16 Ocak 2014 Perşembe

Sosyolojinin Kurucu İsimleri


18. yüzyılın son çeyreğinden itibaren, meydana gelen hızlı ve köklü dönüşümlerin yarattığı toplumsal krizleri anlamaya ve değerlendirmeye çalışan pek çok isim oldu: Adam Ferguson gibi İskoç Aydınlanma geleneği içerisinde değerlendirilen isimler, Herbert Spencer, Georg Simmel, Ferdinand Tönnies, Saint-Simon vd. Hatta daha eskilere giderek Montesquieu, Vico, Paretoyu da bu isimlere dahil edebiliriz. Nitekim, sosyoloji tarihleri yukarıda sözü edilen isimleri ve elbette daha başka pek çok ismi- sosyolojinin akademik bir disiplin olarak kurumlaşmasının ön-tarihi içerisinde değerlendirir. Kimi çalışmalarda bu isimlere İbn Haldun da dahil edilir.

Söz konusu isimlerin her birisi, yaşanan hızlı toplumsal dönüşümleri ve yarattığı sorunları değerlendirmeye yönelik sosyolojik değerlendirmeler yaptılar. Ancak belli düşünsel ve siyasal nedenlerle, toplumu araştıracak müstakil yeni bir disiplininin kurumlaşmasını sağlayanlar; gerek bu disiplinin isim babalığını yapmaları ve gerekse de hem diğer bilimlerin yetersiz kaldığı noktaların aşılmasına izin verilecek yeni yöntemler önermeleri, disiplinin çerçevesini net ve kesin hatlarla çizmeleri, bu yeni disiplinin inceleme nesnesini çok daha açık bir biçimde çizebilmeleri ve –belki de en önemlisi- kapitalizmin yaşadığı ilerleme ve gelişmeyi bir düzen içerisinde kontrollü bir biçimde devam etmesini sağlayacak yaklaşımlar ve açıklamalar getirmeleri nedeniyle Auguste Comte, Emile Durkheim, Max Weber olarak kabul edilirler. Eserlerini ilk verdiği dönemlerde sosyolojiyi ‘burjuva sınıfının bilimi’ olarak görüp ideoloji olarak değerlendiren ve dolayısıyla da dışlayan, buna karşılık olarak da kendisi ‘ideolojik bulunduğu’ için dışlanan Karl Marx da, özellikle 1945 sonrasında bu kurucu isimler arasına dahil edilmiştir.

Sosyoloji tarihleri, elbette, bugünden geriye doğru bakılarak ve bugünün ihtiyaçları dikkate alınarak yazılmış- tır. Bu anlamda sosyolojinin tarihinin yazımı eleştirel bir biçimde okunmalıdır. Kaldı ki, klasik sosyal teorinin günümüz sanayi toplumlarını ele almada yetersiz kaldığı noktaların aşılması çabasında, geçmişte sosyoloji tarihinin kurucuları olarak kabul görmeyen isimler yeniden hatırlanmış ve geriye dönük bir okumayla Georg Simmel, Gabriel Tarde vb. gibi isimlerden daha fazla yararlanmanın yolları aranmaya başlanmıştır. Bu da, sosyolojinin kuruluşunda katkısı bulunan isimlerin ve düşüncelerin sayısını hayli artırmaktadır.

Auguste Comte (1798-1857)


Toplumu bilimsel olarak incelemesi için ihtiy duyulan bilime sosyoloji [sociologie] ismini ilk öneren ve kulla- nan kişi olmakla maruftur. Bir dönem katipliğini de yaptığı hocası Saint-Simondan mülhem olarak, toplumu bilimsel inceleyecek bilim dalı için ‘sosyal fizik’ terimini de kullanmıştı.

Comte, tıpkı doğa bilimlerinin fiziksel dünyanın işleyişini açıklamasına benzer biçimde toplumsal dünyanın yasalarını açıklayabilecek bir toplum bilimi yaratmaya çalışmıştı. Her bir bilim disiplininin kendine özgü bir inceleme nesnesi ve yöntemi olduğunun farkında olmakla birlikte, bütün disiplinlerin ortak bir mantık ile evrensel yasaları ortaya çıkarmaya çalışan bilimsel yöntemi paylaştıklarına inanmaktaydı. Bu çerçevede de, tıpkı doğal dünyanın yasalarının keşfinin bize çevremizdeki olayları öngörme ve denetleme olanağı vermesi gibi, insan toplumunu yöneten yasaların ortaya dökülmesinin de bize kendi kaderimizi biçimlendirme ve in- sanlığın refahını artırma imkanı vereceğini düşünüyordu.

Comte, sosyolojinin pozitif bir bilim olması gerektiğine inanıyordu. Bu doğrultuda, sosyolojinin toplumu in- celerken fizik ya da kimyanın fiziksel dünyanın incelenmesinde kullandığı aynı kesin bilimsel yöntemleri kullanması gerektiğine inanıyordu. Pozitivizm bilimin yalnızca doğrudan deney yoluyla bilinebilen, gözlem- lenebilir büyüklüklerle ilgilenmesi gerektiğini ileri süren bir yaklaşımdır.

Comte’un üç hal kanunu, insanın dünyayı anlamaya yönelik çabasının teolojik, metafizik ve pozitif aşamalar- dan geçtiğini ileri sürmektedir. Bu yasa önerisi ile Comte; hem bir insanın zihinsel gelişim sürecini, hem de bütün bir insanlık tarihinin gelişim aşamalarını evrimsel bir çizgi doğrultusunda açıklama iddiasını taşımaktadır. Teolojik aşamada, düşünceler dinsel anlayışlar ile toplumun Tanrının iradesinin bir dile gelişi olduğu inancı tarafından yönlendirilmektedir. Yaklaşık olarak Rönesans döneminde öne çıkan metafizik aşamada toplum, doğaüstü değil doğal bir bakış açısından anlaşılır. Copernicus, Galileo ve Newton’un keşif ve başa- rılarıyla ortaya çıkan pozitif aşama, bilimsel tekniklerin dünyaya uygulanmasını teşvik etmiştir. Comte, bu aşamada artık dünyanın ve toplumun, bilimin sağladığı imkanlarla anlaşılabileceğine ve düzenlenebileceğine inanmaktadır.  Bu çerçevede o, sosyolojiyi, bütün bilimlerin en karmaşık, en üstün olanı, bilimlerin kraliçesi olarak adlandırır.

Bu aşamada, toplumun pozitif bir bilim olan sosyoloji aracılığıyla düzenlenebileceğine inanan Comte; inanç ile dogmayı terk ederek onların yerine bilimsel bir temeli merkeze geçirecek olan bir İnsanlık Dini önermekteydi. Sosyoloji de bu yeni dinin merkezinde yer alıyordu. Comte’un içinde yaşadığı toplumun sorunlarıyla yakından alakalı olduğu, dağılan bir toplumun yeniden, yeni ilkeler ve yeni araçlarla yeniden kurulabileceği inancını taşıyordu. Sosyoloji de, başka bir deyişle, onun sanayileşmenin yarattığı yeni sorunları çözebilecek, yeni toplumu kurabilecek bir dayanışmayı yaratabilme hedefini gerçekleştirecek bir imkan sunduğu görüşündeydi. Onun yeni toplumu kurma düşü, bir tür seküler bir din inşa önerisi şeklinde karşımıza çıktı. Her ne kadar kendisinin düşüncesinin bu metafiziksel özellikleri bulunmaktaysa da, toplumu bilimsel bir çerçevede araştırma noktasında, sonraki kuşaklar için yol açıcı olmuştur.


 Emile Durkheim (1858-1917)

Sosyolojinin isim babası Comte’tur; ancak sosyolojinin gerçek anlamda bir bilim olarak kurulması Durkheimle mümkün olabilmiştir. Comte’un yazılarının kimi yönlerine dayanmakla birlikte Durkheim, selefinin birçok görüşünün çok spekülatif ve muğlak olduğunu, ayrıca Comte’un kendi programını sosyolojinin bilimsel bir temele oturtmada başarılı olamadığını düşünüyordu. Durkheim, sosyolojiyi, geleneksel felsefe sorunlarını, ampirik bir yöntemle ele alarak açıklığa kavuşturmada kullanılabilecek bir yeni bilim olarak görüyordu. Comte gibi, Durkheim da, toplum yaşamını doğal dünyayı inceleyen alimlerin sahip olduğu aynı nesnellikle incelemek gerektiğine inanıyordu. Sosyolojik Yöntemin Kuralları’nda dile getirdiği ilk ilke, ‘toplumsal olguların şeyler olarak incelenmesi’ gereğidir.

Edward Tiryakian, Durkheim’in sosyolojik analizini üç aşamalı yaşam tasarımının bir parçası olarak değelendirir: (1) Sosyolojiyi ciddi ve titiz bir bilimsel disiplin olarak kurmak; (2) sosyal bilimlerin birleştirilmesini ve birliğini sağlayıcı temeli tesis etmek; ve (3) modern toplumların uygar/toplumsal dinlerinin ampirik, rasyonel ve sistematik temellerini oluşturmak.1

Toplumsal İşbölümü, Sosyolojik Yöntemin Kuralları ve İntihar başlıklı çalışmalarıyla Durkheim’in birinci hedefi- ne ulaştığı ylenebilir. Bu eserlerle sosyolojinin manifestosunu yazmış kabul edilebilir. Sosyoloji, onun bu çalışmalarına kadar henüz entelektüel çevrelerde şüphe ile karşılanmaktaydı. Zira 19. yüzyılın bireyciliğine karşı çıkmaktaydı.

Durkheim, 40. yaş gününü yayınladığı Annèe Sociologique ile kutlamaktaydı. Yıllık, arkasında ciddi bir ku- rumsallaşmanın ve birlikte çalışmanın bir ürünüydü. 1913’te ise kendisine sosyoloji kürsüsünün verilmesi sosyolojinin meşruiyetinin sağlandığını göstermekteydi.

Durkheim, toplumsal dünyaya ilişkin bilginin deney ve gözlem aracılığıyla bilineceğine inanıyordu. Durkheima göre, toplumsal dünya ‘ahlakî bir varlık’ idi ve bu dünyanın yapısı, örgütlenmesi akılcı düşünceyle kavranabilirdi. Bu tür bir başarıya ulaşabilmek için modern bilimlerin bir işbirliği içerisinde olmaları gerek- tiği kanısına varmıştı. Çıkardığı yıllık, bu işbirliği için bir zemin oluşturmaktaydı. Ona göre sosyal bilimler,
‘insan toplumlarının normatif üst yapısının bilimsel olarak incelenmesi’ demektir. Ekonomi, tarih, hukuk ve din insanlık evinin bilinen bazı odalarıydı ve sosyoloji de bu odaları birbirine bağlayan bir bağdı. Toplumsal gerçek doğa bilimlerinde olduğu gibi deney ve gözlem yoluyla elde edilebilirdi, fakat doğa bilimleri yöntemi insan hayatı için geçerli değildi. Onun için olması gereken, toplumsal olguların sistematik, örgütlü bir biçim- de karşılaştırmalı çözümlemesinin yapılmasıydı. Bu da, ancak tarihsel bir düzlemde gerçekleştirilebilirdi. De- nildiği gibi, Yıllık, profesyonel olarak sosyolog olmayan insanları bünyesinde toplayan bir yayındı. Yani tam anlamıyla bir çıraklık platformu ve farklı disiplinlerin işbirliği için bir zemindi.

“Saint-Simon ile başlayıp Comte, Le Play ve Durkheim ile devam eden Fransız sosyoloji geleneğinin ortak paydası politik karışıklıktan, güç elde etmek için yapılan grup mücadelesinden ve iç çekişmelerden nefret ediştir; bu gelenek (Marxist sosyoloji ile karşıtlık içerisinde olan) sosyolojiyi koşulları düzeltici ve istikrara kavuşturucu bir bilim haline getirmek amacını taşır. Bu bilim toplumsal oydaşmayı geri getirebilmek ve top- lumsal bütünleşmeyi sağlayabilmek için gerekli olan temeli bulacaktır. Bu gelenek toplumsal barış ve adaletin temel taşı olarak ahlakın ne kadar önemli olduğunu vurgulamaktadır.”Bu çabaların önemli bir örneği ve göstergesi olarak, modern toplumun sıkıntılarını çözecek bir ahlak için öneriler getiren Saint-Simon’un Yeni Hıristiyanlık adlı kitabı yayınlaması ya da Comte’un laik karakterli bir insanlık dini geliştirme düşünceleri açıklayıcıdır. “Toplumsal düzenin ekonomik hayatı tamamlayabilmesi için bütünleştirici bir ahlaka ihtiyacı olduğu düşüncesi, daha sonradan gelen Le Play, Proudhon ve Comte’un yazılarında –farklı siyasal eğilimle- rine karşın- tekrar ortaya çıkar. Bu, 19. yüzyıl Fransız toplumsal düşüncesinin en önemli yönüdür, özellikle de liberal solun.”

Durkheim; toplumu bir arada tutacak bir araç olarak ahlak meselesine verdiği önem nedeniyle muhafazakar olarak görülmesine karşın, liberal derneklere bağlı kalmış bir kişiydi. “Durkheim bilimsel temellere oturtulmuş bir ahlak geliştirmeye çalışıyordu; bu ahlak geleneksel Hıristiyan ahlakının ve Katolik kilisesinin III. Cumhuriyetin meşruluğuna itiraz eden tüm sağkanat politik hareketlerinin çıkış noktası olan otoritesinin yerine geçecek olan ahlaktır. Sonuç olarak Durkheim’in bilimsel yaşamının en son amacı, modern toplumun prototipi olarak, Fransaya şeylerin doğasına en uygun olan uygar/toplumsal bir din sağlamaktır.”

Durkheim, kendisini 1789 ihtilalinin ülkülerinin gerçekleştirilmesine ve tamamlanmasına adamış gibiydi. Öncelikle o ihtilali muhafazakarlar gibi bir felaket ya da radikaller gibi boş bir hayal olarak görmüyordu. Onun için İhtilal, tamamlanmamış büyük bir vaad idi. İhtilal, seküler ve ibadetlerle ile tamamlanmış bir din kurmuştu. Durkheim’in sosyolojinin gerçek anlamda kurucusu olarak adlandırılmayı hak edişinin arkasın- daki fikir de budur zaten: Geleceğin Fransası için yaşanabilir, aydınlanmanın birikimi ve fikirleri üzerine inşaedilmiş seküler modern bir toplum modeli önermiş olmak.

Devrimin yanı sıra, Durkheim’in varisi olduğu ikinci miras Comte’un pozitivizmi idi. Comte’un pozitivizminin bir amacı, yeni bir dünya düzeninin, rasyonel, bilimsel temellere oturtulmuş, bir evrim şeması ve Büyük Varlık tapınışı ile tamamlanmış (ki bu Büyük Varlık büyük harflerle yazılan İnsanlık veya İnsan Toplumudur )
‘insanlığın dini’nin formüle edilmesiydi. Böylece Fransız Devrimi ve Comte, Durkheim’in sosyolojiye nihai pragmatik açıklama sağlama konusundaki tasarımının gerisinde yatan esin kaynaklarıydı: Sosyoloji laik fakat ahlakî toplumsal düzen için gerekli olan en uygun birleştirici gücün ortaya çıkmasını sağlayacaktı. Durkhe- im’in ve yanındakilerin dinî olguları dikkatlice incelemek için neden bu kadar enerji ve zaman harcadığına bir anlam vermek istiyorsak, sivil bir din arayışının temel bir etken olduğunu akılda tutmalıyız.

Durkheim’in Bordeaux üniversitesinde göreve başlaması, Dreyfus olayının meydana geldiği yıllarda gerçek- leşmişti. İhtiyaç, diploma almak için akademik krediye muhtaç lise öğretmenlerine yönelik bir programı ger- çekleştiren Espinas’ın yerine bu işleri yapabilecek bir kişi aramasıyla başladı. Bu göreve seçilen Durkheim, o dönemde, Alman kültür bilimlerindeki en son akımlar üzerine dikkat çekici makaleler yazan genç bir lise öğretmeniydi.

Durkheim’i bu göreve seçen Kamusal Eğitim Bakanlığı’nda yüksek eğitimden sorumlu Louis Liard idi. Li- ard’ın onu seçmesinin nedeni, 1870de Fransa yenen Almanya’nın bu zaferinin ardında, Alman kurumları- nın Fransa’nınkilere oranla çok daha hızlı modernleşmiş olması yatmaktaydı. Bir modernleşmeci olan Liard, bu Alman mucizesinin temelinde de Alman yüksek eğitiminin yattığına inanıyordu.

Durkheim toplumsal dayanışma konusuna özel bir önem verir, malum sebepler nedeniyle. Ona göre, “sosyo- lojiyi çevreleyen ilk sorun, toplumsal dayanışma meselesi, ‘insanları birleştiren bağların neler olduğunu, yani toplumsal bütünlüğün oluşumunu nelerin belirlediğini’ bilmektir.”5

Durkheim, toplumları sınıflandırarak bu sorunun cevabını vermeye çalışır. Ona göre en genelde iki tür top- lum tipi vardır. Birincisi siyasal örgütlenmeden yoksun “biçimsiz” toplumlardır; ikincisi ise somut olarak “devlet” şeklinde örgütlenmiş toplumlardır. Bu iki toplum tipi aynı zamanda iki farklı dayanışma tipine denk gelir. Birincisinde zihinlerin benzerliğine dayalı “mekanik dayanışma”, ikincisinde ise farklılaşma temelli iş- bölümüne dayalı “organik dayanışma” vardır. Durkheim’in vardığı sonuç şudur: “Toplumsal dayanışmanın dönüşümlerinin ve tüm tarihin ardında yatan temel faktör, o halde, ‘toplumların hacim ve yoğunluklarının aynı anda büyümesidir.

Mekanik ve organik dayanışma ayrımının ortaya çıkışında Ferdinand Tönnies’in Gemeinschaft ve Gesellschaft ikili ayrımının katkısı dikkate değer. Modern toplumun doğasına ilişkin gerçekleştirilen tartışmalar bağla- mında Tönnies, anlaşıldığı kadarıyla, modern toplumu birliğin bozulması, bireyciliğin ön plana geçmesi an- lamında kötülemektedir. Durkheim ise, ‘ilerleme’nin olumlu yanlarını özellikle vurgulamakta ve modern toplumda da bir “dayanışma” olduğunu belirtmektedir. Durkheim, modern toplumun (gesellschaft’ın) Tön- nies’in sunduğu kadar kapitalist olmadığını da düşünmektedir. Aslında onun bu yaklaşımını, ‘liberalizmin ve kapitalizmin aşırı yorumlarının toplumsal dayanışmayı olumsuz etkileyeceği, toplumu dağıtacağı endi- şesiyle, kapitalizmin aşırılıklarının törpülenmesini önerdiği şeklinde almak daha doğru olacaktır. Onun bu daha dengeci, liberal-muhafazakar karışımı korporatist devlet ve toplum anlayışını geliştirmesinde; egemen toplumsal düzen için ciddi tehdit teşkil eden Marxist taleplerin de etkisi bulunmaktadır. Bu bağlamda Durk- heim’in toplum modelinin; bir yönüyle liberalizmin aşırı yorumlarına, diğer yönüyle de Marxist tehditlere cevap amacı taşıdığı söylenebilir.

“Durkheim, umutlarını, modern toplumda hayatın örgütlenmesi konusunda devlete bağlamış olanların, dev- letin, toplumsal örgütlenmenin duygusal boyutunu kanunlaştıramaz olduğunu fark edemediklerini hisset- miştir. Bu duygusal boyut toplumun üyelerini dayanışma içerisinde birlikler oluşturacak şekilde birbirine bağlayan özneler-arası duygudur... Tönnies’in karanlık bir şekilde tanımlanmış Gesellschaftla sağladığı mo- dern toplum yorumundan farklı bir yorum getirme çabası uzun seneler boyunca Durkheim’ın sosyolojik dü- şüncesinde gizli bir uyaran olarak var olacaktır. Dinî Hayatın İlkel Biçimleri adlı çalışması, birçok zengin fikir arasında, toplumun kendi kendini yeniden doğurduğu, dönemsel toplumsal kaynaşmaların, yoğun toplumsal etkileşim esnasında kutsal-olanı kendiliğinden yeniden yarattığı ve ylece toplumsal örgütlenmeyi ye- niden inşa ettiği görüşünü de içerir. Buradaki bağlamdan yola çıkarak şunu iddia edebiliriz: Eğer Durkheim, teorisinin gelişebilmesi için kaynak materyal olarak devletsiz veya başsız toplumlara (Avustralya yerlileri) ait olanları seçtiyse, bu onun esinlenmek için Hegele geri dönen Alman geleneğinin tersine, devlette dini veya mistik bir şey görmeyi reddedişinin bir işareti olabilir.

Durkheim üzerinde etkili olmuş bir diğer kişi de, Saint-Simondur (Henri de Simon, 1760-1825). Saint-Si- mon’un ilgilendiği konuların bir kısmının, bu arada bunalım konusunun, Durkheim’in de ilgilendiği konular olması dikkat çekicidir. Saint-Simon’un etkilendiği kişilerden olan iki muhafazakar düşünür Louis de Bonald (1754-1840) ve Joseph de Maistre (1753-1821), yapısal-işlevsel çözümlemenin öncüleri olarak sivrilmektedirler. Toplumsal olgular ve kurumlar arasındaki bağlara dikkat çekmeleri önemlidir. Bu nedenle, bu iki kişinin Durkheim üzerinde dolaylı etkilerinden de bahsedilebilir. Bir anlamda, Durkheim’in liberal düşüncelerinin söz konusu muhafazakar düşünürlerin bazı düşüncelerini de içerdiği söylenebilir. Saint-Simon’un “herkes- ten yeteneğine göre, herkese ihtiyacına göre”, başka bir deyişle, herkes hakkında bütüne yaptığı katkıya göre değer verileceği, yapısal-işlevsel bir anlayış gibi durmaktadır.

Durkheim, Saint-Simon’un modern toplumun endüstriyel temelli bir düzen içerisinde örgütlenme arayışla- rını değerlendirmektedir. Onun sosyalist görüşlerini incelemektedir. Dinden hiçbir zaman ayrı kalmadığının altını çizmektedir. Pozitif ve bilimsel felsefeyi dinden hiçbir zaman ayırt etmediğine inanmaktadır.  Saint-Si- mona göre bu yeni dinin temel özelliği endüstriyel toplumun örgütlenmesinde birleştirici niteliği ön planda olacak olan ahlaki yanı olmuştur. Simon tanrı ile doğayı özdeşleştirerek bu temeli sağlamaya çalışmaktadır. Ayrıca da din ile bilim arasındaki karşıtlığı ortadan kaldırmaya çalışmaktadır.

Tiryakian’ın belirttiği gibi, Durkheim “büyük bir sentezci” olarak karşımıza çıkıyor. Bir anlamda, Durkheim sanki çağının her düşüncesinden bir parçayı –her birinin bireşimdeki oranı çok dikkatli bir biçimde hesaplan- mış bir biçimde- bünyesinde taşıyan bir “müze” gibidir, 19. yüzyıl sonu Fransa toplumunun bir aynası. Hatta bütün bir endüstriyel Avrupa toplumlarının aynısı. Kendisinde Saint-Simon’u, muhafazakarları, Comte’u ve pozitivizmi, liberalizmi, Yahudiliği, kant felsefesini vs. bulmak mümkündür. Aynı şekilde Alman sosyologla- rının etkisinden,7 İngiliz antropologlarının çalışmalarından, özellikle de ilkel dinler üzerine olan çalışmaları- nın etkilerinden söz etmek gerekir.

Durkheimcı sosyolojide toplumsal düzen, Marxizmin tersine, gerçek fakat sömürü ilişkilerinden kurulu ve bundan ötürü de temelde nefret verici değildir; toplumsal düzen daha çok toplumsal bir gövde niteliğindedir. Geleneksel deyişle, sağlıklı bir toplumda sağlıklı bir zihin. Bireyler fiziksel ve biyolojik doğanın zorlamaların- dan gerçek anlamda özgür kılınabilmesi ve böylece tam anlamıyla görevlerini yerine getiren bireyler olabil- meleri için kendilerini iyi örgütlenmiş bir toplum içerisinde bulmaları gerekmektedir.

Durkheim ahlakın doğal olduğu görüşündedir. Aslında ahlak toplumla birlikte genişler niteliktedir. Toplum- sal yaşam ve toplumsal örgütlenme mümkün kılınmıştır ve normatif düzenlemeleri yansıtmaktadır. Toplum- sal kurumlar hem ne yapılması gerektiğini, hem de ne yapılmaması gerektiğini  gösteren ve toplumsal kat- manları çaprazlamasına kesen bu normatif düzenlemelerin toplamıdır. Kuramsal düzenlemeleri ne şekilde olursa olsun ve hangi gelişme aşamasında olursa olsun, toplumsal düzen gerçek bir ahlaki olgudur.

Durkheim, merkezden çevreye doğru tabakalaşmış bir toplumsal düzen tasarlamaktadır. En merkezde en yoğun duygular yer alır. Bu kolektif duygular, aynı zamanda çevreyi de etkisi altında bulundurur ve bireyin çevreden bilişsel yollarla dünyayı tasarlamasını etkiler. Toplumsal yaşamın birbirine zıt iki eylem biçiminin olduğunu öne sürmektedir: Ekonomik yaşam ve dini yaşam. Ekonomik yaşam durgun ve cansızdır. Dini

Durkheim 1902 nda yazarken Almanlara çok şey borçlu olduğundan söz ediyordu. Fakat 5 l sonra bu konuda kendisini
savunmak durumunda kalmıştı: Kayzerin izlediği siyaset Fransız kamuoyunun Rhinein öteki tarafından gelen hemen hemen her şeye karşı
olmana neden olmtu. Monsignor Deploige Durkheimı Sorbonneda sosyoloji’ adı altında Alman propagandası yapanlardan biri olarasuçlamıştı. İşte bu suçlamaya karşı Durkheim kendisini savunmtu. Durkheimın açıklamaları için bkz.: Textes I, s. 400-407. I. Dünya Savaşısıranda bir Fransız senatör Alman casusluğu üzerine bir tartışma vesilesiyle Durkheimın Alman Kriegsministerium’ (Savaş Bakanğı)unun Sorbonnedaki temsilcisi olduğunu iddia etti; Paris Üniversitesi Rektör Yarmcıolan Louis Liard harekete geçti ve sonunda bu iftira kamuoyu önünde düzeltildi. Bu olaydan söz etmemin nedeni Durkheim üzerindeki Alman etkisinin hem politik, hem düşünsel dallanlarının bulunmasıdır.” (Tiryakian, a.g.m., s. 246, not: 105).


yaşam ise bir coşkunluk dönemidir. Durkheim, coşkunluk dönemlerine büyük önem verir. Aynı zamanda bir festival dönemi olarak da adlandırdığı bu dönemlerin temelde toplumsal yaşamın bunalım içerisinde bulunduğu anlarda çözüm için bireylerin katkıda bulunmak için çırpındıkları, kendilerini çözüme kattıkları bir dönem olduğu görüşündedir. Bu olayların yalnızca kutsal olması gerekmemektedir. Aynı zamanda laik karakterli olaylar da bu türden coşkunlukların kaynağı olabilir. Söz konusu coşkunluk kaynaklarını sürekli hatırlamak için de bu günlerin festivaller şeklinde sürekli olarak hatırlanması gerekir. Bunlar aynı zamanda, bireylere kendilerinin katkısının bulunduğu çözümün birer parçası olduklarını sürekli olarak onlara hatırla- tan bir işleve sahiptir. Kararında suçu dahi toplumların iyiliği açısından değerlendiren Durkheim, “bunalımı da toplumsal yenilik ve yeniden yaratmak için gerekli olan tedavi edici bir şey” olarak değerlendirmektedir. “Böylece Biçimlerde ‘bunalım’ daha çok bir catharsis, toplumsal yenilik ve yeniden yaratmak için gerekli olan tedavi edici bir şey haline gelmiştir. Avustralya yerlilerinin dini yaşamın yoğunluğunu yaşayabilmek üzere bir araya gelmelerini sağlayan ritüellere ve coşkuya ihtiyaçları vardır ve bu şekilde hem toplumsal cemaatın kimliğini hem de her günkü yaşamı yönlendiren normatif yapının geçerliliğini yeniden tasdik ederler. Biçim- ler’in ilk okunuşundan çıkarılacak basit ders budur. Fakat Durkheim’ın sürdürmeye çalıştığı ikinci bir düşün- ce daha vardır: Modern toplumlar da önemli anların yeniden yaratılması sürecine tabidirler. Onların da nadir fakat hayati vesileler aracılığı ile ‘hakikat anlarını’ yaşamaya ihtiyacı vardır ve yaşadıkları da olmuştur.”8

Tiryakian’ın Durkheima ilişkin değerlendirmeleri onu çok güzel ifade etmektedir: “Durkheim, dünün toplumunun katkılarını takdir ederek ve bugünün toplumunun ihtiyaçlarına duyarlılık göstererek kendisini yarının toplumsal düzenini eklemlemek gibi olumlu bir göreve adamıştır. Vosges-Hahambaşının oğlu Emile Durkheim modern sosyolojinin baş hahamı duruma gelmiştir.”


Karl Marx (1818-1883)


Marx, fabrikaların ve sanayi üretiminin ve bunun yarattığı eşitsizliklerin artışına tanıklık etmiştir. Yazılarının büyük bölümünün ekonomik sorunlar üzerine olmasına karşın, her zaman ekonomik sorunları toplumsal kurumlara bağlamaya çalıştığından, Marx’ın çalışmaları sosyolojik görüler bakımından oldukça zengindi; bu özelliğini günümüzde de sürdürmektedir. Marx, sanayi toplumunun ve özellikle de kapitalist toplumun işleyişinin son derece başarılı bir analizini yapmakla maruftur.

Tarihin farklı dönemleri hakkında yazmış olmakla birlikte, geçmişe dönük bu açıklama çabaları, mevcut durumu belli bir tarihsel gelişme zeminine oturtma ve mevcut duruma ilişkin eleştiri ve önerilerini bilimsel bir kesinlikle ifade etme çabasına nesnel bir temel kazandırma çabasıyla ilişkilidir. Ona göre, insanlık tarihi boyunca yaşanan en önemli gelişmeler ve değişmeler, kapitalizmin gelişimiyle bağlantılıdır. Kapitalizm, tarihteki diğer ekonomik sistemlerden köklü bir biçimde ayrılan, geniş bir tüketici kitlesine  satılan mal ve hizmetlerin üretiminin söz konusu olduğu bir düzendir. Marx, kapitalist girişimler içerisindeki iki ana bileşeni belirleyici olarak, başka bir deyişle, çağdaş tarihin özneleri olarak belirlemektedir. Bunlardan birisi sermayedir; para, makineler ya da hatta fabrikalar gibi, gelecekteki varlıkları ortaya çıkarmakta kullanılabilen ya da bunun için yatırılabilen her türden varlık. Sermaye birikimi, ikinci bileşen ile, yani ücretli emek ile elele gitmektedir. Ücretli emek, kendi yaşamlarını sürdürmek için gerekli araçlara sahip olmayan, sermaye sahiplerinin sundu- ğu işleri bulmak ve yapmak zorunda olan işçilerin toplamına işaret etmektedir (proletarya sınıfı). Marx, sermayeye sahip olanların ya da kapitalistlerin, egemen bir sınıfı oluşturduklarını; bunun karşısında ise, nüfusun büyük bölümünün ücretli işçiler sınıfını ya da bir işçi sınıfını oluşturduğunu iddia etmektedir. Sanayileşme yaygınlaştıkça, eskiden kendilerini toprakta çalışarak geçindiren çok sayıda köy büyüyen kentlere göç et- miş ve kentsel temele dayanan bir sanayi işçileri sınıfının oluşmasına yardımcı olmuştu.

Marxa göre kapitalizm; özünde sınıf ilişkilerinin çatışma ile nitelendiği bir sınıf düzenidir. Sermaye sahipleri ile işçiler karşılıklı olarak birbirlerine bağımlı olsalar da –kapitalist emeğe, işçiler de ücrete ihtiy duymakta- dırlar- bu bağımlılık oldukça dengesiz niteliktedir. Sınıflar arasındaki ilişki, işçilerin kendi emekleri üzerinde pek az kontrolü olması ya da hiç olmaması ve işverenlerin karlarının işçilerin emekleriyle ortaya çıkardıkları ürünlere el koyarak arttırabilmeleri yüzünden, bir sömürü ilişkisidir. Marx’ın, kuramının yaşadığı dönemde tepki alan kısmı, bu sömürü ilişkisine dayalı sınıf çatışmasının zamanla daha da artacağı ve şiddetleneceği ve bu çatışmaların sonucunda da, yabancılaşmayı sona erdirecek proleterya hakiminiyetinin gerçekleşeceğidir.


Max Weber (1864-1920) 



Weber’in yazılarının büyük kısmı ekonomi, hukuk, felsefe, karşılaştırmalı tarih ve sosyoloji konularını içer- mektedir. Çalışmalarının büyük bölümü de, müdern kapitalizmin gelişmesiyle ve modern toplumun daha önceki toplumsal örgütlenme biçimlerinden hangi bakımlardan farklı olduğu ile ilgilidir. Bir dizi ampirik çalışmayla Weber, modern sanayi toplumlarının temel niteliklerinden bir bölümünü ortaya koymuş ve bugünün sosyologları için de merkezi olmayı sürdüren temel sosyolojik tartışmaları belirleme başarısını göstermiştir.

Döneminin diğer düşünürleri gibi Weber de toplumsal değişmenin doğasını ve nedenlerini anlamaya çalışmıştır. Marx’tan etkilenmişti, ancak aynı zamanda Marx’ın kimi önemli görüşlerine de güçlü biçimde karşı çıkmaktaydı. Tarihin materyalist yorumunu reddetmiş ve sınıf savaşını, Marx’ın önemsediği denli önemsememişti. Webere göre ekonomik etkenler önemliydi ancak düşünce ve inançlar da toplumsal değişme üzerinde aynı düzeyde/derecede belirleyici etkide bulunabilmekteydi. Onun Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu kitabındaki amacı da, düşünce ve inançların kapitalizmin gelişimi üzerindeki etkisini göstermekti.

Weber’in bir diğer farklılığı, ilk dönem sosyologlarının yapı/sınıf  gibi bireye dışsal unsurların belirleyiciliği- ne ilişkin yaklaşımlarının aksine, -Alman tarihçi okulunun izlerini yansıtan bir şekilde- bireylerin toplumsal eylemleri üzerine yoğunlaşılması gereğinin altını çizmesidir. Toplumsal değişmenin ardındaki itici güç olarak, insan güdülerinin ve düşüncelerinin önemli bir paya sahip olduğunu göstermek istemiştir. Webere göre bi- reyler, özgürce eyleme ve geleceği biçimlendirme gücüne sahipti. Durkheim ve Marx’ın inandıkları gibi yapıların bireylere dışsal ya da onlardan bağımsız olduklarına inanmıyordu. Bunun yerine, toplumdaki yapılar eylemlerin karmaşık bir etkileşimi tarafından oluşturulmaktaydı ve Webere göre, sosyolojinin görevi de bu eylemlerin gerisindeki anlamları yorumlayarak ortaya çıkarmaktı.

Weber’in en etkin bazı yazıları, onun Batı toplumunun diğer önemli uygarlıklarla mukayese edildiğindeki kendine özgülüğünü çözümlerken, toplumsal eyleme olan ilgisini yansıtmaktadır. Batı’nın biricikliğini gös- terebilmek amacıyla Çin, Hindistan ve Yakındoğu dinlerini incelemek suretiyle din sosyolojisi çalışmalarına önemli katkılarda bulunmuştur. Çin ve Hindistandaki önde gelen din sistemleri ile Batıdaki Hıristiyan inanç- larının belirli yönlerinin mukayesesini yapmak suretiyle kapitalizmin neden Batıda ortaya çıktığını ispatla- maya çalışmıştır. ylelikle, bir yandan 19. Yüzyıldaki gelişmiş sanayi Avrupasının üstünlüğünü dünyanın diğer medeniyet, kültür ve inanç sistemlerine karşı bilimsel olarak ispatlama ve diğer yandan da, Marx’ın insanlık tarihini ve özelde de kapitalist toplumun nasıl ortaya çıktığına ve nereye doğru evrileceğine ilişkin belli ölçüde deterministik bir özellik de gösteren ekonomik açıklamalarını, kültürel düşünceler ve değerlerin hem toplumun, hem de bireylerin eylemlerinin üzerindeki belirleyici etkisini göstermek suretiyle çürütme iddiasında olmuştur.

Weber’in sosyolojik yaklaşımının ve sosyolojik yönteminin önemli bir parçası, onun ideal tip düşüncesidir. Toplumsal olguların araştırılmasında bir yöntem olarak Weber, gerçek dünyada birebir var olmayan ve top- lumsal gerçekliğin belli özelliklerini bünyesinde barındıran belli ölçüde sanal nitelikli ideal tiplerin yaratılması suretiyle ele alınması gerektiğini önerir. Ona göre, toplumsal olguların belirli boyutlarını içeren bu ideal tip- ler, gerçek dünyanın değerlendirilmesinde kendisiyle yaslanabilecek bir ölçüt olma özelliğine sahiptirler ve bu anlamda da toplumsal gerçekliğin ortaya çıkarılmasında son derece yararlı araçlardır. Bu anlamda ideal tipler sabit referans noktaları olarak hizmet görürler.

Webere göre modern toplumun ortaya çıkışı, toplumsal eylem kalıplarındaki önemli değişikliklerle elele git- mekteydi. Weber, insanların hurafe, din, töre ve uzun süredir var olan alışkanlıklara dayanan geleneksel inançlardan uzaklaştıklarına; bunun yerine, bireylerin etkinlik ve gelecekteki sonuçları dikkate alan akılcı, araççı hesaplamalar içine girdiklerini iddia etmekteydi. Sanaya toplumunda, duygulara ve işleri yalnızca ku-


şaklar boyunca yapılıyor olmalarına bakarak yapmaya devam etmeye pek az yer vardı. Bilimin, modern teknolojinin ve bürokrasinin gelişimi Weber tarafından, bütünlüklü bir şekilde, toplumsal ve ekonomik yaşamın etkinlik ilkelerine göre ve teknik bilgiye dayanarak düzenlenmesi anlamında ussallaşma/rasyonalizasyon olarak adlandırılmaktaydı (krş. Durkheim’in mekanik dayanışma ve organik dayanışma veya F. Tönnies’in cemaat ve cemiyet ayrımları).

Webere göre Sanayi devrimi ile kapitalizmin gelişmesi, rasyonalizasyon yönündeki genel eğiliminin kanıtlarıydı. Kapitalizme egemen olan şey, Webere göre, sınıf savaşımı değil bilim ve bürokrasinin gelişmesiydi. Batı’nın diğer kültürler karşısındaki ayırt edici özelliğinin bilimselliği olduğunu ifade eder. Ancak ilerlemeye iliş- kin bu olumlu yaklaşımlarına karşın, Weber, dönemin bir çok düşünüründe görebileceğimiz modernleşmeye yönelik ikircikli bir yaklaşıma sahipti, başka bir deyişle, ilerlemenin, başarının getirdiği olumsuzlukların da farkındaydı. Söz konusu bürokratikleşme ve rasyonalizasyon aynı zamanda dünyanın büyüsünün bozulmasıve demir bir kafesi beraberinde de getiriyordu. Bu yönüyle de, modern sanayi toplumun rasyonalizasyonu ve bürokratikleşmesinin, insan ruhunu yok edecek bir sistem haline gelmesi anlamında çağdaş topluma ilişkin şüpheleri de mevcuttu.







Hiç yorum yok:

Yorum Gönder