Milliyetçilik veya ulusçuluk Fransız Devrimi’yle
eşanlı olarak ortaya çıkan ve sonrasında hızla gelişen modern bir düşüncedir. Her ne kadar
Fransız Devrimi tüm insanlığı ilgilendiren evrensel ideallerden söz etse de modern anlamıyla “ulus” kavramı ve “ulusçuluk” düşüncesi 1789’un
bir ürünüdür. Bu düşünce çok kısa zamanda başta
Avrupa olmak üzere tüm dünyaya yayılmış ve farklı etnik-dini topluluklardan oluşan imparatorlukların sonunu hazırlamıştır. Örneğin Osmanlı
İmparatorluğu’nu oluşturan farklı ırk ve
dinlere mensup, farklı diller
konuşan gruplar, XIX. yüzyılda
ulusçuluk düşüncesinin etkisiyle
ayrılıkçı siyasi-kültürel taleplerde bulunmaya başlamış, merkezi yönetime başkaldırmış
ve bağımsızlıklarını elde
etmişlerdir. Bu sü- reç Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanıp çökmesiyle sonuçlanmıştır.
Milliyetçilik bir ideoloji olarak kuramsal yanı zayıf, ancak siyasal bir pratik olarak oldukça etkili bir dü- şüncedir. Bu özelliğiyle de kitleleri harekete geçirme kabiliyeti son derece yüksektir. Genel bir
düşünce veya müstakil bir ideoloji
olarak değerlendirmek gerekirse milliyetçiliğin ünlü teorisyenleri
yoktur. Her milliyetçi-
liğin kendine ait tarihçileri, edebiyatçıları,
yani kısaca entelektüel bir grubu vardır. Bunlar, milliyetçilik ideo- lojisini kuran değil,
çeşitli milliyetçiliklere rengini veren yazarlardır.
Son iki asırlık
siyasal gelişmelerin çatısını milliyetçi ilkelerin belirlediğini söylemek yanlış
olmaz. Bu kadar belirleyici olmuş bir ideolojinin genel olarak anlamının
belirsiz olması ilginç görünebilir, ancak milli- yetçiliğin kitlelere ulaşma
gücünün arkasında tam da bu muğlâklık yatar.
Milliyetçilik koşullara göre içi
dol- durulabilen bir ideolojidir. Bu anlamda, sabit veya evrensel nitelikli evrensel milliyetçi ilkelerden bahsetmek zordur. Milliyetçilik liberalizm, muhafazakârlık, faşizm ya da sosyalizme
eklemlenmekte zorluk çekmemiştir. Hangi ideolojiyle ittifak yaptığına
bağlı olarak milliyetçi ilkeler de farklılaşmaktadır. Dolayısıyla tek bir mil- liyetçilik yoktur, milliyetçilikler vardır. Ancak milliyetçiliğin farklı görünümleri altında genel bir anlamı ve
özelliklerinin olduğunu da belirtmek gerekir.
Millet
Kavramı ve Milliyetçilik Düşüncesi
“Millet” ve “milliyetçilik” kavramlarının Batı dillerindeki karşılığı,
Latince “natio” sözcüğünden türe-
miş “nation” ve “nationalism(e)”dir. Roma’da yabancıları adlandırmak için kullanılan “natio”,
olumsuz ve küçük düşürücü bir anlama sahipti.
Orta Çağ’da kullanılan “nation” sözcüğü ise bir anlam kaymasına uğrayarak üniversitelere gelen öğren-
ci gruplarını ifade etmek için
kullanılır. Örneğin Paris
Üniversitesi’nde dört milletin varlığından söz edilir: “şerefli” Fransa
milleti, “sadık” Picardie
milleti, “saygıdeğer” Normandiya milleti
ve “sabırlı ve yiğit” Cermen milleti. Görüldüğü gibi “millet”
kavramı, bu dönemde olumsuz ve küçük
düşürücü anlamından sıyrılmıştır.
XIII. yüzyılda
ise “millet” kavramı
yeni bir anlam kazanır:
Üniversitelerde aynı görüşü paylaşan
öğrenci topluluklarını ifade etmek için kullanılır. Böylece “nation”
kavramı, düşünsel-siyasi bir
içerik kazanmış olur.
XVI. yüzyılda
İngiltere’de ise “nation”
kavramı, elitle birlikte
ülke nüfusunu, yani “halk”ı
da ifade etmek için kullanılır. Halk, önceleri
küçümsenen aşağı sınıfları anlatmak için kullanılan bir ifadeyken, milletin
hakla özdeş kullanımı, halkın seçkin hale gelmesi ve aşağılanmaktan kurtulmasının bir
göstergesidir.
“Nation”
kavramının geçirdiği dönüşümlerden de anlaşılacağı gibi milletin siyasal bir özne olarak
ortaya çıkması görece yeni bir durumdur.
Arapça bir kelime olan “millet”
kavramı da bugünkü
anlamına uzun bir süreç
sonunda, çeşitli dönüşümlere uğrayarak kavuşmuştur. Arapçada millet kavramının işaret ettiği toplu- luğun dinsel bir anlamı vardır. Nitekim Osmanlı İmparatorluğu’ndaki
“millet sistemi” de dini inançlar öl- çüt alınarak oluşturulmuştur.
Millet sisteminin, Balkanlar’da ortaya çıkan milliyetçilik
hareketleriyle işlevini kaybetmesinden sonra, Türkçede
“millet” sözcüğü bugünkü modern anlamına yakın
bir içeriğe kavuşmuş- tur. Cumhuriyetin
ikinci on yılından itibaren ise milletin taşıdığı dinsel çağrışımlardan
kurtulmak amacıyla “ulus” kavramı
tercih edilmiştir.
Görüldüğü gibi gerek “nation” gerekse
“millet” kavramları oldukça
eski kavramlar olmakla
birlikte günümüzde sahip oldukları modern
anlamlarına ancak yakın bir geçmişte
kavuşmuşlardır.
Siyasal bir hareket
olarak milliyetçiliğin kökenlerinin Fransız Devrimi’nde bulunduğunu yukarıda belirt- miştik. Avrupa kıtasında yaygınlaşması ise, Fransız
Devrimi’nin fikirlerini kılıçla
yayan Napoléon Bonaparte
(1769-1821) savaşlarıyla olmuştur. Daha önceki derslerimizde de gördüğümüz gibi Fransız Devrimi’yle birlik-
te feodal bağlar çözülmeye başlamıştır. Bu yeni dönemde Rousseau’nun fikirlerinin etkisi daha fazla hissedilir olmuştur. Rousseau, yönetici-yönetilen ilişkilerini “genel irade” kavramı
etrafında yeniden
kurgulamasıyla milliyetçi
düşüncenin önemli kalemlerinden, hatta kurucu yazarlarından
biri olarak kabul edilir. Yine daha önce gördüğümüz gibi Rousseau,
milletin tek bir hükümdarın kişiliğinde ya
da yönetici sınıfta somutlanma- sını reddetmiş ve “millet” ile “halk” kavramlarını
özdeşleştirmiştir. Bu özdeşleştirme, Fransız Devrimi’nin temel ilkesi olurken,
milliyetçilik düşüncesinin de
gelişimine önemli bir katkı sağlamıştır.
Napoléon’un
önderliğinde milliyetçilik militarizmle iç içe geçmiştir. Milliyetçilik, bir Fransız asker ve devlet adamı olan Napoléon’un işgal ettiği bölgelerde hızla yayılmıştır. Avrupa’nın
Napoléon tarafından iş- gal edilen topraklarında, feodal
kalıntılar temizlenmiş fakat buna paralel olarak Rusya’dan İspanya’ya, İtal- ya’dan Almanya’ya kadar geniş bir bölgede
sert tepkiler ortaya çıkmıştır. Napoléon,
İtalya ve Almanya’da parçalanmış toprakları birleştirerek milletleşmenin koşullarını hazırlamış, aynı
zamanda sebep olduğu
öfkeyle milliyetçiliğin ihtiyaç duyduğu “öteki”nin yaratılmasını da kolaylaştırmıştır.
Alman
Milliyetçilik Düşüncesi: Fichte ve Hegel
Almanya’da da milliyetçilik
fikrinin gelişiminde Fransız
düşüncesinin etkisi büyük olmuştur. Alman
milna Almanya’yı ele geçirişlerini ve
Alman ordusunun yenilgisini yaşamış bir düşünürdür. Bu yenilgi Alman filozofu çok derinden etkilemiştir. Fichte, verdiği
halka açık konferanslarda Almanları saldırganlara karşı direnmeye, silaha sarılmaya
davet etmiştir. Kendisi de Napoléon
ordularına karşı savaşa bizzat
katılmıştır. Almanların Fransızlara karşı elde ettiği zaferden sonra ise Berlin Üniversitesi’nde profesörlük ve rektörlük
yapmıştır.
Fichte’ye
göre özgürlük, özgür düşünce demektir. Özgür düşünceyi sağlayan ise bilimdir. Özgürlük anarşi
değildir, çünkü bilim denge ve
tutarlılıktır, sağduyu ve akıldır.
Özgürlüğü ise kurallara bağlayacak,
iç dengesini sağlayacak, tutarlı
hale getirecek olan hukuktur. Hukukun olması içinse birçok hukuk öznesinin
(toplumu oluşturan bireyler ) yanı sıra güçlü bir devletin varlığı gerekmektedir. Toplumun amacına ulaşabil- mesi için özgürlüğün hukuk yani devlet
tarafından düzenlenmesi gerekmektedir. Gerçek özgürlük düzenli özgürlüktür;
düzenlenmeyen özgürlük bilim
dışıdır.
Fichte’ye göre milli toplum,
yani örgütlenmemiş toplum (gesellschaft) devlete üstündür. Devlet ancak
mil- li toplumu kendi içinde toplayabildiği an yetkinliğe ulaşabilir, tam ve kusursuz hale
gelebilir. Milli toplumu çevreleyen devlet
iktisadi alanı da düzenler.
Fichte Alman Milleti’ne Söylevler adlı eserinin
ilk bölümünde, her şeyi yitirdik, elimizde “eğitim” kaldı, onu akıllıca kullanmalıyız der. Fichte,
Jean-Jacques Rousseau’nun 1762’de
eğitim üzerine yayınladığı Emile adlı eserinden esinlenerek aktif bir eğitim yöntemi önermiştir. İnsanı tümüyle kavrayacak olan bu aktif eği- tim, karma ve yatılı liselerde
devlet tarafından verilecek, çocuklar ailelerinden mümkün
olduğu kadar uzak kalacaklardır.
Fichte’ye göre eğitilmeye en elverişli ırk, Alman ırkıdır.
Alman ulusunu oluşturanların ortak noktası Al- manca konuşmalarıdır. Alman milliyetçiliğinin en önemli unsuru dildir. Alman dili, Fichte’ye göre milli, yani halktan gelen bir dildir. Latinceden
gelen diller, örneğin Fransızca, milli kaynağından kopuk, ölü dillerdir.
Fichte’ye göre Alman milleti,
dünyanın en bilgin, en araştırmacı milletidir, insanlığın gelişmesinin öncü- südür. Alman Romantikleri olarak adlandırılan entelektüel grup da siyasi düşünce alanında benzer fikirleri savunmaktadır. Bu düşünürler organisist bir yaklaşımı
savunurlar: Devlet her şeydir;
devlet, vücudu/bütünü temsil eder, birey ise hücredir. Alman milliyetçiliğini iktisadi görüşleri ise Friedrich List (1789-1846) tarafın- dan dile getirilmiştir.
Alman milliyetçiliği ve siyaset düşüncesi
hakkında görüşlerine yer vermemiz gereken
bir diğer düşünür Georg Wilhelm Friedrich
Hegel (1770-1831)’dir. Hegel, Alman idealist düşüncesine son halini vermiştir. Uy- guladığı diyalektik yöntem daha sonra Marx tarafından da kullanılacaktır.
Marx, o meşhur deyimiyle, He- gel’de elleri üzerinde duran diyalektiği ayakları üzerine oturtmuş ve
diyalektik materyalizmi savunmuştur.
Hegel, Eflatun’un idealist düşüncesini yenilemiştir. Ona göre madde, ruhun ürünüdür.
Hegel de tıpkı Fichte gibi gerçeğin bilinç alanında
bulunduğunu, bilinci çözümleyecek
olursak gerçeğe varabileceğimizi sa-
vunmuştur. Hegel’e göre varlığın özü zıtlıklardır. Zıtlıklar
olmasaydı varlık da olmazdı.
Karşıtlıklar, oluşun ilkesidir. Evrim, tez ve antitez arasındaki çatışma sonunda ortaya çıkan sentezdir.
Bu mantık çerçevesinde Hegel’e göre devlet,
bireysel iradelerle genel iradenin karşılaştığı yerdir. Diğer bir deyişle, bireysel irade ve çıkarlarla genel çıkar arasında bir
sentezdir. Burada dikkat edilmesi gereken nokta, devletin tek tek bireysel iradelerin bir yığınından ibaret
olmadığıdır. Devlet, tanrısal bir
irade, makul ve canlı bir bütündür.
Hegel’e göre insan, gerçekliğini, nesnel
anlamdaki ahlaki değerini ancak bir topluluğun organı olmakla elde edebilir. Bu
yüzden her şeyini devlete borçludur.
Bireyin tüm değeri tüm manevi gerçekliği yalnızca
devlete bağlıdır. Özgürlük ancak
ahlaki bir bütün olan devletin varlığıyla
gerçekleşebilir. Dolayısıyla, doğal yaşama halinde özgürlük söz konusu
değildir.
getirir. Milli ruh, din, hukuk, bilim, sanat, sanayi gibi özel alanlardan oluşur. Bu alanlar içten bir bağla birbi-
rine bağlıdır, tümü birden
milli ruhu teşkil eder. Bir devlet
ancak milli bir ruh taşıyorsa devlet
sayılabilir.
Hegel de Fransız
Devrimi’nin soyutluğundan doğan yıkımları önlemek için somut olanı yani tarihî
olanı ve var olanı savunmuştur. Diyalektik yöntemi düşünce alanında uygulayan, devleti mutlak ve yüce bir değer
olarak gören Hegel, bir yanıyla milliyetçi,
diğer yanıyla tutucu bir düşünürdür.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder