15 Ocak 2014 Çarşamba

Sosyoloji Nedir?

Toplumsal olaylara dönük ilgi insanlık tarihi kadar eskidir. Ancak, “toplumu doğrudan bir inceleme nesnesi sayarak inceleme yapmanın yaygınlaşması”na 19.yüzyılda rastlıyoruz. Bu çağda, toplumu kendisine inceleme nesnesi olarak alan ve bilimsellik iddiasında bulunan bir bilimin adı ilk kez telaffuz edilmektedir: Sosyoloji.Terimi ilk kullanan kişi Auguste Comte’dur.

Auguste Comte (1798 - 1857)

Comte’un çalışmalarında sosyoloji, doğa yasaları hakkındaki bilgilerimizle eşdeğerde bir toplumsal dünya yasaları bilgisi üreterek, bilimin en üstün başarısı haline gelecekti. Toplumsal hayatın ekonomik, bilişsel, kültürel vs. boyutları olmasıyla da alakalı olarak, ister istemez bir bütün olarak toplumsal hayatı bilimsel inceleme nesnesi yapma iddiasındaki sosyolojinin gerek ekonomi, psikoloji, siyaset bilimi, hukuk, ahlak vb. akademik disiplinlerden hangi noktalarda farklılaştığının belirginleştirilmesi gerekir. Aynı şekilde, bilimsel bir araştırma disiplini olarak sosyolojinin gündelik bilgi, Bauman’ın ifadesiyle “sağduyu” arasındaki fark da sosyolojiyle ilk kez karşılaşan, bu disiplinle yeni tanışanlar açısından netleştirilmesi gerekiyor.
C. Wright Mills’in ifadesiyle “sosyolojik tahayyül/toplumbilimsel düşün” (sociological imagination), bu hususu açıklayıcı bir kavram olarak öne çıkmaktadır. 
Aşağıda, toplumsal olaylarla ilgilenmenin tarihi insanlık tarihi kadar eski olmasına karşın ancak 19. yüzyılda ortaya çıkabilme ve kurumlaşabilme imkanı bulan sosyolojinin ne olduğu, diğer bilimlerden hangi noktalarda ayrıştığı ve neden farklı olduğu, gündelik hayatımızı yürütmek için ihtiyaç duyduğumuz bilgilerimizden farklı olarak toplumsal olaylara nasıl baktığı gibi hususlar üzerinde durulmaktadır. 

Bir tanıma göre sosyoloji “toplumun ya da toplumsal ilişkilerin bilimsel olarak incele[n]mesi”dir.

Bir başka tanıma göre ise sosyoloji, “toplumla ve toplum olayları ile ilgili bilgilerimiz sistemidir.” 2 Başka sosyologların eserlerinde de sosyolojinin farklı kelimelerle, fakat benzer nitelikte tanımlandığı görülmektedir. Mesela Max 
Weber’in “insanın sosyal davranışlarının anlaşılır ilmidir” şeklinde tanımladığı sosyoloji için Hans FreyerSosyoloji olması gerekenin değil, olanın ilmidir” demiştir. 
Yine benzer şekilde, Durkheim’e göre sosyoloji “sosyal münasebetler ilmi”dir.Anthony Giddens ise şöyle tanımlamaktadır: “Sosyoloji, insanın toplum yaşamının, insan grupları ile toplumlarının bilimsel incelemesidir.”  Bir başka sosyologa göre ise “sosyoloji insan ilişkileri üzerinde özellikle duran ve inceleyen bir disiplindir.”

Sosyoloji, sosyal varlıklar olarak bizim davranışımızı ele aldığından, baş döndürücü ve zorlayıcı bir girişimdir. Sosyolojik incelemenin kapsamı son derece, sokakta bireyler arasında gerçekleşen karşılaşmalardan İslami köktendincilik gibi küresel 
toplumsal süreçlere yayılacak denli geniştir. Çoğumuz dünyayı, kendi yaşamımızın bildik özellikleri bakımından görürüzSosyoloji, bizim neden olduğumuz gibi olduğumuz ve neden davranıyor olduğumuz gibi davrandığımız hakkında, çok daha geniş bir bakış açısını benimsememiz gerektiğini ortaya koymaktadır. Bize, doğal, kaçınılmaz, iyi ya da doğru diye gördüklerimizin böyle olmayabileceklerini ve yaşamımızın ‘verilerinin’ tarihsel ve toplumsal güçler tarafından büyük ölçüde belirlendiklerini öğretir. Bireysel yaşamlarımızın, toplumsal yaşantılarımızın bağlamlarını yansıttığı o ince, ancak karmaşık ve esaslı yolları anlamak, sosyolojik bakış açısı için temeldir. Sosyolojik olarak düşünmeyi öğrenmek, başka deyişle daha geniş görünüme bakmak imgelemin işlenmesidir. Sosyolojiyle uğraşmak, yalnızca sıradan bir bilgi edinme süreci olamaz. Bir sosyolog, kişisel koşulların dolaysızlığından kurtulabilen ve şeyleri  daha geniş bir bağlam içerisine yerleştirebilen birisidir

Sosyolojik inceleme, her şeyden önce C. Wright Mills’in ifadesiyle ‘sosyolojik tahayyül/toplumbilimsel düşün’e bağımlıdır. Mills, bir disiplin olarak sosyolojiye giriş ve onun arkasında yatan hümanist dürtünün açıklamasını yapmaya çalıştığı kitabında, sosyolojik tahayyülü sosyolojik bir vizyon olarak anlar ve tartışır. Sosyolojik tahayyül, bireyin görünüşte özel olan problemleri ile önemli toplumsal meseleler arasındaki bağlantıları yakalamaya uğraşan bir yaklaşımdır. Meydana gelen bireysel ya da toplumsal olayları en geniş biçimde anlamayı, geçmiş, bugün ve gelecek perspektif içerisinde ve başka toplumsal olaylar ve süreçlerle ilişkili olarak değerlendirmeyi salık verir. 

Toplumbilimsel imgelem bizden, her şeyden önce, kendimizi gündelik yaşamlarımızın bildik sıradanlığından, yeni bir bakışla ‘uzaklaştırarak düşünme’yi gerektirir.

Anthony Giddens’in meşhur kahve metaforunun da gösterdiği gibi, 
hakkında fazlaca bir şey söylenemeyecek sanılan sıradan herhangi bir şey hakkında, aslında, sosyolojik olarak söylenebilecek o denli çok şey vardır ki.

Toplumbilimsel imgelem, yalnızca bireyi ilgilendirir görünen pek çok olayın gerçekte daha geniş sorunları yansıttığını görebilmemizi sağlar. Boşanma, örneğin, ilk başlangıçta bireysel/kişisel bir sorun/durum olarak görülebilir. Ancak, bütün evliliklerin üçte birinden fazlasının ilk 10 yıl içinde bozulduğu herhangi bir ülkede, boşanma aynı zamanda bir toplumsal sorundur da. Sosyolojiyle uğraşmaya yeni başlayan pek çok kişinin, karşılarına çıkan yaklaşımların çeşitliliğinden kafaları karışır. Ancak, sosyolojinin hiç bir zaman herkesin geçerli olarak kabul ettiği düşünceler bütününe sahip bir disiplin olmadığının bilinmesi elzemdir. Sosyologlar çoğu zaman kendi aralarında, insan davranışının, toplumsal ilişkilerinin, toplumsal eylemin ve özetle toplumun nasıl incelenmesi gerektiği 
konusunda tartıştılar, tartışmaya da devam etmektedirler. Bu kafa karıştırıcı gibi duran ve kimilerince kesinlikten uzak olması itibariyle bir zayıflık olarak görülebilecek ve hatta bilim olarak adlandırılmayan sosyolojinin bu özelliği, onun inceleme nesnesinin özelliklerinden kaynaklanmaktadır. Sosyoloji bizim kendi hayatımız ve davranışımız hakkındadır, kendimizle uğraşmak da yapabileceğimiz en karmaşık ve zor işlerden bir tanesidir


 Olgusal araştırmalar şeylerin nasıl ortaya çıktıklarını gösterir, ancak sosyoloji, ne kadar önemli ve ilginç olurlarsa olsunlar, yalnızca olguları toplamaktan ibaret değildir. Aynı zamanda şeylerin niçin/neden ortaya çıktıklarını da bilmek isteriz; bunu yapmak için de açıklayıcı kuramları oluşturmayı öğrenmek zorundayız. Örneğin, sanayileşmenin modern toplumların ortaya çıkışlarında önemli bir etkiye sahip olduklarını biliyoruz; ancak sanayileşmenin kökenleri ve ön koşulları nelerdir? Neden toplumlar arasında sanayileşme süreçleri bakımından farklılıklara rastlıyoruz? Sanayileşme neden, suçların cezalandırılma biçimlerinde ya da ailede ve evlilik sistemlerindeki değişmelerle el ele gitmektedir? Bu türden sorulara cevap verebilmek için kuramsal düşüncenin gelişimi elzemdir. Kuramlar, çok çeşitlilik gösteren deneysel durumları açıklamakta kullanılabilecek olan soyut yorumların oluşturulmasını içermektedir. Bir sanayileşme kuramı, örneğin,
sanayinin gelişme süreçlerinin paylaştığı ana özelliklerin belirlenmesi ile ilgilenir ve bu özelliklerden hangilerinin bu tür gelişmelerin açıklanmasında en fazla önem taşıdığını göstermeye çalışır. Kuşkusuz, olgusal araştırma ve kuramlar tam olarak birbirinden ayrılamaz. Geçerli kuramsal yaklaşımları, eğer onları ancak olgusal araştırma yoluyla sınayabiliyorsak geliştirebiliriz. Olguları anlamlı kılmaya yardımcı oldukları için kuramlara gereksinim duyarız. Yaygın olarak iddia edilenin aksine, olgular kendi adlarına konuşamazlar. Bauman, sosyolojinin diğer akademik disiplinlerle ilişkisini, benzerliklerini ve farklılıklarını ‘kütüphane’ metaforuyla anlatır. Devamında da şu soruları sorar: “Bir şeyi diğerlerinden farklı olarak ‘sosyolojik’ yapan şey nedir? Bir şeyi öteki bilgi yığınlarından ve öteki bilgi kullanma/üretme pratiklerinden farklı kılan nedir?”

Bilgi kümeleri arasındaki bölünme, inceledikleri dünyadaki bölünmüşlüğü yansıtmalıdır. Onları birbirinden farklılaştıran insan eylemleri ya da insan eylemlerinin özellikleridir ve bilgi kümeleri arasındaki bölünme bu olgunun bilincine varılmasından başka bir şey değildir. Bundan dolayı deriz ki, sosyoloji halihazırda süregelen ya da zamanla değişmeyen genel nitelikli eylemler üzerinde yoğunlaşırken, tarih, geçmişte gerçekleşmiş ve bugün artık olmayan eylemlerle ilgilidir; sosyoloji dikkatini bizim toplumumuzda gerçekleşen eylemlere ya da bir toplumdan ötekine değişmeyen eylem türlerine verirken, antropoloji, bizimkinden uzak ve farklı toplumlardaki insan eylemlerini anlatır. Sosyolojinin öteki yakın akrabalarına gelince ‘kesin’ yanıt vermek biraz zor olacaktır ancak yine de şunları söyleyebiliriz: siyasal bilimler, ağırlıklı olarak iktidar ve yönetimle ilgili eylemleri tartışır; ekonomi, mal ve hizmetlerin üretilmesi ve dağıtılması kadar kaynakların kullanılması ile ilgili eylemleri ele alır; hukuk, insan davranışını düzenleyen normlar ve bu normların/kuralların nasıl ifade edildiği, yükümlülükler getirdiği ve uygulandığı ile ilgilidir... 

Yukarıdaki soruya bu şekilde son derece ‘kesin’ yanıtlar verebiliriz; ancak verilen bu cevaplara daha yakından baktığımızda meselenin o kadar da halledilmiş olmadığını ve cevapların da ‘kesinlik’ten uzak olduğunu görürüz. Öncelikle söylenmesi gereken husus; insan eylemlerinin belli sayıda farklı tipe bölünmesi, hayatın ve insan doğasının bu şekilde bölünmüş olmasından değil, eylemlerin bu şekilde sınıflandırılmasından ve belli tür eylemler üzerinde araştırma yapmaya, etraflı görüşler sunmaya, yol göstermeye ya da tavsiyelerde bulunmaya tek kendilerinin hakkı olduğu iddiasında bulunan bilgili ve güvenilir bir grup uzmanın varlığından kaynaklanır. Hiç kuşkusuz, kimse şimdi siyaset, sonra ekonomi dünyasında yaşamaz; kimse herhangi bir modern toplumdan Polinezya adalarına gittiğinde sosyolojiden antropolojiye, etnografya geçmez ya da Kahire’den Londra’ya gittiğinde oryantalizmden sosyolojiye geçmez. Bauman’ın ifade ettiği gibi, “Eğer yaşarken böylesi alanları ayırabiliyorsak, eğer bu eylemin burada ve şimdi politikaya ait olduğunu, diğerinin de ekonomik karakter taşıdığı ayrımını yapabiliyorsak, bunun tek nedeni bize her şeyden önce bu tür ayrımlar yapmanın öğretilmiş olmasıdır. Dolayısıyla gerçekten dünyanın kendisini değil, dünyayla ilişkimizi biliriz; bir bakıma, dünya imgemizi, dilden ve eğitimden kazandığımız yapı taşlarından sıkıca örülmüş bir modeli pratiğe geçiririz.

Demek ki, akademik disiplinler arasındaki farklılıklardan yansıyan biçimiyle insan dünyasında doğal bir bölünmenin olmadığını söyleyebiliriz. Tersine, insan dünyasının zihnimizde taşıdığımız ve sonra yaptığımız işlere uyguladığımız zihinsel haritasında görünenler, insan eylemleriyle uğraşan akademisyenler arasındaki iş bölümünün sonucudur; bu, her bir alanın uzmanlarının ayrılmasıyla ve her bir grubun hükmettikleri alana neyin ait olup neyin olmadığına karar verme hakkıyla desteklenip 
pekiştirilen bir iş bölümüdür. İçinde yaşadığımız dünyaya yapısını kazandıran da bu iş bölümüdür. Bundan dolayı, ‘farklılık yaratan farklılığın’ saklandığı yeri bulmak istiyorsak, başlangıçta dürüst bir biçimde dünyanın doğal yapısını bize gösteriyor gibi görünen, kerametleri kendinden menkul disiplinlerin pratiklerine baksak iyi olur. Artık aradaki farkı doğuran şeyin ilk başta bu pratiklerin kendisi olduğunu kestirebiliriz; eğer bir yansıtma varsa, bu bizim varsaydığımızın tam yönünde gerçekleşmektedir. Çeşitli çalışma alanlarının pratikleri birbirlerinden nasıl ayrışırlar? İlk bakışta bunlar, çalışma konuları olarak seçtikleri şeylere karşı tutumları bakımından çok az farklılık gösterir ya da hiç farklılık göstermezler. Hepsi kendi konularıyla ilgilenirken benzer kurallara uyarlar. Hepsi bulgularını sorumlu bir biçimde (yani, doğruya götüreceğine inanılan bir biçimde) elde etmeye ve sunmaya çalışırlar. Kısacası, akademik çalışma yöntemlerinde çok da bir farklılık bulamayacağız demektir. Akademik uzmanlık iddiasında bulunan ve iddiası kabul gören herkes olguları toplayıp işlerken benzer yollar izlerler. 
“Farklılık yaratan farklılık” arayışımızda son umudumuz, her inceleme dalı için tipik sorularda, farklı disiplinlerden düşünürlerin insan eylemlerine bakarken, onları inceler ve açıklarken görüş açılarını belirleyen sorularda ve bu gibi soruların ürettiği bilgiyi düzene sokup insan hayatının verili bir bölümünün modeline ya da boyutuna katmak için kullanılan ilkelerde yatmaktadır. Örneğin, ekonomi, birincil olarak insan 
eylemlerinin maliyetleri ile sonuçları arasındaki ilişkiye bakacaktır. Siyasal bilimler ise, en azından başka faillerin fiili ya da tahmini tutumlarını değiştiren ya da onlar tarafında değiştirilen özellikte insan eylemleri ile ilgilenecektir. Bu akademik disiplinlerin ya da kütüphane raflarında sosyoloji kitaplarının yakınlarına dizilen diğer beşeri bilimlerin ilgileri, sosyolojiye çok da yabancı şeyler değildir. Ancak sosyolojinin de, bu çerçevede, diğer sosyal araştırma dalları gibi, kendi yorumlama ilkeleri kadar kendi bilişsel perspektifi, insan eylemlerini soruşturmak üzere kendi soru kalıpları vardır. Sosyolojiyi farklı kılan şey, ilk özet olması açısından ifade edecek olursak, insan eylemlerini geniş çaplı oluşumların öğeleri olarak görme alışkanlığıdır, bu oluşumlar
ise karşılıklı bir bağımlılık (eyleme girişilme ihtimalinin ve eylemin başarı şansının öteki faillerin kimler olduğu ya da ne yapabileceklerine bağlı olarak değiştiği bir durum anlamında bağımlılık) ağına takılmış faillerin rastlantısal olmayan birlikteliği biçiminde düşünülebilir. Sosyolojinin merkezi sorusu şudur: Ne yaparlarsa yapsınlar ya da yapabilir olurlarsa olsunlar, insanların başka insanlara bağımlı olmaları ne anlamda önemlidir; insanların her zaman ve kaçınılmaz olarak başka insanlarla ortaklık, iletişim, mücadele, rekabet, elbirliği halinde yaşamaları ne anlamda önemlidir? İşte sosyolojik tartışmanın özel alanını oluşturan ve sosyolojiyi beşeri ve sosyal bilimlerin görecek özerk bir dalı olarak tanımlayan bu soru türüdür; yani, araştırma amacıyla seçilmiş insanların farklı bir türde oluşturulmuş bir koleksiyon olması ya da diğer araştırma alanlarının ihmal ettiği türden belli insan eylemleri 
dizisini incelemesi değildir. Sonuç olarak denebilir ki, sosyoloji en başta insan dünyası hakkında bir düşünme biçimidir; ilke olarak aynı dünya hakkında başka yollarla da düşünebiliriz. 
Sosyolojik düşünce tarzından ayrılan öteki yollar arasında sağduyu özel bir yer tutar. Belki diğer akademik dallardan daha çok sosyoloji, kendi yeri ve pratiği için önemi tartışılmaz sorunlarla dolu olan sağduyuyla (hayatımızdaki günlük işlerimizi 
yürütmek için faydalandığımız zengin ancak dağınık, sistematik olmayan, genelde bağlantıları belirsiz ve söze dökülemeyen bilgi ile) ilgilidir. Çoğu bilim dalı kendileri gibi saygın ve sistematik bir araştırma çizgisi izleyen diğer bilim dallarıyla onu birleştiren köprülere ya da onlardan ayıran sınırlara göre kendini tanımlama peşindedir. Sağduyuyla, çizilen sınırları ya da yapı taşlarını yerinden oynatacak ölçüde ortak bir zemini paylaştığını düşünmez. Kabul etmek gerekir ki, onların bu ilgisizlikleri yersiz de değildir. Sağduyunun örneğin fiziğin, kimyanın, astronominin ya da jeolojinin ilgilendiği konular hakkında söyleyecek hemen hemen hiçbir şeyi yoktur. Fiziğin ya da astronominin ilgilendiği konular sıradan insanların görüş ufkuna, yani senin benim günlük deneyimimiz çerçevesine pek girmez. Ve bu yüzden bilim insanlarının yardımı, hatta verdikleri eğitim olmaksızın bir kanıya varamayız. Bu ve benzeri bilimlerin araştırdığı konular yalnızca sıradan insanların akıl sır erdiremediği çok özel koşullarda, teleskopun merceğinde ya da bin feet derinliğinde bir kuyunun dibinde ortaya çıkarlar. Ancak bilimciler onları görebilir ve onlar üzerinde deney yapabilir; bu konular ve olaylar verili bilim dalının, hatta onun seçilmiş uygulayımcılarının tekelindeki bir mülktür; hem de meslekten olmayan kimsenin ortak olamadığı bir mülk. Çalışmalarının hammaddesini sağlayan deneyimin biricik sahibi olan bilimcilerin o materyalin işlenme, çözümlenme ve yorumlanma biçimleri üzerinde tam bir denetimleri vardır. Onlar kamuoyuyla, sağduyuyla ya da 
uzman olmayan görüşlerin herhangi bir başka biçimiyle yarışmak zorunda kalmazlar; bunun tek nedeni, üzerinde çalıştıkları ve laf ettikleri konularda kamuoyu ya da sağduyuya özgü bir görüş bulunmamasıdır. Sosyolojiye gelince işler farklıdır. Sosyolojinin çalışma alanında dev hızlandırıcılara ya da radyoteleskoplara benzer bir şey yoktur. Sosyolojik bulgu için hammadde sağlayan bütün deneyimler, sosyolojik bilgiyi oluşturan hemen her şey sıradan insanların normal günlük hayatlarında yaşadıkları şeylerdir; deneyim, bazen pratikte mümkün olmasa da, ilke olarak herkese açıktır; ve deneyim bir sosyoloğun büyüteci altına girmeden önce zaten herkes tarafından, sosyolog olmayan, sosyolojik dili kullanma ve olayları sosyolojik görüş açısından görme eğitimi almamış bir kişi tarafından yaşanmıştır. Nihayetinde hepimiz başka insanlarla birlikte yaşarız ve birbirimizi etkileriz. Hepimiz elde ettiklerimizin başka insanların yaptıklarına bağlı olduğunu çok iyi biliriz. Hepimiz birçok kere arkadaşlarla ya da yabancılarla iletişim kopukluğunun acısını çekmişizdir. Sosyolojinin bahsettiği her şey zaten hayatımızda olmuş şeylerdir. Zaten öyle olması da gerekir, aksi halde hayatımızı yürütemezdik. Başkalarıyla birlikte yaşamak için bir sürü bilgiye ihtiyaç duyarız ve sağduyu bu bilginin adıdır. 
Günlük rutinlerin içine iyice daldığımızda, olup bitenlerin anlamı üzerinde pek düşünmeyiz; hatta özel deneyimimizi başkalarının başına gelenlerle karşılaştırmaya, bireysel olandaki sosyal olanı, tikel olandaki genel olanı görmeye fırsatımız hiç 
olmaz; sosyologların bizim yerimize yaptıkları tam da budur. Biz onlardan kişisel hayat hikayemizin başka insanlarla paylaştığımız tarih ile nasıl örüldüğünü bize göstermelerini bekleriz. Ne var ki, sosyologlar bu kadar derine insinler ya da inmesinler, yola çıkmak için seninle ve benimle paylaştıkları gündelik hayat 
deneyiminden, her birimizin günlük hayatına girmiş ham bilgiden başka bir hareket noktaları yoktur. Yalnızca bu nedenden dolayı sosyologlar, fizikçilerin ve çalışmalarının konusuna ne kadar uzak dururlarsa dursunlar kavramaya çalıştıkları deneyimin iç bilgisinden tamamen kopamazlar. Ne kadar çabalarlarsa çabalasınlar, sosyologlar yorumlamaya çalıştıkları deneyimin iki yanında da aynı zamanda hem iç hem de dış yüzünde de kalmaya mecburdurlar. 
Modern fizikçilerin ya da astronomların gözlemleyip üzerine teori ürettiği feonemenler, bozulmamış bir biçimde, işlenmemiş, etiketlerden, hazır tanımlardan ve ön yorumlardan özgür bir şekilde bulunurlar. Sosyologların araştırdığı türden insan eylemleri ve etkileşimleri, ne kadar dağılmış, bölük pörçük olursa olsun, hepsi faillerin kendileri tarafından isimlendirilmiş ve kuramsallaştırılmıştır. Sosyolog onları irdelemeye başlamadan evvel, sağduyusal bilginin nesnesi olmuşlardır. Aileler, örgütler, akrabalık ilişkileri, komşuluk ilişkileri, şehirler ve köyler, milletler ve kilise cemaatleri ve düzenli insan etkileşimiyle bir arada tutulan başka gruplaşmalar zaten faillerce anlamlandırılmış ve önemleri belirlenmiştir. Failler, eylemleri esnasında bu anlamların taşıyıcıları olduklarını bilirler ve ona göre davranırlar. Sıradan failler ve 
meslekten sosyologlar onlardan bahsederken aynı isimleri, aynı dili kullanmak zorunda kalacaklardır. Sosyologların kullanabilecekleri her terim benim gibi ‘sıradan’ insanların sağduyusal bilgisi tarafından verilmiş anlamlar ile oldukça yüklü olacaklardır. Sosyolojik söylem herkese açıktır; herkese katılması için yapılmış daimi bir davet değildir ama açıkça belirlenmiş ya da aşılmaz sınırlar da koymamıştır. Güvenliği önceden garantiye alınmamış belli belirsiz sınırlarıyla (sıradan deneyimle erişilemeyecek konuları işleyen bilimlerin tersine), sosyolojinin bilgi üzerindeki egemenliği, konusu üzerinde yetkin hükümler verme hakkı her zaman itiraza açıktır. 
İşte bu yüzden, uygun sosyolojik bilgiyle her zaman sosyolojik fikirlerle dolu olan 
sağduyu arasın sınır çekmek, tutarlı bir bilgi kümesi olarak sosyolojinin kimliği 
açısından çok önemli bir konudur. 
Bauman, sosyolojik bilgi ile sağduyusal bilgi arasında, yukarıda dile getirilen bütün bu yaklaşımlara rağmen, dört temel farklılık olduğunu vurgulamaktadır: Sağduyudan arklı olarak (başka, daha çok gevşek ve daha az ihtiyatlı bir biçimde özdenetimli olduğu söylenen bilgi biçimlerinden ayrı olan) sosyoloji, bilimin bir vasfı olduğu kabul edilen sorumlu konuşmanın katı kurallarına kendini uydurmaya gayret eder. 
İkinci farklılık, yargı oluşturmak için materyalin çıkarıldığı alanın büyüklüğü ile ilişkilidir. Sosyologların bireysel hayat dünyasının sunduğundan daha geniş bir bakış açısı arayışları büyük bir farklılık yaratır; yalnızca –daha çok veri, tek tek örnek olaylar yerine daha çok olgu ve istatistikî veri vb. gibi- nicel bir farklılık değil, nitelik ve bilginin kullanımı bakımından da bir farklılık yaratır. sosyoloji ile sağduyu arasındaki üçüncü farklılık tek tek her kişinin insan gerçekliğine anlam verme biçimleriyle; kişilerin meraklarını gidermek için, neden bu değil de şunun 
olduğunu ya da durumun neden böyle olduğunu nasıl açıklamaya kalkıştıkları ile ilgilidir. Hepimiz eylemlerimizi belli bir amaç, bir arzumuzu gerçekleştirmek için yaparız. Sosyoloji, kişiselleştirilmiş dünya görüşlerine karşı çıkar. Sosyoloji gözlemlerine bireysel failler ve tekil eylemler yerine oluşumlardan yola çıkarken, tamamen kişisel ve özel olan kendi düşüncelerimiz ve özel olan kendi düşüncelerimiz ve işlerimiz de dahil, insan dünyasını anlamanın anahtarı olarak bildiğimiz o güdülenmiş birey metaforunun yerinde olmadığını gösterir. Yeteri kadar sıklıkla tekrarlandığında alışkanlık haline gelen, sorgulanmaya ihtiyaç duyulmayan ve kendilerini açıklayan şeyler olarak alışkanlıkların ve karşılıklı olarak birbirlerini pekiştiren inançların hükmü altındaki bu bildik dünya (gündelik hayat) ile karşılaştığında sosyoloji; kimsenin bırakın yanıtlanmasını sorulduğunu bile 
hatırlamadığı sorular sorarak rahat ve sessiz hayat tarzını bozar, sorunsallaştırır. 
Sosyoloji, sorduğu sorularla hepimiz için ‘bildik’ olan şeyleri bulmacalara dönüştürür; bildik olanı bilmedikleştirir. Ansızın hayatın günlük akışı masaya yatırılır. Artık o yalnızca olası tarzlardan biri, tek ve eşsiz olmayan, ‘doğal’ olmayan bir hayat tarzı olarak görünmeye başlar. Sosyolojik düşünme (toplumsal imgelem); etrafımızdakilere karşı bizi daha duyarlı hale getirir, duygularımızı keskinleştirir, olan bitenin daha fazla farkına varmamızı sağlayabilir, gündelik hayatımızda mevcut ancak –belki de bakmayı bilemediğimiz için- bize görünmez olan insanlık durumlarını keşfetmemize hizmet edebilir. Hayatlarımızın doğal, değiştirilemez, kaçınılmaz özelliklerinin, aslında insan gücünün 
ve insan kaynaklarının kullanılmaya ortaya çıktığını bir kere anladıktan sonra, artık onların kendi eylemlerimiz de dahil insan eyleminden bağımsız olduklarını ve insan eylemine geçit vermediklerini kabul etmek zor olacaktır. Bu anlamda toplumsal imgelem, kendi başına bir güç, sabitleme karşıtı bir güçtür. Mevcut haliyle o güne kadar baskıcı olan dünyayı yeniden esnek bir hale getirir, dünyanın şimdi olduğundan farklı bir dünya olabileceğini gösterir ve her birimizin özgürlük alanını genişletir. Böylelikle, belki karşımızdaki, çevremizdeki insanları biraz daha iyi anlar; kendimiz için istediğimiz özgürlükleri onlar için de isteyebiliriz. “Sosyolojinin, güçsüzün gücü olduğu söylenir. Ne var ki bu her zaman doğru değildir. Sosyolojik anlayışı benimsemiş bir kişinin, hayatın ‘acı gerçekleri’nin karşısına çıkardığı engelleri kaldırabileceğinin ve aşabileceğinin garantisi yoktur; anlayışın 
gücü uysal ve teslimiyetçi sağduyu ile ittifak yapmış baskı güçleri ile boy ölçüşemez. Ne var ki bu anlayış yoksa, kişinin hayatını başarıyla yönlendirme ve ortak hayat koşullarını kolektif biçimde yönetme şansı çok zayıflayacaktır.”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder