işlenmekteydi. Tarih, arşivlere dayalı ampirik bir araştırmaya yöneldi ve kralları haklı kılan vakanüvislikten uzaklaşmaya başladı. Bu yeni anlayışa sahip tarihçilik, “felsefeden başka bir şey değil” diyerek, “spekülasyon” ve “tümdengelim” uygulamalarını reddeden sosyal bilime ve doğal bilimlere katılmaktaydı. Fakat, ampirik araştırmalara dayalı olsa da, her biri farklı bir özellik arz eden toplumlar hakkında “genelleme” yapmak isteyen sosyal bilimcilere, yani “toplumun evrensel yasalarını bulma” arzusundaki kuruculara şüpheyle bakılmaktaydı. Bilimin, zihnin dışına çıkmaya izin veren bir yöntem kullanarak nesnel gerçekliğin keşfini sağladığı, buna karşılık felsefecilerin yalnızca düşündükleri ve düşündükleri üzerine yazdıkları ileri sürüldü. Bilim ve felsefe ile ilgili bu görüş, 19. yüzyılın ilk 
yarısında sosyal dünyaya ilişkin çözümlemeleri yönetecek kuralları belirlemeye koyulan Comte ve Mill tarafından açık bir biçimde savunuldu. “Sosyal fizik” terimini canlandırırken Comte siyasal endişelerini açıkça ortaya koymuştur. Yapmak istediği, Batı’yı, Fransız Devrimi’nden sonra gündeme gelen “entelektüel anarşi” yüzünden “zorunlu bir yönetim biçimi” haline gelen “sistematik yolsuzluk”tan kurtarmaktı. Değişim partisi, Protestanlıktan türetilen salt olumsuz ve yıkıcı tezlere yaslanırken, düzen partisi de modası geçmiş olarak değerlendirilen –katolik ve feodal- doktrinlere dayanmaktaydı. Comte’a göre sosyal fizik, pozitivist felsefenin ve düşüncenin bir sonucu ve gereği olarak, sosyal sorunların çözümünü uygun eğitimi almış “sınırlı sayıda seçkin zeka”ya devrederek düzen ve ilerlemenin bağdaştırılmasını sağlayacaktı. Bu yoldan, yeni bir manevi güç oluşturularak Devrim “sonlandırılacak”tı. Sosyal bilimlerin değişik disiplinleri, 19. yüzyılda “gerçeklik” hakkında ampirik bulgulara (“spekülasyon”dan farklı olarak) dayalı “nesnel” bilgi elde edilmesini sağlamak için harcanan genel çabaların bir parçası olarak yaratıldı. Niyet edilen, doğruyu icat etmek ya da sezgi yoluyla bulmak değil, “öğrenmek” idiSaptanacak ilk husus, bu kurumlaşmanın belli başlı beş merkezde gerçekleştirilmiş olduğudur: Büyük Britanya, Fransa, Almanya, İtalya ve ABD. 
Saptanacak ikinci husus, 19. Yüzyıl boyunca çok sayıda ve çok çeşitli “konu” ya da “disiplin” adının önerilmiş olduğudur. Ancak birinci savaş öncesinde adları üzerinde belli ölçüde uzlaşma sağlanmış birkaç disiplin vardı: Tarih, iktisat, sosyoloji, siyaset bilimi ve antropoloji. Buna, aynı düzeyde olmamakla birlikte, bir de oryantalizm eklenebilir. 
“Modern bilim, kapitalizmin evladıdır ve ona bağımlı olmuştur. Bilimciler toplumsal onay ve destek görüyorlardı çünkü gerçek dünyada somut ilerlemeler –üretkenliği artıracak ve zamanla mekanın dayattığı sınırlamaları azaltıp herkes için daha büyük bir rahatlık yaratacak harika makineler- yaratma imkanı sunuyorlardı. Bilim işe yarıyordu. 
Bilimsel faaliyeti kuşatacak tam bir dünya görüşü yaratılmıştı. Bilimcilerin “tarafsız” oldukları söyleniyor, böyle olmaları isteniyordu. 
Bilimcilerin “ampirik” oldukları söyleniyor, böyle olmaları isteniyordu. 
Bilimcilerin “evrensel” doğruları aradıkları söyleniyor, böyle olmaları isteniyordu. 
Bilimcilerin “basit” olanı keşfettikleri söyleniyor, böyle olmaları isteniyordu. 
Onlardan karmaşık gerçekleri çözümleyerek bunları yönlendiren basit, en basit temel kuralları saptamaları talep ediliyordu. Son olarak belki de hepsinin en önemlisi, bilimcilerin nihai nedenleri değil, etkili nedenleri açığa çıkarttıkları söyleniyor, böyle olmaları isteniyordu. Üstelik, bütün bu betimleme ve isteklerin bir paket oluşturdukları söyleniyordu; hepsi bir arada ele alınmalıydı.

Fransız ihtilalinin iki önemli sonucu oldu: 

(1) Siyasi değişim sürekli ve normal bir şeydir; 
(2) Egemenlik “halk”a ait bir şeydir. Bu iki önerme, sadece iktidar ya da otorite sahipleri tarafından kullanılmıyordu, herkes tarafından kullanılabiliyordu. Bu da işin iktidarlarca can sıkıcı yanı olarak değerlendirilmekteydi. Ortada “tehlikeli sınıflar” olarak adlandırılan bir grup oluşmuştu. Serseri mayın misali, kimin elinde nasıl sonuçlar doğuracağı tahmin edilemeden patlamaya hazır tehlike karşısında iktidarın elinde üç araç vardı: 
(1) Toplumsal ideolojiler, 
(2) sosyal bilimler, 
(3) toplumsal hareketler. 

“Eğer siyasi değişim norm olarak görülüyor ve eğer genellikle egemenliğin halkta olduğuna inanılıyorsa, soru ateşten gömleğin nasıl giyileceği, daha akademik bir biçimde ifade edecek olursak, kargaşayı, yıkıcılığı ve aslında değişimin kendisini asgariye indirmek için toplumsal baskıların nasıl idare edileceği sorusu haline gelir. İdeolojiler işte burada devreye girer. İdeolojiler değişimi idare etme programlarıdır. On dokuzuncu ve yirminci yüzyılların başlıca üç ideolojisi, değişimi asgariye indirecek şekilde idare etmenin üç olası yolunu temsil ederler: Değişim mümkün olduğunca yavaşlatılabilir, tam olarak doğru hız aranabilir, ya da hızlandırılabilir. Bu üç program için çeşitli adlar icat ettik. Bunlardan biri sağ, merkez ve soldur. Biraz daha açıklayıcı olan ikincisi ise muhafazakarlık, liberalizm ve radikalizm/sosyalizmdir.”

Bunlar arasında diğerlerine galebe çalan liberalizm olmuştur: Genel oy hakkı, refah devleti ve (dışa yönelik ırkçılıkla birleşmiş) bir ulusal kimliğin yaratılmasından oluşan üç katlı siyasi programlarıyla Avrupa’da tehlikeli sınıflar musibetini etkili bir biçimde sona erdirdiler.Siyasi bir ideoloji olarak liberalizmin stratejisi, değişimi idare etmekti ki bu da değişimin doğru insanlar tarafından doğru şekilde gerçekleştirilmesini gerektiriyordu. Nitekim liberallerin ilk olarak, bu idarenin ehliyet sahibi insanların elinde olduğunu garantiye almaları gerekiyordu. Ehliyetin de ne miras yoluyla seçim (muhafazakar önyargı) ne de popülerlik yoluyla seçimle (radikal önyargı) garanti altına alınamayacağına inandıkları için, geride kalan tek olasılığa, liyakat yoluyla seçime döndüler ki bu da kuşkusuz entelektüel sınıfa ya da en azından bu sınıfın “pratik” meseleler üzerinde yoğunlaşmaya hazır kesimlerine dönmek anlamına geliyordu. İkinci şart, bu ehliyet sahibi insanların edinilmiş önyargılardan değil, önerilen reformların olası sonuçları konusunda önceden sahip olunan bilgiden hareket etmeleriydi. Böyle hareket etmek için de toplumsal düzenin gerçekte nasıl işlediğine dair bilgiye ihtiyaçları vardı ve bu araştırmaya ve araştırmacılara ihtiyaçları olduğu anlamına geliyordu. Sosyal bilim liberal girişim için kesinlikle can alıcı bir önem taşıyordu. 

 “Liberal ideoloji ile sosyal bilim girişimi arasında sadece varoluşsal değil özsel bir bağ da vardı. Sadece sosyal bilimcilerin çoğunun liberal reformizmin savunucuları olduklarını söylemiyorum. Bu doğrudur, ama çok önemli değildir. Benim söylediğim, liberalizm ile sosyal bilimin aynı öncül –toplumsal ilişkileri, tabii ki bilimsel (yani, rasyonel) bir biçimde manipule etme yeteneği sayesinde insanın kusursuzluğa ulaşmasının kesin olduğu öncülü- üzerine kurulmuş oldukları. Mesele sadece bu öncülü paylaşıyor olmaları değil, aynı zamanda ikisinin de bu öncül olmaksızın varolamayacak olmaları ve ikisinin de bunu kurumsal yapılarının bir parçası haline getirmiş olmalarıdır.

“Sosyoloji. İsmi icat eden Comte’a göre sosyoloji, bilimlerin kraliçesi, kendi içinde bütünleşmiş ve birleşik bir sosyal bilim ve yine Comtegil bir neolojizmle söylenirse, “pozitivist” olacaktı. Bununla birlikte uygulamada sosyoloji bir disiplin olarak daha çok, ondokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında sayısı çok artmış olan kentli işçi sınıfların yol açtıkları hoşnutsuzluk ve düzensizliklerle baş etmeyi amaçlayan, sosyal reform derneklerinin çalışmalarının üniversitede meydana getirdiği değişiklik ve kurumsallaşmayla gelişti. Bu sosyal reformcular çalışmalarını üniversite ortamına taşımakla, yasa değişikliklerine yönelik aktif lobicilik rollerinden vazgeçtiler... Sosyologlar kısmen başlangıçta sosyal reform örgütleriyle olan yakın bağlarını koparmak istedikleri, kısmen de bugünü el almaya ağırlık verdikleri için pozitivizme yöneldiler, bu da onları nomotetik kampa itti.”

Sosyal bilimin Avrupa’da kurumsallaşma süreci, Avrupa’nın sonunda dünyanın geri kalanı üzerinde egemenliğini kesin olarak kurduğu tarihlerde gerçekleşiyordu. Bu durum sorulması kaçınılmaz soruyu gündeme getirdi: Neden tüm rakiplerini alt ederek Amerikalar, Afrika ve Asya üzerinde iradesini dayatan, dünyanın bu küçük parçası olmuştu? Bu çok kapsamlı bir soruydu ve verilebilecek yanıtlar egemen devletler düzeyinde değil, karşılaştırmalı “uygarlıklar” düzeyinde aranıyordu. Avrupa’nın dünyaya egemen olacak hale nasıl geldiği sorusu, entelektüel alanda Darwinci dönüşümle çakıştı. Aydınlanmanın hazırladığı bilginin dünyevileşmesi süreci evrim teorisiyle doğrulanmış olduğundan, Darwinci teoriler, biyolojik kökenlerinden çok öte alanlara taşındı. Sosyal bilim metodolojisine, örnek alınan Newton fiziği egemen olsa da, hayatta kalmaya en uygun olanın yaşadığı kavramını öne çıkaran, görünüşe göre karşı konulmaz bir çekiciliği olan evrim meta-kavramı, sosyal teoriler üzerinde çok etkili oldu. 7 Evrim teorisi biraz esnek şekilde yorumlandığında, ilerlemenin, çağdaş Avrupa toplumunun gözle görülür üstünlüğüyle örtüştüğü yollu varsayıma bilimsel gerekçe sağlamada pekala kullanılabilirdi. Nitekim kullanıldı: Son aşaması sanayi devrimi olan, sosyal gelişmenin aşamalarıyla ilgili teoriler, tarihin liberal yorumları, iklimin belirleyiciliği tezi, Spencer sosyolojisi vb. bunun örnekleri arasında sayılabilir.

Sosyolojinin İlk Dönemi İtibariyle Gösterdiği Özellikler 

Sosyoloji, tekrarlayacak olursak, 19. yüzyılda Avrupa’da sanayi toplumunun yarattığı sorunları Aydınlanma felsefesinde billurlaşan belli ilkeler ışığında çözmek amacıyla ortaya çıktı ve o doğrultuda gelişti. Ortaya çıktığı dönemin ve toplumun sorunlarına, özelliklerine ve düşünce çerçevesine bağlı olarak da belli özellikler kazandı. Bir başlangıç cümlesi olarak sosyolojinin “modern sanayi toplumunun oluşum sürecinin bir sonucu olduğunu ve aynı zamanda da bu süreci başarıya eriştirmek gibi bir misyonla kendisini donattığını” söyleyebiliriz. Sosyolojinin o dönemde ve günümüzde, birey ve toplumla ilgili bir disiplin olmasına karşın, “doğa bilimleri modelini kendine örnek alan pozitif bir bilim” olarak tanımlanması da, gerek 19. yüzyılda akademik kurumsallaşmasını gerçekleştiren iktisat, hukuk, siyaset vb. gibi bilimlerden özenle ayrıştırılması da ve gerekse de yazısız/tarihsiz toplumları inceleyen etnografya, antropoloji gibi bilimlerden farklı olarak modern/endüstriyel/kapitalist Avrupa toplumunu inceleyen biricik, bilimlerin kraliçesi olarak gösterilmesi sosyolojinin ortaya çıktığı Avrupa toplumunun o dönemde yaşadığı özel toplumsal ve düşünsel koşullardır. Bu çerçevede, sosyolojiyi “modern sanayi toplumunu inceleyen bir araştırma disiplini” olarak tanımlayabiliriz. Buna bağlı olarak da, çözmeye çalıştığı pratik 
sorunlara bağlı olarak kuramsal yaklaşımları, temelde modern toplumu meydana getiren 4 temel sürecin ya da devrimin oluşturduğu birikimlerin izlerini taşır: 

(1)  Sosyal Darwinizm olarak adlandırılan bu yaklaşımın ortaya çıkışı, kapsamı ve daha özelde de Osmanlı aydınları arasındaki etkisi  Doğa bilimlerindeki gelişmeler (bilimsel devrim); 
(2) felsefe ve sanat alanında yaşanan gelişmeler (reform, Rönesans ve aydınlanma felsefesi);
(3) sanayi devrimi
(4) siyasî devrimler (Fransız İhtilali ve devamındaki pek çok işçi-köylü ayaklanması). 

Tom Bottomore, sosyolojinin ilk dönemde gösterdiği özellikleri özlü bir biçimde belirtiyor: “Toplumbilimin benim çizmeye çalıştığım sınırlar içindeki ‘tarih-öncesi’ kabaca, 1750-1850 dönemindeki yüzyıllık bir süreyi içermektedir. Bu dönem, bir 
başka deyişle, Montesquieu’nun De l’esprit des lois [Kanunların Ruhu] adlı eserini yayınlaması ile, Comte, Spencer ve Marx’ın ilk yazılarını yayınladıkları tarihler arasındadır. Ayrı bir bilim olarak toplumbilimin oluştuğu dönem ise ondokuzuncu yüzyılın ikinci yarısı ile yirminci yüzyılın ilk bölümüdür. Bu kısa özetlemeden, ilk dönem toplumbilimin bazı özeliklerini görmek mümkündür. Herşeyden önce, ilk dönem toplumbilimi ansiklopediktir; insan toplumunun tarihinin ve toplumsal hayatın tümünü birden kapsamak istemektedir. İkinci olarak, tarih felsefesinin etkisi ve daha sonraları evrim konusundaki biyolojik teorinin bu etkiyi pekiştirmesiyle toplumsal evriminin temel aşamalarını ve işleyişini açıklamaya çalıştığı için evrimcidir. Üçüncü olarak, karakter yönünden doğal bilimlere benzer biçimde, 
genellikle bir pozitif bilim sayılmaktadır. Onsekizinci yüzyılda toplumsal bilimler  14. yüzyıldan itibaren Doğa bilimlerinde yaşanan gelişmeler, dünyanın anlaşılması ve insan hayatını kolaylaştıracak şekilde tabiat üzerinde egemenlik kurma, aynı zamanda bireyin ve toplumun kendi kaderlerine hükmedebilme imkanını getirmiştir. Bunun yanı sıra, doğa bilimlerindeki gelişmeler, ortaçağ Avrupa toplumundaki egemen kilise hiyerarşisini yıpratacak felsefî ve teolojik bir tartışmayı da tetikleyen bir işlev görmüştür.

18. yüzyılda gerçekleşen sanayi devrimi, hikayesi kısaca aşağıda anlatılacak olan pek çok toplumsal gelişmeyi ve sorunu tetikledi. Şehirler ve fabrikalar oluştu. Yeni bir birey ve yeni sınıflar teşekkül etti. Bunların yanı sıra, teknolojinin ve sanayi üretiminin gündelik hayatı kolaylaştırıcı etkisi, Marx, Durkheim vb. gibi 19. yüzyılın önde gelen pek çok düşünürünün düşüncelerinde karşımıza çıkan ‘ikircikli’ bir hal yarattı. Bir 
taraftan ‘ilerleme’ye duyulan inanç ve geleceğe yönelik iyimserlik, öte yandan yaşanan hızlı değişimle birlikte toplumsal dayanışmayı sağlayan mevcut değerler manzumesinin hızla aşınmasıyla birlikte ‘toplumun sonunun geldiğine ilişkin’ endişe ve kötümserlik hali. Özellikle Fransız İhtilali ve sonrasındaki pek çok toplumsal ayaklanma, durumu daha da hassas hale getirdi. Dönemin bu halet-i ruhiyesi, Comte’un meşhur ‘düzen ve ilerleme’ mottosunda hayat bulur. İlerleme ve muhafazakarlık kavramlarının –özellikle ilk dönem- sosyoloji kuramında izlerini bulmak hiç de zor değildir. Bu iki kavram için bkz. Kenneth Bock, “İlerleme, Gelişme ve Evrim Kuramları”
 (sosyal bilimler) büyük ölçüde fizik bilimini model almışlardır. Toplumbilim, ondokuzuncu yüzyılda, toplumu bir organizma olarak tasarlayan çeşitli düşüncelerden ve toplumsal evrime ilişkin genel yasalar çıkarma çabalarından anlaşılacağı gibi, biyolojiyi model almıştır. Dördüncü olarak, genel kapsalı bir bilim olma iddiasına rağmen, toplumbilim özellikle onsekizinci yüzyıldaki siyasal ve ekonomik devrilerin yaratığı toplumsal sorunlarla ilgilenmiş; herşeyin üstünde de, yeni sanayi toplumunun bilimi olmuştur. Son olarak, bilimsel olduğu kadar ideolojik bir karaktere de sahiptir; oluşumunda tutucu ve radikal düşünceler birlikte yer almış, biribiriyle çelişkin teorilere yol açmış, günümüze dek süren tartışmalara neden olmuştur.”
Sosyolojinin bir bilim olduğunu savunanlara göre; (1) evrende ya da toplumda bilinebilir bir düzen mevcuttur, (2) toplumun tekbiçimliliği ya da toplumun düzeni gözlenebilir, ve (3) fizik biliminin gözlem ve diğer yöntemleri sayesinde sosyal davranışın kanunları teyit edilebilir ve kodlanabilir. Bunun karşısında sosyolojinin bilim olmadığını düşünenler ise şu gerekçeleri öne sürmektedirler: (1) insan kendi kendisinin deneği/kobayı olmalıdır, (fakat) henüz o, kendi deneyini kontrol edebilir durumda değildir, (2) Sosyal bilimde neden(sellik) doğa bilimlerindeki gibi asla tek ve basit değildir, fakat daima birden çok ve karmaşıktır, (3) onun bilimsel yargılarını bozabilecek araştırmaya ait herhangi bir şey önyargılardır; bu sosyal bilimlerde çok yaygındır, ve (4) bilim, doğa bilimleri örneğinde olduğu gibi, ahlaki olarak nötr ve tarafsız olmalıdır. Sosyal bilimler bu ahlakın etik temellerini, tutku motivasyonunu nasıl ele alabilir?
Sosyolojinin ortaya çıktığı andan itibaren ilgisi üç ana konu üzerinde olmuştur. Geri kalan sosyoloji konuları ya da alanları bu üç ana konunun açılımlarından ibaret olmuştur. Sosyolojinin başlangıcından itibaren üzerinde durduğu iki konuyu Comte’un tasnifi özetlemektedir: Sosyal statik ve sosyal dinamik. Biz buna bir de, “toplumlararası ilişkiler ve toplumların evrim çizgisinin belirlenmesi, başka bir deyişle Avrupa toplumlarının dünyanın diğer toplumlarından üstün olduklarının bilimsel olarak ispatlanması uğraşısı”nı ekleyebiliriz. Sosyal statik ve dinamik, temelde Batı toplumunun iç meselelerini (toplumsal yapının ya da istikrarın nasıl Theories in Conflict, Wadsworth Publication Co., 1971, s. 7-8.  sağlanacağı, toplum kurumlarının neler olduğu, toplum işleyişinin nasıl gerçekleştiği, ilişkilerin ne tür özellikler gösterdiği, toplumdaki hareketliliklerin, çatışmaların nerelerden kaynaklandığını tespit etmeye uğraşır ve nasıl engellenebileceğine ya da çatışmaların mevcut düzen/sistem sahiplerinin istediği yöne nasıl evirilebileceği vb. konular) ele alırken, sosyolojinin başlangıç evresinde dünya yüzeyindeki tüm 
toplumları tasnif etme çabası içerisinde de olunmuştur. Comte’un üç hal kanunu, Durkheim’in organik-mekanik dayanışma teorisi, Tönnies’in cemaat-cemiyet ayrımı, Weber’in rasyonelleşmeyi, bürokrasi mekanizmasını temel alan yaklaşımları, Marx’ın ekonomik temelli ilkel toplumlardan feodal, kapitalist ve sosyalist toplumlara doğru evirilen toplumsal evrim çizgisi/şeması ve daha birçok sosyoloğun özünde pek değişmeyen yargıları dile getiren çeşitli tarihsel toplum evrim şemaları ortaya koyma çabaları bu duruma örnek olarak zikredilebilir. Dikkati çeken önemli bir özellik de, sosyal statik ve dinamik konularındaki farklı yaklaşımlara, tartışmalara ve çatışmalara rağmen, toplumların tarihsel gelişim çizgilerini ortaya koyma iddiasındaki ve özünde 
ideolojik nitelikler barındıran sınıflama çabalarının tüm Batılı sosyologlarca benimsenmesidir. Toplumların farklı özellikleri öne çıkarılarak farklı kavramlaştırmalara gidilmesine ve buna bağlı olarak da farklı evrim şemaları çizilmesine rağmen, özünde, toplumsal gelişmenin zirvesindeki yeri her zaman tescil edilmiş bir Batı ve bir de Batı’nın ulaştığı zirve noktaya ulaşan çizginin çeşitli yerlerinde, kimileri henüz başlangıcında, kimileri biraz yaklaşmış noktalarda bir Batı-dışı toplumlar diyebileceğimiz kesim bulunmaktadır. Bu ikili ayrım, dediğimiz gibi, hiçbir döneminde reddedilmiş değildir. Bu çerçevede toplumbilimin temel anlayışı, ya da yönetici ideası, bu bakımdan 
“toplumsal yapı”dır: Belirli bir toplumdaki eylem ya da davranış formları arasındaki sistematik karşılıklı-ilişkilerdir.Sosyolojinin bir bilim olarak ortaya çıktığı ilk dönemde, sosyologların çok sayıda genel, evrensel kurallar koyduklarına şahit oluruz, insan toplumlarının doğasına ve evrimine ilişkin. Ancak zaman geçtikçe, yeni toplumlarla tanışmak, toplumsal hayatın aldığı biçimler göz önüne alındığında toplum hayatına ilişkin genel geçer kanunlar vaz etmekten vazgeçilmiştir. Bu konuda daha ihtiyatlı olunmuştur. Toplumların evrimine ilişkin kanunlar koymaktan çekinilmesinde, Marx’ın sunduğu toplumların evrimi hakkındaki teorisinin Batı burjuvazisi tarafından kabul edilemez oluşunun da  önemli bir payı bulunmaktadır. Zira bu teoriye göre, hatırlanacak olursa, Batı toplumları kapitalist aşamadan sonra proletarya sınıfının topluma egemen olacağı sosyalist toplum aşamasına varılacaktır. Bu da, Batı kapitalist, burjuva sınıflarının iktidarlarını kaybedecekleri anlamına gelmektedir. O nedenle, sosyologların bu türden evrensel kanunlar keşfetmeleri ya da sunmaları pek bilimsel bir davranış olarak değerlendirilmez. İdeolojik bir yaklaşım olarak görülür ve mahkum edilir. Ancak meselenin bir diğer yanı daha bulunmaktadır ve gözden kaçırılmaması gerekir. Marx’ın sınıf çatışması temelinde yükselen teorisi reddedilirken, Batı toplumlarının dünyanın diğer toplumlarına kıyasla toplumsal evrimin en üst aşaması olarak kabul edilmesi ve toplumsal gelişimin nihai bir halkası olarak Batı dışı toplumlara örnek gösterilmesi çabasından da vazgeçilmemiştir. Modernleşme, küreselleşme, gelişmişlik-azgelişmişlik, bağımlılık vs. kuramlarının temelinde yatan ön kabulün başka bir anlamı bulunmamaktadır. 


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder