Sosyoloji, Avrupa’da ortaya çıktığı ve kurumlaşmaya başladığı ilk andan itibaren
Jön Türk aydınlarının ilgisini çekti. Sosyolojinin Osmanlı
aydınlarının ilgisini çekmesinde, sosyolojinin ‘modern sanayi toplumunun bilimi’ olarak tanımlanmasının ve tanınmasının önemli bir payı olsa gerektir.
Bu anlamda Avrupa’da sosyoloji nasıl modernleşme sürecinin bir sonucu ve bu süreci başarıyla tamamlama göreviyle
üstlenmiş bir disiplin olarak ortaya
çıkmış ise, Osmanlı ve sonrasında da
Türkiye’de sosyoloji, batılılaşma çabalarımızın bir ürünü olarak ilgi
gördü ve bu amaca ulaşmanın en
kestirme yolunu göstermesi gereken bir disiplin olarak tanımlandı.
Osmanlı Devleti’nin kalkınma
ve yeni koşullarda varlığını nasıl
devam ettireceği konularında yoğun
bir uğraş veren Osmanlı aydınlarımız arasında ilgi görmesi
de bu özelliğiyle ilgilidir. Bu çerçevede Osmanlı Devleti’nin
bekası sorunuyla ilgilenen Osmanlı aydınlarının
hemen her birisinin bir Batılı sosyoloğa bağlanmaları, onun düşüncelerinin temsilcisi olarak tanınmış olması
manidardır. Ahmet Şuayp’in
Herbert Spencer’in düşüncelerini tanıtması, Ahmet Rıza’nın Auguste Comte’un
düşüncelerine bağlanması ve takipçilerinin kurmuş olduk- ları derneğe üye olması, Sabahattin
Bey’in Frederic LePlay’in ve takipçilerinin kavram şemasıyla iş görmeye
çalışması ve Ziya Gökalp’in Emile Durkheim’in sosyolojik çözümlemelerinden hareketle ve hatta onları telif-tercüme etmek suretiyle
geleceğin Osmanlı Devleti’ne bir
kimlik ve çözüm önerme çabaları bu
meyanda hatırlanabilir.
XIX. yüzyılı, “dünyanın ‘bildiğimiz dünya’ haline geldiği, siyasal,
toplumsal yapılar açısından olduğu kadar akademik disiplinler açısından da bir ‘kurumlaşma’
yüzyılı” olarak görmek sanırız yanlış
olmaz. Pek çok di- siplin gibi
sosyoloji de, bu yüzyılda akademik meşruiyetini
elde etti ve kurumlaştı.
Avrupa dışı toplumlar,
Avrupa’daki ekonomik ve bilimsel ilerlemenin boyutlarıyla ilk kez bu denli sert bir
şekilde yüzleşmek durumunda kaldı. Hilmi Ziya Ülken’in
ifade ettiği gibi, yaşadıkları onca farklı tecrübeden ve aldıkları pek çok tedbirin
çağdaş gelişmelere cevap veremediği ortaya çıktıktan sonra, Avrupa dışı toplum- lar için tek bir seçenek kaldı:
Batılılaşmak. Başka bir deyişle, Batı’nın gelişme model ve güzergâhlarını takip etmek. Bu fikir, Osmanlı Devleti
yöneticileri için de zaman içinde kesin bir kanaat halini aldı.
Osmanlı Devleti, daha XVII. yüzyıldan itibaren belli alanlarda yenilikler yapmaktaydı. Fakat yapılan bu ye- nilikler/reformlar, yalnızca
ordu kurumunun belli alanlarıyla sınırlıydı. Bu yenilikler, ne başka reformlarla destekleniyordu, ne de henüz
bütün elitler tarafından benimsenen bir devlet siyasetine
dönüşebilmişti. O nedenle reformların ömürleri de, etkileri de sınırlı
kalmıştır. Topçuluk ocağının, hendesehanenin, Osmanlıca eser basan matbaanın vb. birçok girişimin
başarısızlıkla sonuçlanmasının ardında
yatan reformların bütüncül
olmayan bu karakteriydi.
XIX.
yüzyılın ikinci çeyreğinden itibaren ise, Avrupa siyasetinde gerçekleşen dönüşümlerle de ilişkili
ola- rak (Matternich ve Viyana Kongresi
sonrası düzen) Osmanlı
Devleti’nin reform hareketlerinde anlamlı
bir farklılaşma ortaya
çıkmıştır. Bir önceki dönemden en önemli farklılık, reformların artık gruplar
üstü nitelik kazanarak bir ‘devlet
siyaseti’ halini almasıdır. Padişahın ya da sadrazamın vs. değişmesi, boyutlarında ve hızında bazı farklılaşmaları getirse de
reformların ana doğrultusunda köklü bir değişikliğe sebebiyet ver-
miyordu. Tersine batılılaşma siyaseti zamanla daha fazla kurumsal bir nitelik kazanıyordu. Artık her bir re- form hareketi, başka alanlarda da
reformlar yapılmasını zorunlu
kılıyordu. Bu dönemde reformlar entegre biçimde yürütülüyordu; başka bir
deyişle, artık reformlar bütüncül bir bakış açısıyla gerçekleştiriliyordu. II. Mahmut’un saltanatının özellikle
1826 sonrasına denk gelen bu süreçte hukuk alanından başlayarak, eğitim, yönetim, bürokrasi ve hatta
iletişim araçları vb. alanlarda, etkileri
ve sonuçları ancak yüzyılın
ikinci yarısında ortaya çıkan, kapsamlı reformlar silsilesi
gerçekleştirildi.
Reformlar, yeni bilgi ve düşüncelerle yetişmiş yeni bir bürokrat-aydın sınıfı
yarattı.1 Yavaş yavaş eski bilgi- nin ve eski yönetici kadroların yerini
alan bu yeni
bilgi ve yeni bürokrat-aydınlar, yeni
iletişim araçlarının hâkimiyetini de
kalıcılaştırdılar. Yeni edebî türler geliştirdiler. Mevcut türleri dönüştürmeye başladılar. Yeni bir dil inşa ettiler. Burada
ayrıntılarına giremeyeceğimiz
denli zengin bir arka plana
sahip olan bu batılılaşma
sürecinde açılan okullardan yetişen yeni aydın kuşağı için pozitivizm ile eş anlamlı kullandıkları bilim her şeyin belirleyicisi olmaya başladı. ‘Terakki’ sözcüğünün ağızlardan düşmediği, ‘Terakkiyât-ı Cedide’ sözcü- ğünün efsunlu
bir etkiye sahip olduğu bu dönemin
aydınları nezdinde Osmanlı’nın gerileyişinin, Batı’nın üs- tünlüğünün temelinde “ulûm ve fünun” bulunmaktaydı. Hem iktidar, hem
de muhalefet pozitif felsefeye göre örgütlenmiş bir toplum ve devlet
tesis etmek arzusu taşıyorlardı.2
Sarayın
öncülüğünde başlayan Batılılaşma
politikalarının pek çok paradoksal sonucu oldu. Bunlardan birisi de, devletin Tanzimat’la hızlanan merkeziyetçi politikalarını ve merkeziyetçi siyasetini tesis
etmek amacıyla başlatılan reform hareketleri, yönetici
seçkinler arasında fikir ayrışmaları ve çatışmalarına yol açtı. Bu eğilim ler
XIX. yüzyılın ikinci yarısı itibariyle, Osmanlı toplumunun unsurları arasında
ortaya çıkan yoğun siyasal ve
toplumsal mücadeleleri doğurdu. Reformu başlatan seçkinler, reformlardan murad
edilen sonuçları al- mak için reformların denetimini elden bırakmamayı tercih ettiler. Bunun için de, temel tercihleri reformlar doğrultusunda olsa dahi,
kendilerinden başka güçlerin bu konularda müdahil olmalarını sınırlandırmaya çalıştılar. Ancak artık reformlar yeni kuşaklar
halinde meyvelerini
vermeye başlamıştı ve geri dönüşü olama- yan bir yola girilmişti. Bu da yeni entelektüel sınıfları ortaya çıkardı. Önce Yeni Osmanlılar3 ve sonrasında da Jön Türkler olarak bilinen
aydın hareketleri, devletin kurtuluşuna ve reformlara ilişkin görüşler öne sürmeye ve açıktan
devlet politikalarını, özellikle de dış politikayı eleştirmeye ve etkilemeye başladılar.4 Osmanlı’da
‘sosyoloji’
de, öncelikle Jön Türkler olarak bilinen bu entelektüel kesimler arasında
tanınmaya ve tanıtılmaya
başladı. Osmanlı aydınlarının gündemine ilk kez girdiği bu dönemde
sosyolojinin, Osmanlı Devleti’nin
so- runlarından, çözüm arayışlarından ve
düşünsel geleneklerinden etkilenmemesi düşünülemezdi. Nitekim de öyle oldu. Osmanlı aydınlarının bu
dönemdeki ‘devletin bekası’na
ilişkin problematikleri, arayışları, siyaset
yapma tarzları sosyolojinin de belli
özellikler kazanmasını belirledi.
Sosyoloji XIX. yüzyılda Avrupa’da ve özellikle de Fransa’da, oluşmakta olan sanayi toplumunun
sorunlarını çözmek amacıyla ortaya çıkmıştı. Tom Bottomore,
bu dönemde icra edilen sosyolojinin ‘ansiklopedik’, ‘ev-
rimci’ ve ‘pozitif bilim
olma iddiası’ndan söz ettikten sonra,
“genel kapsamlı bir bilim olma iddiasına rağmen, toplumbilim özellikle
onsekizinci yüzyıldaki siyasal ve ekonomik
devrimlerin yarattığı
toplumsal sorunlarla
ilgilenmiş; her şeyin üstünde de, yeni sanayi toplumunun
bilimi olmuştur’ der.5 Bu anlamda sosyolojinin,
XVIII ve XIX. Yüzyılda
yaşanan iki sanayi devriminin yarattığı toplumsal ve siyasal koşulların açıklanması için ortaya
çıkan bir bilim olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Burada Saint Simon ve Comte ilginç figürler olarak ortaya çıkarlar. Bu anlamıyla Batı’da da ilk zamanlar reformcu
ve düzenleyici bir bilgi
alanı olarak dü- şünülüyordu.
Sosyoloji’nin –özellikle de ilk dönemi
itibariyle- Türkiye’deki durumu da bundan farklı
değildir. Türkiye’de
de sosyoloji Batılılaşma politikalarının bir ürünü olarak ortaya çıkmıştır.
Aynı zamanda sosyoloji, Osmanlı literatisi için, ‘nasıl
batılılaşılacağının, iktisadi kalkınmanın nasıl sağlanacağının ve modern topluma nasıl ge- çileceğinin’
yollarını öğreten, bir başka deyişle, devlete
ve toplumsal güçlere ‘kurtuluş
reçeteleri’ sunacak bir bilim olarak
görülmüştür.
Jön Türkler,
böyle bir düşünsel ortam ve arayışın içine doğdular. Bu arayış ve tartışmalar, zamanla toplumsal
güçleri ‘ilerleme taraftarları ve karşıtları’ şeklinde ikiye böldü. Jön Türkler
Avrupa’nın üstünlüğünün temel
sebebi olarak gördükleri bilime ve pozitif felsefeye duydukları inançla kendilerini inkılâpları hızlandıracak bir zümre olarak görüyorlardı. Bu aşırı özgüven, kendilerini bir toplum mühendisi
ve hatta “içtimaî tabip”6 gibi
görmeye doğru itti.
Şükrü Hanioğlu,
‘Bilim’ ile bir milletin kurtuluşunun nasıl mümkün olabileceği gibi bir sorunsalın, Jön Türkler
tarafından iki şekilde
işlendiğini belirtir: “(…) birincisi, kuşkusuz
kendilerine çok uygun
düşen bir fikir
sistemi ile toplumun açıklanmaya
çalışılmasıdır. Bu da kendilerine
istekleri doğrultusunda bir çerçeve
çizen ‘Sosyal Darwinism’den başka bir düşünce değildir.”7 Hanioğlu, Jön Türklerin terakki fikirlerinden, bireyin toplum
içerisindeki rolünü önemsemeyen pozitivizm gibi kurumlara verdikleri önemden fakat bir yandan da bireyin toplumdaki gelişmeye daha çok müdahale
etmesi gerektiği yolundaki
fikirlere gösterdikleri artan ilgiden
bahsettikten sonra şöyle der: “Bilim ile milletin kurtuluşunun işlenmesi sırasında Jön Türklerin üzerinde
dur- dukları ikinci nokta, her alana nüfuz etme yeteneğinin olduğu varsayılan
‘bilim’in, yönetim konusunda da devreye girmesi gerektiği
yolunda idi.”8 İlk sorunsal
için ‘Sosyal Darwinizm’in onların
isteklerine elverişli bir
çerçeve çizdiğini
belirtir.9 Bu
tespitler, aynı zamanda
Jön Türklerin, ortaya çıkışından itibaren sosyolojiye neden
ilgi duyduklarına da ışık tutuyor.
Jön Türklük içinden
çıkan iki temel siyasal hareketin (Teşebbüs-i Şahsî ve Adem-i
Merkeziyet Cemiyeti ve İTC), aynı zamanda
iki farklı sosyoloji
geleneğiyle de (Sabahattin Bey [ilm-i iç-
tima] ve Ziya Gökalp [içtimaiyat])
doğrudan alakalı olmaları
bu durumun bir ifadesi olarak değerlendirilebilir.
Bu nokta, aynı zamanda,
Türkiye’de sosyolojinin, özellikle
de ilk dönemi itibariyle belirgin bir şekilde, siyaset kurumuyla makro-sosyolojik ilgiler
etrafında gerçekleştirdiği yoğun
ilişkiye de işaret etmektedir.10 Tanzimat,
Islahat ve Kanun-ı Esasî gibi kritik
eşiklerden geçen devlet soyluları ve
entelektüellerin temel kaygıları ‘dev- leti kurtarmak’, hem de ‘acilen’
kurtarmaktı. Bu kaygı, onların eski ve yeni ile olan ilişkilerini düzenleme
biçi- mini de etkiledi. XIX. yüzyıl sonu itibariyle, Osmanlı bürokrat-aydınlarının düşüncelerinde karşımıza
çıkan eklektisizmin, ikiliklerin, çelişkilerin ve yüzeyselliklerin arkasında işte bu temel kaygı
yatmaktaydı.11 Mardin bu kuşaklardan özellikle aciliyet duygusunun baskısı altında olan Jön Türklerin
tarihsiz ve felsefesiz bir
düşün- me formunu kurumlaştırdığını iddia eder.
Osmanlı toplumunda sosyoloji çalışmalarıyla ilk ilişki kuranların, sosyolojiyi ilk kez gündeme
getirenlerin
‘devleti acilen kurtarma’ kaygısıyla hareket eden Jön Türkler arasından
çıkması, aynı zamanda,
sosyolojinin
öncelikli ilgilerinin bir devlet reformu fikrine
sıkı bir biçimde
bağlanmasına yol açtı. Sosyolojinin Osmanlı’da-
ki bu ilk yıllarında sosyologların toplumsal dünyayla ilişkisi,
teorik ve ampirik ilgileri
de büyük ölçüde bu
bağlam içinde şekillendi. Devletin kurtuluşu için
üretilmiş reçeteler bağlamında toplumun
da dönüştürülmesi
hedefleniyordu. Böylece toplumsal mühendislik ve içtimai
tabip alışkanlıkları kurumsallaştırılmış ve sosyo-
lojik bilgi araçsallaştırılmıştır. Cumhuriyet döneminde de devam eden bu alışkanlıkla, devlet reformu
ihti-
yaçlarından bağımsız olarak toplumun niteliği,
özellikleri, pratikleri, deneyimleri uzun bir dönem boyunca
önemsenmemiştir. Doktor-hasta ilişkisi
bağlamında da sosyal bilim,
gerek devlet ve gerekse de toplumsal
güçler ve yapılar ‘onları hasta bırakan
özelliklerinden kurtarılma’ çabasıyla
icra edilmiştir.
Osmanlı Devleti’nin kurtuluşunu Batılılaşma politikalarında gören, pozitivist
felsefe ve sosyoloji
aracılığıyla Batı toplumlarının seviyesine ulaşılabileceğini iddia eden Osmanlı entelektüelleri sanayi toplumları için önerilen
‘ilerleme ve düzen’ reçetelerini Osmanlıcaya aktarma yoluna
gittiler. Osmanlı entelektüelleri,
özellikle de belli bir siyaset önerisinde bulunanları, kendi düşünsel geleneklerine uyumlu fakat daha çok da siyasal hedeflerini
bilimin sağladığı meşruiyet çerçevesinde savunmalarına imkân tanıyacak tarzda, Batılı düşünürlerin eser ve fikirlerini Osmanlı dünyasına tanıttılar. Onların
kavram ve kuramlarını Osmanlı
ülkesinin koşullarını dikkate alacak şekilde serbest bir
tercümesini yaptılar. Başka bir
deyişle, Batılı sosyal bilimcilerin
teorilerini Osmanlı Devleti’nin koşullarına uyarladılar. Bu da, ilk dönemlerde sosyolojinin bir diğer niteliğinin şekillenmesine yol
açmıştır: Aktarmacılığın bilinçli bir biçimde icrası. Gökalp’in gerek Osmanlı’da ve gerekse de Türkiye Cum-
huriyeti’ndeki yaygın
ve kalıcı etkisini de, onun siyasal iktidarda bulunan grubun içerisinde yer almasında değil de, bu adaptasyon sürecine yaptığı müdahalede aramak daha açıklayıcı
olacaktır.12
Sosyolojinin Osmanlı’daki ‘akademi öncesi’ tarihi Ahmet Şuayp, Ahmet Rıza, Suphi Ethem, Mustafa Suphi,
Bedii Nuri, Satı el-Husri gibi isimlerin Ulum-u
İktisadiye ve İçtimaiye Mecmuası
ve Servet-i Fünun gibi
dergiler- de kaleme aldıkları makaleler, telif veya tercüme kitaplar ile başlar. Le Play ve
takipçilerinin düşüncelerini benimseyen Sabahattin Bey, Türkiye’de sosyolojiyle ilgilenme
biçimini ve farklılaşmasını sağlamıştır. Sosyo-
9 Konunun ayrıntılı tartışması için bkz. Attila
Doğan, Osmanlı Aydınları ve
Sosyal Darwinizm, İstanbul:
Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2006.
10 Bilim ile
siyaseti
birbirinden
ayrıştırdığı
ve siyasetten
ziyade bilimsel çalışmalara
kendisini hasrettiği
övgülerine
mazhar kılınan
Sabahattin
Bey’in siyasetle uğraşmadığı dönemlerde sosyolojiyle
de uğraşmamış
olması, bağlanmayı tercih
ettiği LePlay’in
sosyolojik
dü-
şünce geleneğinin
ona
aynı
zamanda temel siyasal
tercihlerini
bilimsel bir
zeminde savunabilme ve
dolayısıyla
da meşruiyetini sağlaya-
bilme imkânı
vermesi ve
Türkiye’de
siyasal çözümün bir
anlamda tesis edildiği
Cumhuriyet’in kuruluşu
sonrasında ise sosyolojik herhan-
gi bir çalışma içerisinde
olmayışı bu
noktada açıklayıcı
bir örnek olarak önümüzde
durmaktadır. Aynı şekilde, Gökalp’in Cumhuriyet’in
kuruluşu sonrasında
meşhur hars-medeniyet
kuramını, tehzib
şeklinde
adlandırdığı yeni
bir kavramla
yeni koşullara
uyarlama
çabası
da
manidardır. Gökalp’in Durkheim sosyoloji
geleneğiyle
kurduğu
ilişkiyi siyasal
düşünceler
bağlamında değerlendiren değerli bir
çalışma
için bkz. Taha
Parla,
Ziya
Gökalp, Kemalizm
ve Türkiye’de Korporatizm,
Füsun
Üstel
ve Sabir Yücesoy
(yay.
haz.), 5. bs., İstanbul:
İletişim
Yay., 2006.
11 Bu
acilciliğin
ve siyasetle
ilişkili olmanın
aydınlarımızın düşünceleri
üzerindeki etkisine
bir örnek olarak Şerif Mardin’in
Sabahattin
Bey’le ilgili
yaptığı
şu tespit
oldukça açıklayıcıdır: “Kısaca
Sabahattin
Bey’in trajedisi sosyoloji
tekniklerini bir
siyasi
program olarak gös-
termek zorunda bırakılmış
olmasıdır.”
Bkz. Şerif Mardin, Jön
Türklerin
Siyasi
Fikirleri, s. 217.
12 Taha
Parla,
Gökalp’in
bu etkisini ‘korporatizm’ bağlamında
yetkin
bir şekilde değerlendirmektedir.
Bkz. Taha Parla, Ziya Gökalp,
Kemalizm ve Türkiye’de Koporatizm.
lojinin Türkiye’deki akademik
meşruiyeti ve kurumlaşması ise, 1910’lardan
itibaren sosyolojiyle ilgilenmeye başlayan
ve Durkheim sosyoloji anlayışını
kendisine rehber edinen Ziya
Gökalp’in 1914 yılında sosyolojiyi Darülfünun
ders programlarına dâhil
etmesiyle başlar.
Gökalp’in Durkheim okumasının sorunları bu yazının
kapsamı dışındadır. Gökalp’in etkisi, kısa zamanda yalnızca İçtimaiyat Kürsüsü’nde değil, Darülfünun’un başka birçok disiplininde de kendisini göstermiştir. Yeni Türkiye için formüle
ettiği toplumsal örgütlenme, ön- celik ve ihtiyaçlar
çerçevesinde edebiyat tarihinden ilahiyata, iktisattan pedagojiye pek çok disiplinin işbirliği içinde gelişmesini sağlamaya çalışır. Buradaki temel etken Gökalp’in ulus-devlet milliyetçiliğine olan koyu bağlılığıdır. 1915’te İçtimaiyat Darü’l-Mesaisi’ni kurar, 1917’de İçtimaiyat Mecmuası’nı çıkarır.
I. Dünya Sava- şı’nın bitiminde İstanbul’un işgal edilmesi
ve Gökalp’in, diğer pek çok
İttihatçı gibi Malta’ya
sürgüne gönde- rilmesiyle birlikte Darulfünun’daki sosyoloji eğitimi de
sekteye uğrar. Cumhuriyet’in
kurulması sonrasında ise gerek Mehmet İzzet’in genç yaşta vefatı nedeniyle kısa süren faaliyetleri, gerekse Necmeddin Sadak’ın
çalışmaları sosyolojiyi Gökalp dönemindeki etkisine ve yaygınlığına
kavuşturmak için yeterli olmamıştır.
1928’de
kurulan Türk Felsefe Cemiyeti bünyesinde de sosyoloji çalışmaları yapılmıştır (cemiyet, Felsefe ve İç- timaiyat
Mecmuası isimli bir de yayın
organına sahipti). Lütfi Erişçi; 1933’den itibaren Hukuk Fakültesi birinci
sınıf müfredatına dâhil edilen sosyoloji dersini veren –1933 Üniversite
Reformu çerçevesinde Hukuk Fakül-
tesi bünyesinde kurulan ve sonrasında İÜ İktisat Fakültesi’nin de
çekirdeğini teşkil eden İktisat ve
İçtimaiyat Enstitüsü öğretim üyelerinden- Alman akademisyen
Gerhard Kessler ’in ve yayınladığı
Muasır
Avrupa İçtima- iyatı (1933) isimli çalışmasında
Amerikan sosyolojisini benimsediğini belirten Ankara Gazi Terbiye Enstitüsü
muallimlerinden M. Saffet‘in düşüncelerini Türkiye’deki Durkheimci sosyoloji
geleneğinin dışında ‘yeni te- mayüller’ olarak niteliyor.13
Bu
süreçte İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi
(İÜEF) Sosyoloji Kürsüsü,
Gökalp sonrasında, Hilmi Ziya Ülken’in öncülüğünde 1940’larla birlikte ‘ikinci’ kuruluşunu yaşıyordu. Hilmi Ziya Ülken derin entelektüel kişiliği ve zengin akademik ilgisiyle
sosyoloji bölümünün kurumsallaştırılmasında öncü bir rol üstlendi. Ül- ken sosyolojinin
yanında mesleki olarak mantık,
felsefe, ahlâk, sanat gibi alanlarda da birçok kıymetli eser üretti. Batı dünyasındaki
düşünsel gelişmeleri çok yakından
takip ediyordu ve Türk akademi
çevrelerini yeni düşünsel
gelişmeler konusunda hızlı bir şekilde
bilgilendiriyordu. Kurucusu ve yöneticisi olduğu İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Dergisi’nde bu türden pek çok
araştırma metni, makale vs. yer al-
maktaydı. Ülken aktif bir sosyolog olarak uluslararası sosyoloji
topluluklarıyla da etkin
bağlar kurdu. Onun öncülüğünde İstanbul Üniversitesi ve Türkiye
uluslararası sosyoloji kongrelerine ve
farklı alanlardan birçok toplantıya
ev sahipliği yaptı. Onun başkanlık yaptığı yıllarda İstanbul’a birçok önemli sosyolog gelerek ders-
ler, konferanslar ve seminerler verdiler.
Türkiye’de sosyolojik düşüncenin farklılaşma ve çeşitlenme ihtimali doğuran bir diğer kritik dönem, Ankara Üniversitesi Dil-Tarih
Coğrafya Fakültesi’nde başkanlığını
Fransız akademisyen Olivier
Lacombe’un yaptığı Felsefe Enstitüsü
bünyesinde, 1939’da Doç. Behice Boran’ın başkanlığında kurulan
ve Niyazi Berkes, Pertev
Naili Boratav ve Mediha Berkes gibi
farklı disiplinlerden akademisyenlerin
görev aldıkları sosyoloji kürsüsü ile yaşanır.14 Bu kürsüyle birlikte,
Türkiye’de –daha önceki tarihlerde cılız da olsa varlığıyla karşılaştığımız- sosyolojik araştırmaların ampirik olarak delillendirilmesi temel bir yaklaşım olarak kurumsallaşma eğilimine girdi. II. Dünya Savaşı sonrasında dünyada meydana
gelen siyasal gelişmeler (San Francisco düzeni ve Soğuk
Savaş), bu gelişmelere ayak uydurmak
isteyen Türkiye Cumhuriyeti’nin dönüşümleri ve özellikle
de dönemin iktidar partisi
CHP içerisindeki kırılmalar neticesinde, Boran başta olmak üzere kürsünün
kurucu akademik kadrosunun 1948 Tasfiye hareketiyle birlikte
dramatik ve utanç verici bir şekilde üniversiteden kopartılmaları Türkiye sosyal
bilimleri açısından önemli sonuçlar doğurmuştur.
Yaşadıkları yıpratıcı
tasfiye sürecine
rağmen Muzaffer Şerif ABD’de, Berkes Kanada’da ve Pertev Naili Fran-
sa’da yapmış oldukları çalışmalar
ile gerek Türkiye ve gerekse
de uluslararası sosyal bilim alanında
etkinlik- lerini artırarak sürdürdüler.
1960
sonrasında hem akademik
kurum ve akademisyen sayılarındaki artış
hem de Türkiye’nin sanayileş- me ve planlı ekonomi dönemine geçişi ile birlikte değişik alanlarda
sosyolojik çözümlemelere sosyal siyaset bağlamında olan ihtiyaç artmaya
başladı. Bu tarihten itibaren sosyal yapı tartışmalarının hızlı biçimde arttığı
görülmektedir. Aynı süreçte
tarihle yeniden
yüzleşme olarak da nitelendirilebilecek tarih tezleri tartışmaları da alevlenmiş ve bu
tartışmalar birbiriyle bağlantılı
özellikler göstermeye başlamıştır.
Hilmi Ziya 27 Mayıs sonrasında İÜEF Sosyoloji Bölümü’ndeki görevinden
alınmasıyla, daha sonra geri dö-
nüşüne izin verilmesine karşın,
akademik faaliyetlerini
–daha önce yarı-zamanlı olarak ders verdiği- Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi bünyesinde sürdürmeyi tercih etti. Bu dönemden sonra İÜEF Sosyoloji
Bölümü, çalışmalarını Nureddin Şazi Kösemihal başkanlığında sürdürdü. Aynı yıllarda Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu
da çalışmalarını İÜ İktisat Fakültesi’nde ve
İktisat ve İçtimaiyat Enstitüsü bünyesinde yürütüyordu.
1950’lerin
son yıllarından itibaren
ABD’li uzmanların öncülüğünde ve büyük ölçüde
de onların finansmanıyla kurulan Türkiye ve Orta Doğu Amme İdaresi Enstitüsü, Devlet Planlama Teşkilatı gibi araştırma kuruluşla- rı ve bürokratik kurumlar farklı bir sosyal bilim anlayışını Türkiye’de canlandırmaya başladılar. Mübeccel Kıray’a DPT tarafından yaptırılan Ereğli araştırması önemli bir dönüm noktasıdır.16 Bu çalışmalar Birleşmiş Milletler bünyesinde görevli olarak bir öneri rapor yazan Charles
Abrams’ın teklifiyle 1956’da kurulan Orta Doğu Teknik
Üniversitesi ile farklı bir sosyal bilim anlayışının kurumlaşmaya başladığı görülür. Bu yıllarda,
özellikle AÜDTCF sosyoloji
kürsüsünün kısa süren ömrü esnasında
öğrencilik yapmış –Muzaffer Şerif,
Boran ve Berkes’in
öğrencisi olmuş- Mübeccel
Belik Kıray ise yeni kurulan Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nin sosyal
bilimler programını kurmaya
başlamıştı.17
Ankara Üniversitesi’ne bağlı
bazı sağlık kurumlarının çekirdeğini oluşturduğu ve 1967’de kurulan
Hacettepe Üniversitesi’nde
ise sosyoloji eğitimi üniversitenin
kuruluşu öncesi 1964’de başlamış ve 1980 sonrasında eser veren birçok sosyolog bu okuldan mezun olmuştur.
Bu okula daha sonra Boğaziçi,
Ege ve Mimar Sinan gibi üniversiteler
katılmış ve sosyoloji eğitiminin
çeşitlenmesi artarak sürmüştür.
1980
sonrası YÖK kanunu
ile birlikte bağımsız
sosyoloji bölümleri kurulmaya başlanmış ve yeni kurulan
üni- versitelerle birlikte
30’u aşkın sosyoloji bölümü ortaya
çıkmıştır. Bugün bu bölümlerde, birçok okulda kendi çalışma alanlarında münhasıran nitelikli çalışmalar yapan çok sayıda sosyolog
akademik faaliyette bulun- maktadır. Fakat yine de,
bütün bu çalışmaların henüz ampirik ve
kuramsal olarak tatmin edici bir aşamaya
ulaştığını söylemek zordur.
Batı-dışındaki birçok ülkeye kıyasla sosyolojik
bilginin kurumsallaşmasında Türkiye’nin önemli bir aşama
kaydettiği söylenebilir. Ama özellikle
1990 sonrası post-modern epistemolojilerle pozitivist ve tarihselci yak- laşımlar
arasında yaşanan, bazı açılardan verimli olmakla birlikte geneli itibariyle
verimsiz olan tartışmanın Türkiye’nin sosyal bilimler alanında
yarattığı etkilerin incelenmesi gerekmektedir. Bu sahte tartışmalar yo- luyla kurum olarak
“bilim”e dönük sorgulayıcı bir söylem
güç kazanmıştır. Olumlu olan Türkiye’nin
pozi- tivist geçmişinin bu vesile
ile tartışmaya açılmış olmasıdır. Pek çok eleştirmen bilim
kurumunu pozitivist düşünce
ile eşitlemiş, fakat asıl dikkat edilmesi gereken son dönemlerde bilimin
epistemolojik ve tarihsel
araştırmalarda kat ettiği etkileyici gelişime
ise aynı oranda dikkat göstermemişlerdir. Bu nedenle 1980’li ve
1990’lı yıllar boyunca eleştirel
bir söylem inşasından öteye gitmeyen ve yaşayan toplum hakkında delillen- dirilmiş ve gerekçelendirilmiş hiçbir şey söylemeyen bir yaklaşım da gittikçe
ağırlık kazanmaya başlamıştır.
Özellikle bazı dergiler
etrafında gelişen bu tutum, pozitivist olmayan bir ampirik ve etnografik çalışmayı dahi yayınlamaya
değer görmemektedir.
Marxist, tarihselci yaklaşımlar etrafında kümelenmiştir. Büyük ölçüde II. Dünya Savaşı sonrasında
oluşan yaklaşımlar etrafında gelişen
bu iş bölümü Türkiye’nin sosyolojik
dinamiklerini ileri düzeyde açıklayacak
yetkinlikten ve birikimden mahrumdur. Bunun temel
nedeni olarak birçok
tez ileri sürülebilir. Fakat özellikle yaşayan, değişen,
dönüşen kanlı-canlı toplumun
nasıl işlediğini, tarihsel
süreçlerin içinden süregelen yapıları, ilişki ağlarını,
kültürel değişimlerin yörüngelerini, demografik yapıdaki
farklılaşma ve değişimleri, devletin
oluşum süreci ve niteliğini, kentsel
büyümenin formunu ve içeriğini,
kırsal alanların hangi değişim süreçle- rinden geçtiğini, kamu sağlığının
sosyolojik boyutlarını, karmaşık göç hareketliliklerinin ne tür toplumsal
değişimleri tetiklediğini ve ne türden yapılaşmalar ürettiğini, iş ve çalışma hayatının yapısını ve daha bunun
gibi birçok konuyu açıklayacak birikimin sınırlı düzeyde kalmış olması sosyologların Türkiye’nin
dönüşüm- leri hakkında ileri kavramlaştırma ve temsil sistemleri oluşturmalarını engellemektedir. Elbette ki hakkı tes- lim
edilmesi gereken birçok
sosyologun kendi araştırma alanlarında çok değerli
çalışmaları mevcuttur. Fakat sosyal bilimlerin günümüzde ulaştığı seviye ile kıyaslandığında
durumun pek iç açıcı olduğu söylenemez.
Türkiye’nin son iki yüzyıldır yaşadığı muazzam
sosyolojik dönüşümleri anlamlı
bir iş bölümü içinde model- leyebilmiş ve ampirik
olarak (niteliksel ve niceliksel
modeller aracılığıyla)
delillendirilmiş bir ileri araştırma etkinliğinden bahsetmek zordur.
Bu konuyu biraz daha örneklendirmek mevcut durumdaki eksikliklerin giderilip yeni araştırma programları inşa etmek için sosyologların önündeki fırsatlara da işaret etmektedir. Örneğin, siyaset sosyolojisi araştır- maları, realist, eleştirel ve düşünümsel
(reflexive) ampirik kanıta ve kavramsal araştırmaya yeterince önem vermemiştir.
Siyaset sosyolojisi alanındaki
çalışmalar daha çok, 1980 sonrası sivil toplumcu söylem bağla- mında ve
çoğunlukla “kamuoyu” kavramı etrafında örgütlenen piyasa araştırmaları mantığı içinde konum- lanmaktadır.18 Kamuoyu araştırmalarının sosyolojik metodoloji açısından
yeterliliği ve geçerliliği tartışmalı bir durum iken, birçok sosyolog bu araştırmalara
referansla tartışmalar inşa etmeye
çalışmaktadır. Kırsal sosyoloji çalışmaları, Türkiye’de kırsal
farklılaşma ve dönüşümü açıklayabilmek için, en fazla, bazı kuramsal
tartışmalarla cevap verebilmektedir. Bu alanda yeterli
etnografik ve ampirik
birikimin olduğunu söylemek
zordur. Kuramsal birikimin mevcut farklılaşmaları ne düzeyde açıklayabildiği ise belirgin değildir. Kent sos- yolojisinde bir kentin büyüme ve dönüşüm şeklinin
tam bir eseri (monografik düzeyde
bile) yazılamamıştır. Bazı değerli monografiler ise çoğunlukla özelleşmiş
problematiklerle yazılmıştır ve bütüncül bir sosyal-eko-
loji tartışması ihtiva etmez.
İstanbul gibi ortalama
bir batı metropolü veya ortalama bir Batı-dışı metropol
ola- rak sınıflandırılamayacak ve sürekli çalışılması gereken, dünyanın önemli metropollerinden olan bir şehrin nereden nereye geldiği
hakkında –az sayıda
istisnai nitelikli çalışma
olsa da- elimizdeki sosyolojik temsillerin
sayısı çok fazla değildir.19 Bu durum diğer büyük kentler için de farklı değildir. Din sosyolojisi dinsel sosyal hareketleri, laiklik-sekülerizm
sorunlarının dünyadaki diğer
örnekleriyle benzerliğini ya da özgünlüğünü/ tekilliğini ve Müslüman toplumlardaki değişimleri
kavramlaştırabilecek bir yetkinlikten
uzaktır. Sağlıklı bir sosyal politikanın olmazsa olmazlarından olan kamu sağlığı
(hıfzı sıhha) sorunlarını ayrıntılarıyla ve derinle-
mesine şekilde ele alabilmiş incelemelerin sayısı fazla değildir.20 Demografi
araştırmaları nüfusun karmaşık hareket dinamiklerini, niteliğini, değişimini, farklılaşmasını açıklayacak bir birikimin henüz başlarındadır.
İş-çalışma sosyolojisi hâlâ emekleme aşamasındadır. Bilim sosyolojisi alanında
dağınık bazı yazılar dışında
sistematik bir tartışma mevcut değildir. Ekonomi-politik alanında sosyologlar
tarafından yapılan ve kuram- sal ve görgül temelleri sağlam kurulmuş çalışmalar çok azdır.
Neredeyse her alanda yapısal farklılaşmaların
dinamik resimlerini verebilecek bir
birikim yoktur denilebilir.
Çok karamsar bir
tablo olarak görülecek olsa bile, yapılması
gerekenin sosyal bilimlere ileri
düzeylere ulaşmış bilimselliğini Türkiye
ölçeğinde de yeniden kazandıracak
zahmetli bir yola girilmesi gereğine olan inancımızdır. Yaşanan
temsil krizinin zamanın
baskısı altında aşılacağı mukadderdir. Mesele
bu sürecin ne kadar uzayacağıdır.
Bu konuda özellikle son yıllarda farklı alanların çehresini ve yapısını
dönüştüren umut verici çalışmaların yapıldığı görülmektedir. Türkiye’de sosyal bilimcilerin içinde yaşadığımız, sessizce
etrafımızda vuku bulan değişimleri
anlamak ve açıklamak konusunda
gittikçe artmakta olan ilgilerinin
zamanla daha verimli biçimler
kazanacağını ve sosyoloji düşüncesinin daha ileri bir düzeye ulaşacağını, pek çok sosyologun emekleriyle inşa ettiği eserlerden görebiliyoruz. Umudumuz
bu tür emek ve zahmet mahsulü çalışmaların zamanla örnek teşkil
etmesi ve bu tür araştırmaların
sayısının artmasıdır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder