18 Ocak 2014 Cumartesi

XIX. YÜZYIL’DA MİLLİYETÇİLİK DÜŞÜNCESİ

Milliyetçilik veya ulusçuluk Fransız Devrimiyle eşanlı olarak ortaya çıkan ve sonrasında hızla gelişen modern bir düşüncedir. Her ne kadar Fransız Devrimi tüm insanlığı ilgilendiren evrensel ideallerden söz etse de modern anlamıyla “ulus” kavramı ve “ulusçuluk” düşüncesi 1789’un bir ürünüdür. Bu düşünce çok kısa zamanda başta Avrupa olmak üzere tüm dünyaya yayılmış ve farklı etnik-dini topluluklardan oluşan imparatorlukların sonunu hazırlamıştır. Örneğin Osmanlı İmparatorluğu’nu oluşturan farklı ırk ve dinlere mensup, farklı diller konuşan gruplar, XIX. yüzyılda ulusçuluk düşüncesinin etkisiyle ayrılıkçı siyasi-kültürel taleplerde bulunmaya başlamış, merkezi yönetime başkaldırmış ve bağımsızlıklarını elde etmişlerdir. Bu sü- reç Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanıp çökmesiyle sonuçlanmıştır.

Milliyetçilik bir ideoloji olarak kuramsal yanı zayıf, ancak siyasal bir pratik olarak oldukça etkili bir dü- şüncedir. Bu özelliğiyle de kitleleri harekete geçirme kabiliyeti son derece yüksektir. Genel bir düşünce veya müstakil bir ideoloji olarak değerlendirmek gerekirse milliyetçiliğin ünlü teorisyenleri yoktur. Her milliyetçi- liğin kendine ait tarihçileri, edebiyatçıları, yani kısaca entelektüel bir grubu vardır. Bunlar, milliyetçilik ideo- lojisini kuran değil, çeşitli milliyetçiliklere rengini veren yazarlardır.

Son iki asırlık siyasal gelişmelerin çatısını milliyetçi ilkelerin belirlediğini söylemek yanlış olmaz. Bu kadar belirleyici olmuş bir ideolojinin genel olarak anlamının belirsiz olması ilginç görünebilir, ancak milli- yetçiliğin kitlelere ulaşma gücünün arkasında tam da bu muğlâklık yatar. Milliyetçilik koşullara göre içi dol- durulabilen bir ideolojidir. Bu anlamda, sabit veya evrensel nitelikli evrensel milliyetçi ilkelerden bahsetmek zordur. Milliyetçilik liberalizm, muhafazakârlık, faşizm ya da sosyalizme eklemlenmekte zorluk çekmemiştir. Hangi ideolojiyle ittifak yaptığına bağlı olarak milliyetçi ilkeler de farklılaşmaktadır. Dolayısıyla tek bir mil- liyetçilik yoktur, milliyetçilikler vardır. Ancak milliyetçiliğin farklı görünümleri altında genel bir anlamı ve özelliklerinin olduğunu da belirtmek gerekir.


Millet Kavramı ve Milliyetçilik Düşüncesi

Millet ve milliyetçilik kavramlarının Batı dillerindeki karşılığı, Latince natio” sözcüğünden türe- miş nation ve nationalism(e)”dir. Romada yabancıları adlandırmak için kullanılan natio”, olumsuz ve küçük düşürücü bir anlama sahipti.

Orta Çağda kullanılan nation” sözcüğü ise bir anlam kaymasına uğrayarak üniversitelere gelen öğren- ci gruplarını ifade etmek için kullanılır. Örneğin Paris Üniversitesi’nde dört milletin varlığından söz edilir: “şerefli” Fransa milleti, “sadık” Picardie milleti, “saygıdeğer” Normandiya milleti ve “sabırlı ve yiğit” Cermen milleti. Görüldüğü gibi “millet” kavramı, bu dönemde olumsuz ve küçük düşürücü anlamından sıyrılmıştır.

XIII. yüzyılda ise “millet” kavramı yeni bir anlam kazanır: Üniversitelerde aynı görüşü paylaşan öğrenci topluluklarını ifade etmek için kullanılır. Böylece “nation kavramı, düşünsel-siyasi bir içerik kazanmış olur.

XVI. yüzyılda İngilterede ise nation kavramı, elitle birlikte ülke nüfusunu, yani “halk”ı da ifade etmek için kullanılır. Halk, önceleri küçümsenen aşağı sınıfları anlatmak için kullanılan bir ifadeyken, milletin hakla özdeş kullanımı, halkın seçkin hale gelmesi ve aşağılanmaktan kurtulmasının bir göstergesidir.

Nation kavramının geçirdiği dönüşümlerden de anlaşılacağı gibi milletin siyasal bir özne olarak ortaya çıkması görece yeni bir durumdur. Arapça bir kelime olan “millet” kavramı da bugünkü anlamına uzun bir süreç sonunda, çeşitli dönüşümlere uğrayarak kavuşmuştur. Arapçada millet kavramının işaret ettiği toplu- luğun dinsel bir anlamı vardır. Nitekim Osmanlı İmparatorluğu’ndaki “millet sistemi” de dini inançlar öl- çüt alınarak oluşturulmuştur.  Millet sisteminin, Balkanlarda ortaya çıkan milliyetçilik hareketleriyle işlevini kaybetmesinden sonra, Türkçede “millet” sözcüğü bugünkü modern anlamına yakın bir içeriğe kavuşmuş- tur. Cumhuriyetin ikinci on yılından itibaren ise milletin taşıdığı dinsel çağrışımlardan kurtulmak amacıyla “ulus” kavramı tercih edilmiştir.

Görüldüğü gibi gerek nation gerekse millet kavramları oldukça eski kavramlar olmakla birlikte nümüzde sahip oldukları modern anlamlarına ancak yakın bir geçmişte kavuşmuşlardır.



Siyasal bir hareket olarak milliyetçiliğin kökenlerinin Fransız Devrimi’nde bulunduğunu yukarıda belirt- miştik. Avrupa kıtasında yaygınlaşması ise, Fransız Devrimi’nin fikirlerini kılıçla yayan Napoléon Bonaparte (1769-1821) savaşlarıyla olmuştur. Daha önceki derslerimizde de gördüğümüz gibi Fransız Devrimiyle birlik- te feodal bağlar çözülmeye başlamıştır. Bu yeni dönemde Rousseau’nun fikirlerinin etkisi daha fazla hissedilir olmuştur. Rousseau, yönetici-yönetilen ilişkilerini “genel irade” kavramı etrafında yeniden kurgulamasıyla milliyetçi düşüncenin önemli kalemlerinden, hatta kurucu yazarlarından biri olarak kabul edilir. Yine daha önce gördüğümüz gibi Rousseau, milletin tek bir hükümdarın kişiliğinde ya da yönetici sınıfta somutlanma- sını reddetmiş ve “millet” ile “halk” kavramlarını özdeşleştirmiştir. Bu özdeşleştirme, Fransız Devrimi’nin temel ilkesi olurken, milliyetçilik düşüncesinin de gelişimine önemli bir katkı sağlamıştır.

Napoléon’un önderliğinde milliyetçilik militarizmle iç içe geçmiştir. Milliyetçilik, bir Fransız asker ve devlet adamı olan Napoléon’un işgal ettiği bölgelerde hızla yayılmıştır. Avrupa’nın Napoléon tarafından iş- gal edilen topraklarında, feodal kalıntılar temizlenmiş fakat buna paralel olarak Rusyadan İspanyaya, İtal- yadan Almanyaya kadar geniş bir bölgede sert tepkiler ortaya çıkmıştır. Napoléon, İtalya ve Almanyada parçalanmış toprakları birleştirerek milletleşmenin koşullarını hazırlamış, aynı zamanda sebep olduğu öfkeyle milliyetçiliğin ihtiyaç duyduğu “öteki”nin yaratılmasını da kolaylaştırmıştır.




Alman Milliyetçilik Düşüncesi: Fichte ve Hegel

Almanyada da milliyetçilik fikrinin gelişiminde Fransız düşüncesinin etkisi büyük olmuştur. Alman milna Almanya ele geçirişlerini ve Alman ordusunun yenilgisini yaşamış bir düşünürdür. Bu yenilgi Alman filozofu çok derinden etkilemiştir. Fichte, verdiği halka açık konferanslarda Almanları saldırganlara karşı direnmeye, silaha sarılmaya davet etmiştir. Kendisi de Napoléon ordularına karşı savaşa bizzat katılmıştır. Almanların Fransızlara karşı elde ettiği zaferden sonra ise Berlin Üniversitesi’nde profesörlük ve rektörlük yapmıştır.

Fichteye göre özgürlük, özgür düşünce demektir. Özgür düşünceyi sağlayan ise bilimdir. Özgürlük anarşi değildir, çünkü bilim denge ve tutarlılıktır, sağduyu ve akıldır. Özgürlüğü ise kurallara bağlayacak, iç dengesini sağlayacak, tutarlı hale getirecek olan hukuktur. Hukukun olması içinse birçok hukuk öznesinin (toplumu oluşturan bireyler ) yanı sıra güçlü bir devletin varlığı gerekmektedir. Toplumun amacına ulaşabil- mesi için özgürlüğün hukuk yani devlet tarafından düzenlenmesi gerekmektedir. Gerçek özgürlük düzenli özgürlüktür; düzenlenmeyen özgürlük bilim dışıdır.

Fichteye göre milli toplum, yani örgütlenmemiş toplum (gesellschaft) devlete üstündür. Devlet ancak mil- li toplumu kendi içinde toplayabildiği an yetkinliğe ulaşabilir, tam ve kusursuz hale gelebilir. Milli toplumu çevreleyen devlet iktisadi alanı da düzenler.

Fichte Alman Milleti’ne ylevler adlı eserinin ilk bölümünde, her şeyi yitirdik, elimizde “eğitim” kaldı, onu akıllıca kullanmalıyız der.  Fichte, Jean-Jacques Rousseau’nun 1762de eğitim üzerine yayınladığı Emile adlı eserinden esinlenerek aktif bir eğitim yöntemi önermiştir. İnsanı tümüyle kavrayacak olan bu aktif eği- tim, karma ve yatılı liselerde devlet tarafından verilecek, çocuklar ailelerinden mümkün olduğu kadar uzak kalacaklardır.

Fichteye göre eğitilmeye en elverişli ırk, Alman ırkıdır. Alman ulusunu oluşturanların ortak noktası Al- manca konuşmalarıdır. Alman milliyetçiliğinin en önemli unsuru dildir. Alman dili, Fichteye göre milli, yani halktan gelen bir dildir. Latinceden gelen diller, örneğin Fransızca, milli kaynağından kopuk,  ölü dillerdir.

Fichteye göre Alman milleti, dünyanın en bilgin, en araştırmacı milletidir, insanlığın gelişmesinin öncü- südür. Alman Romantikleri olarak adlandırılan entelektüel grup da siyasi düşünce alanında benzer fikirleri savunmaktadır. Bu düşünürler organisist bir yaklaşımı savunurlar: Devlet her şeydir; devlet, vücudu/bütünü temsil eder, birey ise hücredir. Alman milliyetçiliğini iktisadi görüşleri ise Friedrich List (1789-1846) tarafın- dan dile getirilmiştir.




Alman milliyetçiliği ve siyaset düşüncesi hakkında görüşlerine yer vermemiz gereken bir diğer düşünür Georg Wilhelm Friedrich Hegel (1770-1831)dir. Hegel, Alman idealist düşüncesine son halini vermiştir. Uy- guladığı diyalektik yöntem daha sonra Marx tarafından da kullanılacaktır. Marx, o meşhur deyimiyle, He- gelde elleri üzerinde duran diyalektiği ayakları üzerine oturtmuş ve diyalektik materyalizmi savunmuştur.

Hegel, Eflatun’un idealist düşüncesini yenilemiştir. Ona göre madde, ruhun ürünüdür. Hegel de tıpkı Fichte gibi gerçeğin bilinç alanında bulunduğunu, bilinci çözümleyecek olursak gerçeğe varabileceğimizi sa- vunmuştur. Hegele göre varlığın özü zıtlıklardır. Zıtlıklar olmasaydı varlık da olmazdı. Karşıtlıklar, oluşun ilkesidir. Evrim, tez ve antitez arasındaki çatışma sonunda ortaya çıkan sentezdir.

Bu mantık çerçevesinde Hegele göre devlet, bireysel iradelerle genel iradenin karşılaştığı yerdir. Diğer bir deyişle, bireysel irade ve çıkarlarla genel çıkar arasında bir sentezdir. Burada dikkat edilmesi gereken nokta, devletin tek tek bireysel iradelerin bir yığınından ibaret olmadığıdır. Devlet, tanrısal bir irade, makul ve canlı bir bütündür.

Hegele göre insan, gerçekliğini, nesnel anlamdaki ahlaki değerini ancak bir topluluğun organı olmakla elde edebilir. Bu yüzden her şeyini devlete borçludur. Bireyin tüm değeri tüm manevi gerçekliği yalnızca devlete bağlıdır. Özgürlük ancak ahlaki bir bütün olan devletin varlığıyla gerçekleşebilir. Dolayısıyla, doğal yaşama halinde özgürlük söz konusu değildir.


getirir. Milli ruh, din, hukuk, bilim, sanat, sanayi gibi özel alanlardan oluşur. Bu alanlar içten bir bağla birbi-
rine bağlıdır, tümü birden milli ruhu teşkil eder. Bir devlet ancak milli bir ruh taşıyorsa devlet sayılabilir.


Hegel de Fransız Devrimi’nin soyutluğundan doğan yıkımları önlemek için somut olanı yani tarihî olanı ve var olanı savunmuştur. Diyalektik yöntemi düşünce alanında uygulayan, devleti mutlak ve yüce bir değer olarak gören Hegel, bir yanıyla milliyetçi, diğer yanıyla tutucu bir düşünürdür.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder