18.
yüzyılın son çeyreğinden itibaren, meydana gelen
hızlı ve köklü dönüşümlerin yarattığı toplumsal
krizleri anlamaya ve değerlendirmeye çalışan pek çok isim oldu: Adam Ferguson gibi İskoç Aydınlanma geleneği içerisinde değerlendirilen isimler,
Herbert Spencer, Georg
Simmel, Ferdinand Tönnies,
Saint-Simon vd. Hatta daha eskilere giderek Montesquieu, Vico, Pareto’yu da bu isimlere dahil edebiliriz. Nitekim,
sosyoloji tarihleri yukarıda sözü edilen isimleri –ve elbette daha başka pek çok ismi- sosyolojinin akademik bir disiplin olarak
kurumlaşmasının ön-tarihi içerisinde değerlendirir. Kimi çalışmalarda bu isimlere İbn Haldun da dahil edilir.
Söz
konusu isimlerin her birisi, yaşanan hızlı toplumsal dönüşümleri ve yarattığı sorunları
değerlendirmeye yönelik sosyolojik değerlendirmeler yaptılar.
Ancak belli düşünsel
ve siyasal nedenlerle, toplumu
araştıracak müstakil yeni bir
disiplininin kurumlaşmasını sağlayanlar;
gerek bu disiplinin isim babalığını yapmaları
ve gerekse de hem diğer bilimlerin yetersiz kaldığı noktaların aşılmasına
izin verilecek yeni yöntemler önermeleri, disiplinin
çerçevesini net ve kesin hatlarla çizmeleri, bu yeni disiplinin inceleme nesnesini çok
daha açık bir biçimde çizebilmeleri ve –belki
de en önemlisi- kapitalizmin yaşadığı ilerleme
ve gelişmeyi bir düzen içerisinde kontrollü bir biçimde
devam etmesini sağlayacak yaklaşımlar ve açıklamalar getirmeleri nedeniyle Auguste Comte, Emile Durkheim, Max Weber olarak
kabul edilirler. Eserlerini ilk verdiği dönemlerde sosyolojiyi ‘burjuva sınıfının bilimi’ olarak görüp ideoloji
olarak değerlendiren ve dolayısıyla da dışlayan, buna karşılık olarak da kendisi ‘ideolojik bulunduğu’ için
dışlanan Karl Marx da, özellikle 1945 sonrasında bu kurucu isimler arasına
dahil edilmiştir.
Sosyoloji tarihleri, elbette, bugünden geriye doğru bakılarak ve bugünün
ihtiyaçları dikkate
alınarak yazılmış- tır. Bu anlamda sosyolojinin tarihinin yazımı eleştirel
bir biçimde okunmalıdır. Kaldı ki, klasik
sosyal teorinin günümüz sanayi toplumlarını ele almada yetersiz kaldığı noktaların aşılması
çabasında, geçmişte sosyoloji tarihinin kurucuları olarak kabul görmeyen isimler
yeniden hatırlanmış ve geriye dönük bir okumayla Georg Simmel, Gabriel Tarde
vb. gibi isimlerden daha fazla yararlanmanın
yolları aranmaya başlanmıştır. Bu da, sosyolojinin kuruluşunda katkısı bulunan
isimlerin ve düşüncelerin sayısını hayli artırmaktadır.
Auguste Comte
(1798-1857)
Toplumu bilimsel olarak incelemesi için ihtiyaç duyulan
bilime sosyoloji [sociologie] ismini ilk öneren ve kulla-
nan kişi olmakla maruftur. Bir dönem katipliğini de yaptığı
hocası Saint-Simon’dan mülhem olarak,
toplumu bilimsel inceleyecek
bilim dalı için ‘sosyal fizik’ terimini de kullanmıştı.
Comte, tıpkı doğa bilimlerinin fiziksel dünyanın işleyişini açıklamasına benzer biçimde toplumsal
dünyanın yasalarını açıklayabilecek bir toplum bilimi yaratmaya çalışmıştı. Her bir bilim disiplininin
kendine özgü bir inceleme nesnesi ve yöntemi
olduğunun farkında olmakla birlikte, bütün disiplinlerin
ortak bir mantık ile evrensel yasaları ortaya çıkarmaya çalışan
bilimsel yöntemi paylaştıklarına inanmaktaydı. Bu çerçevede de,
tıpkı doğal dünyanın yasalarının keşfinin
bize çevremizdeki olayları öngörme
ve denetleme olanağı vermesi
gibi, insan toplumunu yöneten yasaların ortaya dökülmesinin de bize kendi
kaderimizi biçimlendirme ve in- sanlığın refahını artırma imkanı vereceğini düşünüyordu.
Comte, sosyolojinin pozitif bir bilim olması gerektiğine
inanıyordu. Bu doğrultuda, sosyolojinin toplumu in- celerken fizik
ya da kimyanın fiziksel dünyanın incelenmesinde kullandığı aynı kesin
bilimsel yöntemleri
kullanması gerektiğine inanıyordu. Pozitivizm bilimin yalnızca doğrudan
deney yoluyla bilinebilen, gözlem- lenebilir büyüklüklerle
ilgilenmesi gerektiğini ileri süren bir yaklaşımdır.
Comte’un üç hal kanunu,
insanın dünyayı anlamaya yönelik çabasının teolojik, metafizik ve pozitif
aşamalar- dan geçtiğini ileri sürmektedir. Bu yasa önerisi ile Comte; hem bir insanın zihinsel gelişim
sürecini, hem de bütün bir insanlık
tarihinin gelişim aşamalarını evrimsel bir çizgi doğrultusunda açıklama
iddiasını taşımaktadır. Teolojik aşamada, düşünceler dinsel
anlayışlar ile toplumun Tanrının
iradesinin bir dile gelişi olduğu inancı tarafından yönlendirilmektedir. Yaklaşık olarak Rönesans döneminde
öne çıkan metafizik aşamada toplum, doğaüstü değil
doğal bir bakış açısından anlaşılır. Copernicus, Galileo ve Newton’un keşif ve başa- rılarıyla
ortaya çıkan pozitif aşama, bilimsel
tekniklerin dünyaya uygulanmasını teşvik etmiştir. Comte,
bu aşamada artık dünyanın ve toplumun,
bilimin sağladığı imkanlarla anlaşılabileceğine ve düzenlenebileceğine
inanmaktadır. Bu çerçevede o, sosyolojiyi, bütün bilimlerin en karmaşık, en üstün olanı,
bilimlerin kraliçesi olarak adlandırır.
Bu aşamada, toplumun pozitif bir
bilim olan sosyoloji aracılığıyla
düzenlenebileceğine inanan Comte; inanç ile dogmayı terk ederek onların
yerine bilimsel bir temeli merkeze geçirecek olan bir İnsanlık Dini önermekteydi. Sosyoloji de bu yeni dinin
merkezinde yer alıyordu. Comte’un
içinde yaşadığı toplumun sorunlarıyla yakından
alakalı olduğu, dağılan bir toplumun yeniden,
yeni ilkeler ve yeni araçlarla yeniden kurulabileceği inancını taşıyordu. Sosyoloji de, başka bir deyişle,
onun sanayileşmenin yarattığı
yeni sorunları çözebilecek,
yeni toplumu kurabilecek bir dayanışmayı
yaratabilme hedefini gerçekleştirecek bir imkan sunduğu görüşündeydi. Onun yeni toplumu
kurma düşü, bir tür seküler
bir din inşa önerisi şeklinde
karşımıza çıktı. Her ne
kadar kendisinin düşüncesinin bu metafiziksel
özellikleri bulunmaktaysa da, toplumu bilimsel bir çerçevede araştırma noktasında, sonraki
kuşaklar için yol açıcı olmuştur.
Emile Durkheim (1858-1917)
Sosyolojinin isim babası Comte’tur;
ancak sosyolojinin gerçek anlamda bir bilim olarak kurulması Durkheim’le mümkün olabilmiştir. Comte’un yazılarının kimi yönlerine dayanmakla birlikte
Durkheim, selefinin birçok görüşünün çok spekülatif ve muğlak olduğunu, ayrıca Comte’un kendi
programını sosyolojinin bilimsel bir temele oturtmada başarılı olamadığını
düşünüyordu. Durkheim, sosyolojiyi, geleneksel felsefe sorunlarını, ampirik
bir yöntemle ele alarak açıklığa kavuşturmada kullanılabilecek bir yeni bilim olarak görüyordu. Comte gibi, Durkheim da, toplum yaşamını doğal dünyayı inceleyen
alimlerin sahip olduğu aynı nesnellikle incelemek gerektiğine inanıyordu. Sosyolojik Yöntemin
Kuralları’nda dile getirdiği
ilk ilke, ‘toplumsal olguların şeyler olarak incelenmesi’ gereğidir.
Edward Tiryakian,
Durkheim’in sosyolojik analizini
üç aşamalı yaşam tasarımının bir parçası olarak değelendirir: (1) Sosyolojiyi ciddi ve titiz bir bilimsel disiplin olarak kurmak;
(2) sosyal bilimlerin birleştirilmesini ve birliğini sağlayıcı temeli tesis etmek; ve (3) modern toplumların uygar/toplumsal dinlerinin
ampirik, rasyonel ve sistematik
temellerini oluşturmak.1
Toplumsal
İşbölümü, Sosyolojik Yöntemin Kuralları ve
İntihar başlıklı çalışmalarıyla
Durkheim’in birinci hedefi- ne ulaştığı söylenebilir. Bu eserlerle “sosyolojinin manifestosunu” yazmış kabul edilebilir. Sosyoloji, onun bu çalışmalarına kadar henüz entelektüel
çevrelerde şüphe ile karşılanmaktaydı. Zira 19. yüzyılın bireyciliğine karşı
çıkmaktaydı.
Durkheim, 40. yaş gününü yayınladığı
Annèe Sociologique
ile kutlamaktaydı. Yıllık, arkasında
ciddi bir ku- rumsallaşmanın ve
birlikte çalışmanın bir ürünüydü. 1913’te ise kendisine sosyoloji kürsüsünün verilmesi sosyolojinin meşruiyetinin sağlandığını göstermekteydi.
Durkheim, toplumsal dünyaya
ilişkin bilginin deney ve gözlem
aracılığıyla bilineceğine
inanıyordu. Durkheim’a göre,
toplumsal dünya ‘ahlakî bir varlık’ idi ve bu dünyanın yapısı, örgütlenmesi akılcı düşünceyle kavranabilirdi. Bu tür bir başarıya ulaşabilmek için modern bilimlerin bir
işbirliği içerisinde olmaları gerek-
tiği kanısına varmıştı. Çıkardığı
yıllık, bu işbirliği
için bir zemin oluşturmaktaydı. Ona göre sosyal bilimler,
‘insan toplumlarının normatif üst yapısının bilimsel olarak incelenmesi’
demektir. Ekonomi, tarih, hukuk ve
din insanlık evinin bilinen bazı odalarıydı ve
sosyoloji de bu odaları birbirine bağlayan
bir bağdı. Toplumsal gerçek doğa bilimlerinde olduğu gibi deney ve gözlem yoluyla elde edilebilirdi, fakat doğa bilimleri
yöntemi insan hayatı için
geçerli değildi. Onun için olması gereken, toplumsal olguların sistematik,
örgütlü bir biçim- de karşılaştırmalı çözümlemesinin yapılmasıydı. Bu da, ancak
tarihsel bir düzlemde
gerçekleştirilebilirdi. De-
nildiği gibi, Yıllık, profesyonel olarak sosyolog olmayan insanları bünyesinde
toplayan bir yayındı. Yani tam
anlamıyla bir çıraklık platformu ve farklı disiplinlerin işbirliği için bir
zemindi.
“Saint-Simon
ile başlayıp Comte, Le Play ve Durkheim
ile devam eden Fransız
sosyoloji geleneğinin ortak
paydası politik karışıklıktan, güç elde etmek için yapılan grup mücadelesinden ve
iç çekişmelerden nefret ediştir; bu gelenek
(Marxist sosyoloji ile karşıtlık
içerisinde olan) sosyolojiyi koşulları düzeltici ve istikrara kavuşturucu bir bilim haline
getirmek amacını taşır. Bu bilim toplumsal oydaşmayı geri getirebilmek ve top- lumsal bütünleşmeyi sağlayabilmek
için gerekli olan temeli bulacaktır. Bu gelenek toplumsal
barış ve adaletin temel taşı olarak ahlakın ne kadar önemli olduğunu vurgulamaktadır.”2 Bu çabaların
önemli bir örneği ve göstergesi olarak, modern toplumun
sıkıntılarını çözecek bir ahlak için öneriler getiren Saint-Simon’un Yeni
Hıristiyanlık adlı kitabı yayınlaması ya da Comte’un laik karakterli bir insanlık dini geliştirme düşünceleri açıklayıcıdır. “Toplumsal
düzenin ekonomik hayatı tamamlayabilmesi için bütünleştirici bir ahlaka
ihtiyacı olduğu düşüncesi, daha
sonradan gelen Le Play, Proudhon ve Comte’un yazılarında –farklı siyasal
eğilimle- rine karşın- tekrar ortaya
çıkar. Bu, 19. yüzyıl Fransız toplumsal düşüncesinin en önemli yönüdür, özellikle
de liberal solun.”
Durkheim; toplumu bir arada tutacak
bir araç olarak ahlak meselesine verdiği
önem nedeniyle muhafazakar olarak
görülmesine karşın, liberal derneklere bağlı kalmış bir kişiydi. “Durkheim
bilimsel temellere oturtulmuş bir ahlak geliştirmeye çalışıyordu; bu ahlak geleneksel Hıristiyan ahlakının ve Katolik kilisesinin III. Cumhuriyetin meşruluğuna itiraz eden tüm sağkanat politik
hareketlerinin çıkış noktası olan otoritesinin yerine geçecek olan ahlaktır. Sonuç olarak Durkheim’in bilimsel yaşamının en son amacı, modern toplumun
prototipi olarak, Fransa’ya şeylerin
doğasına en uygun olan uygar/toplumsal bir din sağlamaktır.”
Durkheim, kendisini
1789 ihtilalinin ülkülerinin gerçekleştirilmesine ve tamamlanmasına
adamış gibiydi. Öncelikle o ihtilali muhafazakarlar gibi bir felaket ya da radikaller gibi boş bir hayal olarak görmüyordu. Onun için İhtilal, tamamlanmamış büyük bir vaad idi. İhtilal,
seküler ve ibadetlerle ile tamamlanmış
bir din kurmuştu. Durkheim’in
sosyolojinin gerçek anlamda kurucusu olarak adlandırılmayı hak edişinin
arkasın- daki fikir de budur zaten: Geleceğin Fransası
için yaşanabilir, aydınlanmanın birikimi
ve fikirleri üzerine inşaedilmiş
seküler modern bir toplum modeli önermiş olmak.
Devrimin yanı sıra, Durkheim’in varisi olduğu ikinci miras Comte’un pozitivizmi idi. Comte’un pozitivizminin bir amacı, “yeni bir dünya düzeninin, rasyonel,
bilimsel temellere oturtulmuş, bir evrim şeması ve Büyük
Varlık tapınışı ile tamamlanmış (ki bu Büyük Varlık
büyük harflerle yazılan İnsanlık
veya İnsan Toplumudur )
‘insanlığın dini’nin formüle
edilmesiydi. Böylece Fransız Devrimi
ve Comte, Durkheim’in sosyolojiye nihai pragmatik açıklama sağlama konusundaki tasarımının gerisinde yatan esin kaynaklarıydı: Sosyoloji
laik fakat ahlakî toplumsal
düzen için gerekli olan en uygun birleştirici gücün ortaya çıkmasını sağlayacaktı.
Durkhe- im’in ve yanındakilerin dinî olguları dikkatlice incelemek için neden bu kadar enerji ve zaman harcadığına bir anlam vermek istiyorsak, sivil bir din arayışının temel bir etken
olduğunu akılda tutmalıyız.
Durkheim’in Bordeaux üniversitesinde göreve başlaması, Dreyfus olayının meydana geldiği yıllarda gerçek-
leşmişti. İhtiyaç, diploma almak
için akademik krediye muhtaç lise
öğretmenlerine yönelik bir programı ger- çekleştiren Espinas’ın yerine bu işleri yapabilecek bir kişi aramasıyla başladı.
Bu göreve seçilen Durkheim, o dönemde, Alman kültür bilimlerindeki en son akımlar üzerine dikkat çekici makaleler
yazan genç bir lise öğretmeniydi.
Durkheim’i bu göreve seçen Kamusal Eğitim Bakanlığı’nda
yüksek eğitimden sorumlu Louis Liard
idi. Li- ard’ın onu seçmesinin nedeni, 1870’de Fransa’yı yenen Almanya’nın bu zaferinin
ardında, Alman kurumları- nın Fransa’nınkilere oranla çok
daha hızlı modernleşmiş olması yatmaktaydı. Bir modernleşmeci olan Liard, bu Alman mucizesinin temelinde de Alman yüksek eğitiminin yattığına
inanıyordu.
Durkheim toplumsal dayanışma konusuna özel bir önem verir, malum sebepler
nedeniyle. Ona göre, “sosyo- lojiyi çevreleyen ilk sorun, toplumsal
dayanışma meselesi,
‘insanları birleştiren bağların
neler olduğunu, yani
toplumsal bütünlüğün oluşumunu nelerin belirlediğini’ bilmektir.”5
Durkheim, toplumları sınıflandırarak bu sorunun cevabını vermeye çalışır. Ona göre en genelde iki tür top- lum tipi vardır. Birincisi siyasal
örgütlenmeden yoksun “biçimsiz” toplumlardır; ikincisi ise somut olarak “devlet” şeklinde örgütlenmiş toplumlardır. Bu iki toplum tipi aynı zamanda
iki farklı dayanışma tipine
denk gelir. Birincisinde zihinlerin benzerliğine dayalı “mekanik dayanışma”, ikincisinde ise farklılaşma temelli iş- bölümüne dayalı “organik dayanışma” vardır.
Durkheim’in vardığı sonuç şudur:
“Toplumsal dayanışmanın
dönüşümlerinin ve tüm tarihin
ardında yatan temel faktör, o halde,
‘toplumların hacim ve
yoğunluklarının aynı anda büyümesidir.’”
Mekanik ve organik dayanışma
ayrımının ortaya çıkışında Ferdinand
Tönnies’in Gemeinschaft ve Gesellschaft
ikili ayrımının katkısı dikkate değer. Modern toplumun doğasına ilişkin
gerçekleştirilen tartışmalar bağla- mında Tönnies, anlaşıldığı kadarıyla, modern toplumu birliğin bozulması,
bireyciliğin ön plana geçmesi an- lamında kötülemektedir. Durkheim ise,
‘ilerleme’nin olumlu yanlarını
özellikle vurgulamakta ve modern
toplumda da bir “dayanışma” olduğunu
belirtmektedir. Durkheim, modern toplumun (gesellschaft’ın) Tön- nies’in sunduğu kadar kapitalist
olmadığını da düşünmektedir. Aslında onun bu yaklaşımını, ‘liberalizmin ve kapitalizmin aşırı yorumlarının toplumsal dayanışmayı olumsuz etkileyeceği, toplumu dağıtacağı endi- şesiyle, kapitalizmin aşırılıklarının
törpülenmesini önerdiği şeklinde almak daha doğru olacaktır. Onun bu daha
dengeci, liberal-muhafazakar karışımı korporatist devlet ve toplum
anlayışını geliştirmesinde; egemen toplumsal düzen için ciddi tehdit teşkil eden Marxist taleplerin de
etkisi bulunmaktadır. Bu bağlamda Durk- heim’in toplum modelinin; bir yönüyle liberalizmin aşırı yorumlarına, diğer yönüyle de
Marxist tehditlere cevap amacı
taşıdığı söylenebilir.
“Durkheim, umutlarını, modern toplumda hayatın örgütlenmesi konusunda devlete bağlamış olanların, dev- letin, toplumsal örgütlenmenin duygusal boyutunu
kanunlaştıramaz olduğunu fark edemediklerini hisset- miştir. Bu duygusal boyut
toplumun üyelerini dayanışma içerisinde birlikler oluşturacak
şekilde birbirine bağlayan
özneler-arası duygudur... Tönnies’in karanlık bir şekilde tanımlanmış
Gesellschaft’la sağladığı mo- dern toplum
yorumundan farklı bir yorum getirme
çabası uzun seneler
boyunca Durkheim’ın sosyolojik dü- şüncesinde gizli bir uyaran olarak var olacaktır. Dinî Hayatın İlkel Biçimleri
adlı çalışması, birçok zengin fikir arasında, toplumun kendi kendini yeniden doğurduğu, dönemsel toplumsal kaynaşmaların, yoğun toplumsal
etkileşim esnasında kutsal-olanı kendiliğinden yeniden
yarattığı ve böylece toplumsal örgütlenmeyi ye- niden inşa ettiği görüşünü de içerir. Buradaki bağlamdan
yola çıkarak şunu iddia edebiliriz: Eğer Durkheim, teorisinin gelişebilmesi için kaynak materyal olarak
devletsiz veya başsız
toplumlara (Avustralya yerlileri) ait olanları seçtiyse, bu onun esinlenmek için Hegel’e geri dönen Alman geleneğinin tersine, devlette dini veya mistik bir şey görmeyi reddedişinin bir
işareti olabilir.
Durkheim üzerinde etkili olmuş bir
diğer kişi de, Saint-Simon’dur (Henri de Simon,
1760-1825). Saint-Si- mon’un ilgilendiği konuların bir kısmının,
bu arada bunalım
konusunun, Durkheim’in de ilgilendiği konular olması dikkat çekicidir. Saint-Simon’un etkilendiği kişilerden olan iki muhafazakar düşünür Louis de Bonald
(1754-1840) ve Joseph de Maistre
(1753-1821), yapısal-işlevsel
çözümlemenin öncüleri olarak sivrilmektedirler. Toplumsal olgular ve kurumlar
arasındaki bağlara dikkat
çekmeleri önemlidir. Bu nedenle, bu iki kişinin Durkheim üzerinde dolaylı etkilerinden de bahsedilebilir. Bir
anlamda, Durkheim’in liberal düşüncelerinin söz konusu muhafazakar düşünürlerin
bazı düşüncelerini de içerdiği söylenebilir.
Saint-Simon’un “herkes- ten yeteneğine göre, herkese ihtiyacına göre”, başka bir deyişle, herkes hakkında bütüne yaptığı katkıya göre
değer verileceği, yapısal-işlevsel bir anlayış gibi durmaktadır.
Durkheim, Saint-Simon’un modern
toplumun endüstriyel temelli bir
düzen içerisinde örgütlenme arayışla- rını değerlendirmektedir. Onun sosyalist görüşlerini incelemektedir. Dinden
hiçbir zaman ayrı kalmadığının altını çizmektedir. Pozitif ve bilimsel felsefeyi dinden hiçbir zaman
ayırt etmediğine inanmaktadır. Saint-Si- mon’a göre bu yeni
dinin temel özelliği endüstriyel
toplumun örgütlenmesinde birleştirici niteliği ön planda olacak olan ahlaki yanı olmuştur. Simon tanrı ile doğayı özdeşleştirerek bu temeli sağlamaya çalışmaktadır. Ayrıca da din ile bilim arasındaki karşıtlığı
ortadan kaldırmaya çalışmaktadır.
Tiryakian’ın
belirttiği gibi, Durkheim “büyük bir sentezci” olarak karşımıza çıkıyor. Bir anlamda, Durkheim
sanki çağının her düşüncesinden bir parçayı –her birinin bireşimdeki oranı çok dikkatli
bir biçimde hesaplan- mış bir biçimde- bünyesinde taşıyan bir “müze” gibidir,
19. yüzyıl sonu Fransa toplumunun bir aynası. Hatta bütün bir endüstriyel Avrupa toplumlarının aynısı. Kendisinde Saint-Simon’u, muhafazakarları, Comte’u ve
pozitivizmi, liberalizmi, Yahudiliği, kant felsefesini vs. bulmak mümkündür. Aynı şekilde Alman sosyologla-
rının etkisinden,7 İngiliz antropologlarının çalışmalarından, özellikle de ilkel dinler üzerine
olan çalışmaları- nın
etkilerinden söz etmek gerekir.
Durkheimcı sosyolojide toplumsal
düzen, Marxizmin tersine, gerçek fakat sömürü ilişkilerinden kurulu ve bundan
ötürü de temelde
nefret verici değildir; toplumsal düzen daha çok toplumsal bir gövde niteliğindedir. Geleneksel deyişle,
sağlıklı bir toplumda
sağlıklı bir zihin. Bireyler fiziksel ve biyolojik
doğanın zorlamaların- dan
gerçek anlamda özgür kılınabilmesi ve
böylece tam anlamıyla görevlerini
yerine getiren bireyler olabil- meleri için kendilerini iyi
örgütlenmiş bir toplum içerisinde bulmaları gerekmektedir.
Durkheim ahlakın doğal olduğu
görüşündedir. Aslında ahlak
toplumla birlikte genişler
niteliktedir. Toplum- sal yaşam ve toplumsal
örgütlenme mümkün kılınmıştır ve normatif
düzenlemeleri yansıtmaktadır. Toplum- sal kurumlar hem ne yapılması
gerektiğini, hem de ne yapılmaması
gerektiğini gösteren ve toplumsal kat- manları çaprazlamasına kesen bu normatif
düzenlemelerin toplamıdır. Kuramsal düzenlemeleri ne şekilde olursa olsun ve hangi gelişme aşamasında olursa olsun,
toplumsal düzen gerçek bir ahlaki olgudur.
Durkheim, merkezden çevreye doğru tabakalaşmış bir toplumsal düzen
tasarlamaktadır. En merkezde en yoğun duygular yer alır. Bu kolektif duygular, aynı zamanda çevreyi de etkisi
altında bulundurur ve bireyin
çevreden bilişsel yollarla dünyayı
tasarlamasını etkiler. Toplumsal yaşamın
birbirine zıt iki eylem biçiminin
olduğunu öne sürmektedir: Ekonomik yaşam ve dini yaşam. Ekonomik yaşam durgun ve cansızdır. Dini
“Durkheim 1902 yılında yazarken
Almanlara çok
şey borçlu olduğundan
söz
ediyordu.
Fakat 5 yıl
sonra
bu konuda kendisini
savunmak durumunda
kalmıştı: Kayzer’in izlediği siyaset
Fransız
kamuoyunun
Rhine’in
öteki tarafından
gelen
hemen
hemen
her şeye karşı
olmasına neden olmuştu.
Monsignor
Deploige
Durkheim’ı
Sorbonne’da
‘sosyoloji’ adı altında
Alman propagandası
yapanlardan
biri
olarak suçlamıştı. İşte bu
suçlamaya
karşı
Durkheim
kendisini savunmuştu. Durkheim’ın açıklamaları için bkz.:
Textes I, s. 400-407. I. Dünya
Savaşısırasında bir Fransız senatör
Alman casusluğu
üzerine bir tartışma
vesilesiyle
Durkheim’ın
Alman ‘Kriegsministerium’
(Savaş
Bakanlığı)unun Sorbonne’daki
temsilcisi
olduğunu iddia
etti;
Paris
Üniversitesi Rektör
Yardımcısı olan
Louis Liard
harekete
geçti
ve sonunda
bu iftira kamuoyu önünde düzeltildi.
Bu olaydan söz etmemin nedeni Durkheim üzerindeki Alman
etkisinin
hem politik,
hem düşünsel dallanlarının bulunmasıdır.” (Tiryakian, a.g.m., s. 246, not: 105).
yaşam ise bir coşkunluk
dönemidir. Durkheim, coşkunluk
dönemlerine büyük önem verir. Aynı zamanda bir festival dönemi olarak da adlandırdığı bu dönemlerin temelde toplumsal
yaşamın bunalım içerisinde bulunduğu anlarda çözüm için bireylerin katkıda bulunmak
için çırpındıkları, kendilerini çözüme kattıkları bir dönem olduğu görüşündedir. Bu olayların yalnızca
kutsal olması gerekmemektedir. Aynı zamanda laik
karakterli olaylar da bu türden coşkunlukların
kaynağı olabilir. Söz konusu coşkunluk kaynaklarını sürekli hatırlamak için de
bu günlerin festivaller şeklinde
sürekli olarak hatırlanması gerekir. Bunlar aynı zamanda, bireylere kendilerinin katkısının bulunduğu
çözümün birer parçası olduklarını sürekli olarak onlara hatırla- tan bir işleve sahiptir. Kararında suçu dahi
toplumların iyiliği açısından değerlendiren Durkheim, “bunalımı da toplumsal
yenilik ve yeniden yaratmak için gerekli olan tedavi edici bir
şey” olarak değerlendirmektedir. “Böylece Biçimler’de ‘bunalım’ daha çok bir catharsis, toplumsal
yenilik ve yeniden
yaratmak için gerekli olan tedavi edici bir şey haline gelmiştir. Avustralya yerlilerinin dini yaşamın yoğunluğunu yaşayabilmek üzere
bir araya gelmelerini sağlayan ritüellere ve coşkuya ihtiyaçları vardır
ve bu şekilde hem toplumsal cemaatın
kimliğini hem de her günkü yaşamı
yönlendiren normatif yapının
geçerliliğini yeniden tasdik
ederler. Biçim- ler’in ilk okunuşundan çıkarılacak basit ders budur.
Fakat Durkheim’ın sürdürmeye çalıştığı ikinci bir düşün- ce daha vardır: Modern toplumlar da önemli anların
yeniden yaratılması sürecine
tabidirler. Onların da nadir
fakat hayati vesileler aracılığı ile ‘hakikat anlarını’ yaşamaya
ihtiyacı vardır ve yaşadıkları da olmuştur.”8
Tiryakian’ın
Durkheim’a ilişkin
değerlendirmeleri onu çok güzel ifade etmektedir: “Durkheim, dünün toplumunun
katkılarını takdir ederek ve bugünün
toplumunun ihtiyaçlarına duyarlılık göstererek kendisini yarının toplumsal düzenini eklemlemek
gibi olumlu bir göreve adamıştır.
Vosges-Hahambaşının oğlu Emile Durkheim modern sosyolojinin baş hahamı duruma
gelmiştir.”
Karl Marx (1818-1883)
Marx, fabrikaların ve sanayi üretiminin ve bunun yarattığı
eşitsizliklerin artışına tanıklık
etmiştir. Yazılarının büyük bölümünün ekonomik
sorunlar üzerine olmasına karşın, her zaman ekonomik sorunları toplumsal
kurumlara bağlamaya çalıştığından, Marx’ın
çalışmaları sosyolojik görüler
bakımından oldukça zengindi; bu özelliğini günümüzde de sürdürmektedir.
Marx, sanayi toplumunun ve özellikle
de kapitalist toplumun işleyişinin son derece başarılı bir analizini yapmakla maruftur.
Tarihin
farklı dönemleri hakkında yazmış
olmakla birlikte, geçmişe dönük bu
açıklama çabaları, mevcut durumu belli bir tarihsel gelişme
zeminine oturtma ve mevcut
duruma ilişkin eleştiri
ve önerilerini bilimsel
bir kesinlikle ifade etme çabasına nesnel bir temel kazandırma çabasıyla ilişkilidir. Ona göre, insanlık tarihi
boyunca yaşanan en önemli gelişmeler
ve değişmeler, kapitalizmin gelişimiyle bağlantılıdır. Kapitalizm, tarihteki
diğer ekonomik sistemlerden köklü bir biçimde ayrılan, geniş bir tüketici
kitlesine satılan mal ve hizmetlerin üretiminin söz konusu
olduğu bir düzendir. Marx, kapitalist girişimler içerisindeki iki ana bileşeni
belirleyici olarak, başka bir deyişle,
çağdaş tarihin özneleri
olarak belirlemektedir. Bunlardan
birisi sermayedir; para, makineler
ya da hatta fabrikalar gibi, gelecekteki varlıkları ortaya çıkarmakta kullanılabilen ya da bunun için yatırılabilen her türden varlık. Sermaye birikimi, ikinci bileşen ile, yani ücretli emek ile elele
gitmektedir. Ücretli emek, kendi
yaşamlarını sürdürmek için gerekli araçlara
sahip olmayan, sermaye sahiplerinin sundu- ğu işleri bulmak ve yapmak zorunda
olan işçilerin toplamına
işaret etmektedir (proletarya sınıfı). Marx, sermayeye
sahip olanların ya da
kapitalistlerin, egemen bir sınıfı oluşturduklarını; bunun karşısında ise,
nüfusun büyük bölümünün ücretli işçiler sınıfını ya da bir işçi sınıfını oluşturduğunu iddia etmektedir.
Sanayileşme yaygınlaştıkça, eskiden
kendilerini toprakta çalışarak
geçindiren çok sayıda köylü büyüyen kentlere göç et- miş ve kentsel temele dayanan
bir sanayi işçileri sınıfının oluşmasına yardımcı
olmuştu.
Marx’a göre kapitalizm; özünde sınıf ilişkilerinin çatışma ile nitelendiği bir sınıf düzenidir. Sermaye sahipleri ile işçiler karşılıklı olarak
birbirlerine bağımlı olsalar
da –kapitalist emeğe,
işçiler de ücrete
ihtiyaç duymakta- dırlar- bu bağımlılık oldukça
dengesiz niteliktedir. Sınıflar
arasındaki ilişki, işçilerin
kendi emekleri üzerinde pek az kontrolü olması ya da hiç olmaması ve işverenlerin
karlarının işçilerin emekleriyle
ortaya çıkardıkları ürünlere el koyarak arttırabilmeleri yüzünden,
bir sömürü ilişkisidir. Marx’ın, kuramının yaşadığı dönemde tepki alan kısmı, bu sömürü ilişkisine dayalı sınıf
çatışmasının zamanla daha da artacağı
ve şiddetleneceği ve bu çatışmaların sonucunda da, yabancılaşmayı sona erdirecek proleterya hakiminiyetinin gerçekleşeceğidir.
Max Weber (1864-1920)
Weber’in yazılarının
büyük kısmı ekonomi, hukuk, felsefe, karşılaştırmalı tarih ve sosyoloji konularını içer- mektedir.
Çalışmalarının büyük bölümü de, müdern kapitalizmin gelişmesiyle ve
modern toplumun daha önceki toplumsal örgütlenme biçimlerinden hangi bakımlardan farklı olduğu ile ilgilidir. Bir dizi ampirik
çalışmayla Weber, modern sanayi toplumlarının temel niteliklerinden bir bölümünü ortaya koymuş ve bugünün
sosyologları için de merkezi olmayı sürdüren temel sosyolojik tartışmaları
belirleme başarısını göstermiştir.
Döneminin diğer düşünürleri gibi Weber de toplumsal değişmenin doğasını ve nedenlerini anlamaya çalışmıştır. Marx’tan etkilenmişti,
ancak aynı zamanda Marx’ın kimi önemli görüşlerine de güçlü biçimde karşı
çıkmaktaydı. Tarihin materyalist yorumunu reddetmiş ve sınıf savaşını, Marx’ın önemsediği denli önemsememişti. Weber’e göre ekonomik etkenler önemliydi ancak
düşünce ve inançlar da toplumsal
değişme üzerinde aynı düzeyde/derecede belirleyici etkide bulunabilmekteydi. Onun Protestan
Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu kitabındaki amacı da, düşünce ve inançların kapitalizmin gelişimi
üzerindeki etkisini göstermekti.
Weber’in bir diğer farklılığı, ilk dönem
sosyologlarının yapı/sınıf gibi
bireye dışsal unsurların
belirleyiciliği- ne ilişkin yaklaşımlarının
aksine, -Alman tarihçi okulunun izlerini yansıtan
bir şekilde- bireylerin toplumsal eylemleri üzerine yoğunlaşılması gereğinin altını
çizmesidir. Toplumsal değişmenin ardındaki itici güç olarak,
insan güdülerinin ve düşüncelerinin
önemli bir paya sahip olduğunu
göstermek istemiştir. Weber’e
göre bi- reyler, özgürce eyleme ve
geleceği biçimlendirme gücüne sahipti. Durkheim ve Marx’ın inandıkları gibi yapıların bireylere dışsal ya da onlardan bağımsız
olduklarına inanmıyordu. Bunun yerine,
toplumdaki yapılar eylemlerin
karmaşık bir etkileşimi tarafından oluşturulmaktaydı ve Weber’e
göre, sosyolojinin görevi de bu eylemlerin
gerisindeki anlamları yorumlayarak
ortaya çıkarmaktı.
Weber’in en etkin bazı yazıları, onun Batı toplumunun diğer önemli uygarlıklarla mukayese edildiğindeki kendine özgülüğünü
çözümlerken, toplumsal eyleme olan
ilgisini yansıtmaktadır. Batı’nın biricikliğini gös- terebilmek amacıyla Çin, Hindistan ve Yakındoğu dinlerini
incelemek suretiyle din sosyolojisi çalışmalarına önemli katkılarda bulunmuştur. Çin ve Hindistan’daki önde gelen
din sistemleri ile Batı’daki Hıristiyan inanç-
larının belirli yönlerinin mukayesesini
yapmak suretiyle kapitalizmin neden Batı’da
ortaya çıktığını ispatla- maya çalışmıştır. Böylelikle, bir yandan 19. Yüzyıldaki
gelişmiş sanayi Avrupasının üstünlüğünü dünyanın diğer medeniyet, kültür ve inanç
sistemlerine karşı bilimsel olarak ispatlama ve
diğer yandan da, Marx’ın insanlık
tarihini ve özelde de kapitalist
toplumun nasıl ortaya çıktığına ve nereye
doğru evrileceğine ilişkin belli ölçüde deterministik bir özellik de gösteren ekonomik
açıklamalarını, kültürel düşünceler ve
değerlerin hem toplumun, hem de bireylerin
eylemlerinin üzerindeki belirleyici etkisini
göstermek suretiyle çürütme
iddiasında olmuştur.
Weber’in sosyolojik yaklaşımının ve
sosyolojik yönteminin önemli bir parçası, onun ideal tip düşüncesidir. Toplumsal olguların araştırılmasında bir yöntem olarak Weber, gerçek dünyada birebir
var olmayan ve top- lumsal gerçekliğin belli özelliklerini bünyesinde barındıran belli ölçüde sanal
nitelikli ideal tiplerin yaratılması
suretiyle ele alınması gerektiğini
önerir. Ona göre, toplumsal olguların belirli boyutlarını içeren bu ideal tip-
ler, gerçek dünyanın değerlendirilmesinde kendisiyle kıyaslanabilecek bir ölçüt olma özelliğine sahiptirler ve bu anlamda da toplumsal gerçekliğin ortaya
çıkarılmasında son derece yararlı
araçlardır. Bu anlamda ideal tipler sabit
referans noktaları olarak hizmet görürler.
Weber’e
göre modern toplumun ortaya çıkışı,
toplumsal eylem kalıplarındaki
önemli değişikliklerle elele git- mekteydi. Weber,
insanların hurafe, din, töre ve uzun
süredir var olan alışkanlıklara dayanan geleneksel inançlardan
uzaklaştıklarına; bunun yerine,
bireylerin etkinlik ve
gelecekteki sonuçları dikkate alan
akılcı, araççı hesaplamalar içine
girdiklerini iddia etmekteydi. Sanaya toplumunda, duygulara ve işleri yalnızca ku-
şaklar boyunca yapılıyor olmalarına bakarak yapmaya
devam etmeye pek az yer vardı. Bilimin, modern teknolojinin ve bürokrasinin gelişimi Weber tarafından, bütünlüklü bir şekilde, toplumsal
ve ekonomik yaşamın etkinlik ilkelerine göre ve teknik
bilgiye dayanarak düzenlenmesi anlamında ussallaşma/rasyonalizasyon olarak
adlandırılmaktaydı (krş. Durkheim’in mekanik
dayanışma ve organik dayanışma veya F. Tönnies’in cemaat ve
cemiyet ayrımları).
Weber’e göre Sanayi devrimi
ile kapitalizmin gelişmesi, rasyonalizasyon yönündeki genel
eğiliminin kanıtlarıydı.
Kapitalizme egemen olan şey, Weber’e
göre, sınıf savaşımı değil bilim ve
bürokrasinin gelişmesiydi. Batı’nın diğer
kültürler karşısındaki ayırt
edici özelliğinin bilimselliği olduğunu ifade eder. Ancak
ilerlemeye iliş- kin bu olumlu yaklaşımlarına karşın,
Weber, dönemin bir çok düşünüründe görebileceğimiz modernleşmeye
yönelik ikircikli bir yaklaşıma
sahipti, başka bir deyişle, ilerlemenin, başarının getirdiği olumsuzlukların da
farkındaydı. Söz konusu bürokratikleşme ve
rasyonalizasyon aynı zamanda dünyanın büyüsünün bozulmasını ve demir bir kafesi beraberinde de getiriyordu. Bu yönüyle de, modern
sanayi toplumun rasyonalizasyonu ve bürokratikleşmesinin, insan ruhunu yok edecek bir sistem
haline gelmesi anlamında çağdaş topluma ilişkin şüpheleri de mevcuttu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder