17 Ocak 2014 Cuma

Türkiye’de Sosyolojinin Gelişimi

Sosyoloji, Avrupada ortaya çıktığı ve kurumlaşmaya başladığı ilk andan itibaren Jön Türk aydınlarının ilgisini çekti. Sosyolojinin Osmanlı aydınlarının ilgisini çekmesinde, sosyolojinin ‘modern sanayi toplumunun bilimi’ olarak tanımlanmasının ve tanınmasının önemli bir payı olsa gerektir. Bu anlamda Avrupada sosyoloji nasıl modernleşme sürecinin bir sonucu ve bu süreci başarıyla tamamlama göreviyle üstlenmiş bir disiplin olarak ortaya çıkmış ise, Osmanlı ve sonrasında da Türkiyede sosyoloji, batılılaşma çabalarımızın bir ürünü olarak ilgi gördü ve bu amaca ulaşmanın en kestirme yolunu göstermesi gereken bir disiplin olarak tanımlandı.


Osmanlı Devleti’nin kalkınma ve yeni koşullarda varlığını nasıl devam ettireceği konularında yoğun bir uğraş veren Osmanlı aydınlarımız arasında ilgi görmesi de bu özelliğiyle ilgilidir. Bu çerçevede Osmanlı Devleti’nin bekası sorunuyla ilgilenen Osmanlı aydınlarının hemen her birisinin bir Batılı sosyoloğa bağlanmaları, onun düşüncelerinin temsilcisi olarak tanınmış olması manidardır. Ahmet Şuayp’in Herbert Spencer’in düşüncelerini tanıtması, Ahmet Rıza’nın Auguste Comte’un düşüncelerine bağlanması ve takipçilerinin kurmuş olduk- ları derneğe üye olması, Sabahattin Bey’in Frederic LePlay’in ve takipçilerinin kavram şemasıyla görmeye çalışması ve Ziya Gökalp’in Emile Durkheim’in sosyolojik çözümlemelerinden hareketle ve hatta onları telif-tercüme etmek suretiyle geleceğin Osmanlı Devleti’ne bir kimlik ve çözüm önerme çabaları bu meyanda hatırlanabilir.

XIX. yüzyılı, “dünyanın ‘bildiğimiz dünya’ haline geldiği, siyasal, toplumsal yapılar açısından olduğu kadar akademik disiplinler açısından da bir ‘kurumlaşma’ yüzyılı” olarak görmek sanırız yanlış olmaz. Pek çok di- siplin gibi sosyoloji de, bu yüzyılda akademik meşruiyetini elde etti ve kurumlaştı.

Avrupa dışı toplumlar, Avrupadaki ekonomik ve bilimsel ilerlemenin boyutlarıyla ilk kez bu denli sert bir şekilde yüzleşmek durumunda kaldı. Hilmi Ziya Ülken’in ifade ettiği gibi, yaşadıkları onca farklı tecrübeden ve aldıkları pek çok tedbirin çağdaş gelişmelere cevap veremediği ortaya çıktıktan sonra, Avrupa dışı toplum- lar için tek bir seçenek kaldı: Batılılaşmak. Başka bir deyişle, Batı’nın gelişme model ve güzergâhlarını takip etmek. Bu fikir, Osmanlı Devleti yöneticileri için de zaman içinde kesin bir kanaat halini aldı.

Osmanlı Devleti, daha XVII. yüzyıldan itibaren belli alanlarda yenilikler yapmaktaydı. Fakat yapılan bu ye- nilikler/reformlar, yalnızca ordu kurumunun belli alanlarıyla sınırlıydı. Bu yenilikler, ne başka reformlarla destekleniyordu, ne de henüz bütün elitler tarafından benimsenen bir devlet siyasetine dönüşebilmişti. O nedenle reformların ömürleri de, etkileri de sınırlı kalmıştır. Topçuluk ocağının, hendesehanenin, Osmanlıca eser basan matbaanın vb. birçok girişimin başarısızlıkla sonuçlanmasının ardında yatan reformların bütüncül olmayan bu karakteriydi.

XIX. yüzyılın ikinci çeyreğinden itibaren ise, Avrupa siyasetinde gerçekleşen dönüşümlerle de ilişkili ola- rak (Matternich ve Viyana Kongresi sonrası düzen) Osmanlı Devleti’nin reform hareketlerinde anlamlı bir farklılaşma ortaya çıkmıştır. Bir önceki dönemden en önemli farklılık, reformların artık gruplar üstü nitelik kazanarak bir ‘devlet siyaseti’ halini almasıdır. Padişahın ya da sadrazamın vs. değişmesi, boyutlarında ve hızında bazı farklılaşmaları getirse de reformların ana doğrultusunda köklü bir değişikliğe sebebiyet ver- miyordu. Tersine batılılaşma siyaseti zamanla daha fazla kurumsal bir nitelik kazanıyordu. Artık her bir re- form hareketi, başka alanlarda da reformlar yapılmasını zorunlu kılıyordu. Bu dönemde reformlar entegre biçimde yürütülüyordu; başka bir deyişle, artık reformlar bütüncül bir bakış açısıyla gerçekleştiriliyordu. II. Mahmut’un saltanatının özellikle 1826 sonrasına denk gelen bu süreçte hukuk alanından başlayarak, eğitim, yönetim, bürokrasi ve hatta iletişim araçları vb. alanlarda, etkileri ve sonuçları ancak yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkan, kapsamlı reformlar silsilesi gerçekleştirildi.

Reformlar, yeni bilgi ve düşüncelerle yetişmiş yeni bir bürokrat-aydın sınıfı yarattı.Yav yav eski bilgi- nin ve eski yönetici kadroların yerini alan bu yeni bilgi ve yeni bürokrat-aydınlar, yeni iletişim araçlarının hâkimiyetini de kalıcılaştırdılar. Yeni edebî türler geliştirdiler. Mevcut türleri dönüştürmeye başladılar. Yeni bir dil inşa ettiler. Burada ayrıntılarına giremeyeceğimiz denli zengin bir arka plana sahip olan bu batılılaşma sürecinde açılan okullardan yetişen yeni aydın kuşağı için pozitivizm ile eş anlamlı kullandıkları bilim her şeyin belirleyicisi olmaya başladı. ‘Terakki’ sözcüğünün ağızlardan düşmediği, ‘Terakkiyât-ı Cedide’ sözcü- ğünün efsunlu bir etkiye sahip olduğu bu dönemin aydınları nezdinde Osmanlı’nın gerileyişinin, Batı’nın üs- tünlüğünün temelinde “ulûm ve fünun” bulunmaktaydı. Hem iktidar, hem de muhalefet pozitif felsefeye göre örgütlenmiş bir toplum ve devlet tesis etmek arzusu taşıyorlardı.2

Sarayın öncülüğünde başlayan Batılılaşma politikalarının pek çok paradoksal sonucu oldu. Bunlardan birisi de, devletin Tanzimatla hızlanan merkeziyetçi politikalarını ve merkeziyetçi siyasetini tesis etmek amacıyla başlatılan reform hareketleri, yönetici seçkinler arasında fikir ayrışmaları ve çatışmalarına yol açtı. Bu eğilim ler XIX. yüzyılın ikinci yarısı itibariyle, Osmanlı toplumunun unsurları arasında ortaya çıkan yoğun siyasal ve toplumsal mücadeleleri doğurdu. Reformu başlatan seçkinler, reformlardan murad edilen sonuçları al- mak için reformların denetimini elden bırakmamayı tercih ettiler. Bunun için de, temel tercihleri reformlar doğrultusunda olsa dahi, kendilerinden başka güçlerin bu konularda müdahil olmalarını sınırlandırmaya çalıştılar. Ancak artık reformlar yeni kuşaklar halinde meyvelerini vermeye başlamıştı ve geri dönüşü olama- yan bir yola girilmişti. Bu da yeni entelektüel sınıfları ortaya çıkardı. Önce Yeni Osmanlılar3 ve sonrasında da Jön Türkler olarak bilinen aydın hareketleri, devletin kurtuluşuna ve reformlara ilişkin görüşler öne sürmeye ve açıktan devlet politikalarını, özellikle de dış politikayı eleştirmeye ve etkilemeye başladılar.4  Osmanlıda
‘sosyoloji’ de, öncelikle Jön Türkler olarak bilinen bu entelektüel kesimler arasında tanınmaya ve tanıtılmaya başladı. Osmanlı aydınlarının gündemine ilk kez girdiği bu dönemde sosyolojinin, Osmanlı Devleti’nin so- runlarından, çözüm arayışlarından ve düşünsel geleneklerinden etkilenmemesi düşünülemezdi. Nitekim de öyle oldu. Osmanlı aydınlarının bu dönemdeki ‘devletin bekası’na ilişkin problematikleri, arayışları, siyaset yapma tarzları sosyolojinin de belli özellikler kazanmasını belirledi.

Sosyoloji XIX. yüzyılda Avrupada ve özellikle de Fransada, oluşmakta olan sanayi toplumunun sorunlarını çözmek amacıyla ortaya çıkmıştı. Tom Bottomore, bu dönemde icra edilen sosyolojinin ‘ansiklopedik’, ‘ev- rimci’ ve ‘pozitif bilim olma iddiası’ndan söz ettikten sonra, “genel kapsamlı bir bilim olma iddiasına rağmen, toplumbilim özellikle onsekizinci yüzyıldaki siyasal ve ekonomik devrimlerin yarattığı toplumsal sorunlarla ilgilenmiş; her şeyin üstünde de, yeni sanayi toplumunun bilimi olmuştur der.Bu anlamda sosyolojinin, XVIII ve XIX. Yüzyılda yaşanan iki sanayi devriminin yarattığı toplumsal ve siyasal koşulların açıklanması için ortaya çıkan bir bilim olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Burada Saint Simon ve Comte ilginç figürler olarak ortaya çıkarlar. Bu anlamıyla Batıda da ilk zamanlar reformcu ve düzenleyici bir bilgi alanı olarak dü- şünülüyordu.

Sosyoloji’nin –özellikle de ilk dönemi itibariyle- Türkiyedeki durumu da bundan farklı değildir. Türkiyede de sosyoloji Batılılaşma politikalarının bir ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Aynı zamanda sosyoloji, Osmanlı literatisi için, ‘nasıl batılılaşılacağının, iktisadi kalkınmanın nasıl sağlanacağının ve modern topluma nasıl ge- çileceğinin’ yollarını öğreten, bir başka deyişle, devlete ve toplumsal güçlere ‘kurtuluş reçeteleri’ sunacak bir bilim olarak görülmüştür.

Jön Türkler, yle bir düşünsel ortam ve arayışın içine doğdular. Bu arayış ve tartışmalar, zamanla toplumsal güçleri ‘ilerleme taraftarları ve karşıtları’ şeklinde ikiye böldü. Jön Türkler Avrupa’nın üstünlüğünün temel sebebi olarak gördükleri bilime ve pozitif felsefeye duydukları inançla kendilerini inkılâpları hızlandıracak bir zümre olarak görüyorlardı. Bu aşırı özgüven, kendilerini bir toplum mühendisi ve hatta “içtimaî tabip”6 gibi görmeye doğru itti.

Şükrü Hanioğlu, ‘Bilim’ ile bir milletin kurtuluşunun nasıl mümkün olabileceği gibi bir sorunsalın, Jön Türkler tarafından iki şekilde işlendiğini belirtir: “(…) birincisi, kuşkusuz kendilerine çok uygun düşen bir fikir sistemi ile toplumun açıklanmaya çalışılmasıdır. Bu da kendilerine istekleri doğrultusunda bir çerçeve çizen ‘Sosyal Darwinismden başka bir düşünce değildir.”7  Hanioğlu, Jön Türklerin terakki fikirlerinden, bireyin toplum içerisindeki rolünü önemsemeyen pozitivizm gibi kurumlara verdikleri önemden fakat bir yandan da bireyin toplumdaki gelişmeye daha çok müdahale etmesi gerektiği yolundaki fikirlere gösterdikleri artan ilgiden bahsettikten sonra şöyle der: “Bilim ile milletin kurtuluşunun işlenmesi sırasında Jön Türklerin üzerinde dur- dukları ikinci nokta, her alana nüfuz etme yeteneğinin olduğu varsayılan ‘bilim’in, yönetim konusunda da devreye girmesi gerektiği yolunda idi.”8    İlk sorunsal için ‘Sosyal Darwinizm’in onların isteklerine elverişli bir çerçeve çizdiğini belirtir.9 Bu tespitler, aynı zamanda Jön Türklerin, ortaya çıkışından itibaren sosyolojiye neden ilgi duyduklarına da ışık tutuyor. Jön Türklük içinden çıkan iki temel siyasal hareketin (Teşebbüs-i Şahsî ve Adem-i Merkeziyet Cemiyeti ve İTC), aynı zamanda iki farklı sosyoloji geleneğiyle de (Sabahattin Bey [ilm-i iç- tima] ve Ziya Gökalp [içtimaiyat]) doğrudan alakalı olmaları bu durumun bir ifadesi olarak değerlendirilebilir.

Bu nokta, aynı zamanda, Türkiyede sosyolojinin, özellikle de ilk dönemi itibariyle belirgin bir şekilde, siyaset kurumuyla makro-sosyolojik ilgiler etrafında gerçekleştirdiği yoğun ilişkiye de işaret etmektedir.10 Tanzimat, Islahat ve Kanun-ı Esasî gibi kritik eşiklerden geçen devlet soyluları ve entelektüellerin temel kaygıları ‘dev- leti kurtarmak’, hem de ‘acilen’ kurtarmaktı. Bu kaygı, onların eski ve yeni ile olan ilişkilerini düzenleme biçi- mini de etkiledi. XIX. yüzyıl sonu itibariyle, Osmanlı bürokrat-aydınlarının düşüncelerinde karşımıza çıkan eklektisizmin, ikiliklerin, çelişkilerin ve yüzeyselliklerin arkasında işte bu temel kaygı yatmaktaydı.11 Mardin bu kuşaklardan özellikle aciliyet duygusunun baskısı altında olan Jön Türklerin tarihsiz ve felsefesiz bir düşün- me formunu kurumlaştırdığını iddia eder.

Osmanlı toplumunda sosyoloji çalışmalarıyla ilk ilişki kuranların, sosyolojiyi ilk kez gündeme getirenlerin
‘devleti acilen kurtarma’ kaygısıyla hareket eden Jön Türkler arasından çıkması, aynı zamanda, sosyolojinin
öncelikli ilgilerinin bir devlet reformu fikrine sıkı bir biçimde bağlanmasına yol açtı. Sosyolojinin Osmanlıda-
ki bu ilk yıllarında sosyologların toplumsal dünyayla ilişkisi, teorik ve ampirik ilgileri de büyük ölçüde bu
bağlam içinde şekillendi. Devletin kurtuluşu için üretilmiş reçeteler bağlamında toplumun da dönüştürülmesi
hedefleniyordu. ylece toplumsal mühendislik ve içtimai tabip alışkanlıkları kurumsallaştırılmış ve sosyo-
lojik bilgi araçsallaştırılmıştır. Cumhuriyet döneminde de devam eden bu alışkanlıkla, devlet reformu ihti-
yaçlarından bağımsız olarak toplumun niteliği, özellikleri, pratikleri, deneyimleri uzun bir dönem boyunca
önemsenmemiştir. Doktor-hasta ilişkisi bağlamında da sosyal bilim, gerek devlet ve gerekse de toplumsal
güçler ve yapılar ‘onları hasta bırakan özelliklerinden kurtarılma’ çabasıyla icra edilmiştir.

Osmanlı Devleti’nin kurtuluşunu Batılılaşma politikalarında gören, pozitivist felsefe ve sosyoloji aracılığıyla Batı toplumlarının seviyesine ulaşılabileceğini iddia eden Osmanlı entelektüelleri sanayi toplumları için önerilen
‘ilerleme ve düzen’ reçetelerini Osmanlıcaya aktarma yoluna gittiler. Osmanlı entelektüelleri, özellikle de belli bir siyaset önerisinde bulunanları, kendi düşünsel geleneklerine uyumlu fakat daha çok da siyasal hedeflerini bilimin sağladığı meşruiyet çerçevesinde savunmalarına imkân tanıyacak tarzda, Batılı düşünürlerin eser ve fikirlerini Osmanlı dünyasına tanıttılar. Onların kavram ve kuramlarını Osmanlı ülkesinin koşullarını dikkate alacak şekilde serbest bir tercümesini yaptılar. Başka bir deyişle, Batılı sosyal bilimcilerin teorilerini Osmanlı Devleti’nin koşullarına uyarladılar. Bu da, ilk dönemlerde sosyolojinin bir diğer niteliğinin şekillenmesine yol açmıştır: Aktarmacılığın bilinçli bir biçimde icrası. Gökalp’in gerek Osmanlıda ve gerekse de Türkiye Cum- huriyeti’ndeki yaygın ve kalıcı etkisini de, onun siyasal iktidarda bulunan grubun içerisinde yer almasında değil de, bu adaptasyon sürecine yaptığı müdahalede aramak daha açıklayıcı olacaktır.12

Sosyolojinin Osmanlıdaki ‘akademi öncesi’ tarihi Ahmet Şuayp, Ahmet Rıza, Suphi Ethem, Mustafa Suphi, Bedii Nuri, Satı el-Husri gibi isimlerin Ulum-u İktisadiye ve İçtimaiye Mecmuası ve Servet-i Fünun gibi dergiler- de kaleme aldıkları makaleler, telif veya tercüme kitaplar ile başlar. Le Play ve takipçilerinin düşüncelerini benimseyen Sabahattin Bey, Türkiyede sosyolojiyle ilgilenme biçimini ve farklılaşmasını sağlamıştır. Sosyo-

9          Konunun ayrıntılı tartışması için bkz. Attila Doğan, Osmanlı Aydınları ve Sosyal Darwinizm, İstanbul: Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2006.
10        Bilim ile siyaseti birbirinden ayrıştırğı ve siyasetten ziyade bilimsel çalışmalara kendisini hasrettiği övgülerine mazhar nan
Sabahattin Beyin siyasetle uğraşmadığı dönemlerde sosyolojiyle de uğraşmamış olması, bağlanmayı tercih ettiği LePlayin sosyolojik dü-
şünce geleneğinin ona aynı zamanda temel siyasal tercihlerini bilimsel bir zeminde savunabilme ve dolayısıyla da mruiyetini sağlaya-
bilme imkâvermesi ve Türkiyede siyasal çömün bir anlamda tesis edildiği Cumhuriyetin kurulu sonranda ise sosyolojik herhan-
gi bir çalışma içerisinde olmayışı bu noktada açıklayıcı bir örnek olarak önümüzde durmaktadır. Ayşekilde, Gökalpin Cumhuriyetin
kurulu sonranda meşhur hars-medeniyet kuramını, tehzib şeklinde adlanrğı yeni bir kavramla yeni koşullara uyarlama çabada
manidarr. Gökalpin Durkheim sosyoloji geleneğiyle kurduğu ilkiyi siyasal düşünceler bağlanda değerlendiren değerli bir çalışma
için bkz. Taha Parla, Ziya Gökalp, Kemalizm ve Türkiyede Korporatizm, Füsun Üstel ve Sabir Yücesoy (yay. haz.), 5. bs., İstanbul: İletişim
Yay., 2006.
11        Bu acilciliğin ve siyasetle ilkili olmanın aynlarımızın düşünceleri üzerindeki etkisine bir örnek olarak Şerif Mardinin Sabahattin
Beyle ilgili yaptığı şu tespit oldukça açıklayıcıdır: Kısaca Sabahattin Beyin trajedisi sosyoloji tekniklerini bir siyasi program olarak gös-
termek zorunda bırakılmış olmasıdır.Bkz. Şerif Mardin, Jön Türklerin Siyasi Fikirleri, s. 217.
12        Taha Parla, Gökalpin bu etkisini ‘korporatizmbağlanda yetkin bir şekilde değerlendirmektedir. Bkz. Taha Parla, Ziya Gökalp,
Kemalizm ve Türkiyede Koporatizm.

lojinin Türkiyedeki akademik meşruiyeti ve kurumlaşması ise, 1910lardan itibaren sosyolojiyle ilgilenmeye başlayan ve Durkheim sosyoloji anlayışını kendisine rehber edinen Ziya Gökalp’in 1914 yılında sosyolojiyi Darülfünun ders programlarına dâhil etmesiyle başlar. Gökalp’in Durkheim okumasının sorunları bu yazının kapsamı dışındadır. Gökalp’in etkisi, kısa zamanda yalnızca İçtimaiyat Kürsüsü’nde değil, Darülfünun’un başka birçok disiplininde de kendisini göstermiştir. Yeni Türkiye için formüle ettiği toplumsal örgütlenme, ön- celik ve ihtiyaçlar çerçevesinde edebiyat tarihinden ilahiyata, iktisattan pedagojiye pek çok disiplinin işbirliği içinde gelişmesini sağlamaya çalışır. Buradaki temel etken Gökalp’in ulus-devlet milliyetçiliğine olan koyu bağlılığıdır. 1915’te İçtimaiyat Darül-Mesaisi’ni kurar, 1917de İçtimaiyat Mecmuası’nı çıkarır. I. Dünya Sava- şı’nın bitiminde İstanbul’un işgal edilmesi ve Gökalp’in, diğer pek çok İttihatçı gibi Maltaya sürgüne gönde- rilmesiyle birlikte Darulfünundaki sosyoloji eğitimi de sekteye uğrar. Cumhuriyet’in kurulması sonrasında ise gerek Mehmet İzzet’in genç yaşta vefatı nedeniyle kısa süren faaliyetleri, gerekse Necmeddin Sadak’ın çalışmaları sosyolojiyi Gökalp dönemindeki etkisine ve yaygınlığına kavuşturmak için yeterli olmamıştır.

1928de kurulan Türk Felsefe Cemiyeti bünyesinde de sosyoloji çalışmaları yapılmıştır (cemiyet, Felsefe ve İç- timaiyat Mecmuası isimli bir de yayın organına sahipti). Lütfi Erişçi; 1933den itibaren Hukuk Fakültesi birinci sınıf müfredatına dâhil edilen sosyoloji dersini veren –1933 Üniversite Reformu çerçevesinde Hukuk Fakül- tesi bünyesinde kurulan ve sonrasında İÜ İktisat Fakültesi’nin de çekirdeğini teşkil eden İktisat ve İçtimaiyat Enstitüsü öğretim üyelerinden- Alman akademisyen Gerhard Kessler ’in ve yayınladığı Muasır Avrupa İçtima- iyatı (1933) isimli çalışmasında Amerikan sosyolojisini benimsediğini belirten Ankara Gazi Terbiye Enstitüsü muallimlerinden M. Saffet‘in düşüncelerini Türkiyedeki Durkheimci sosyoloji geleneğinin dışında yeni te- mayüller’ olarak niteliyor.13

Bu süreçte İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi (İÜEF) Sosyoloji Kürsüsü, Gökalp sonrasında, Hilmi Ziya Ülken’in öncülüğünde 1940larla birlikte ‘ikinci’ kuruluşunu yaşıyordu. Hilmi Ziya Ülken derin entelektüel kişiliği ve zengin akademik ilgisiyle sosyoloji bölümünün kurumsallaştırılmasında öncü bir rol üstlendi. Ül- ken sosyolojinin yanında mesleki olarak mantık, felsefe, ahlâk, sanat gibi alanlarda da birçok kıymetli eser üretti. Batı dünyasındaki düşünsel gelişmeleri çok yakından takip ediyordu ve Türk akademi çevrelerini yeni düşünsel gelişmeler konusunda hızlı bir şekilde bilgilendiriyordu. Kurucusu ve yöneticisi olduğu İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Dergisi’nde bu türden pek çok araştırma metni, makale vs. yer al- maktaydı. Ülken aktif bir sosyolog olarak uluslararası sosyoloji topluluklarıyla da etkin bağlar kurdu. Onun öncülüğünde İstanbul Üniversitesi ve Türkiye uluslararası sosyoloji kongrelerine ve farklı alanlardan birçok toplantıya ev sahipliği yaptı. Onun başkanlık yaptığı yıllarda İstanbula birçok önemli sosyolog gelerek ders- ler, konferanslar ve seminerler verdiler.

Türkiyede sosyolojik düşüncenin farklılaşma ve çeşitlenme ihtimali doğuran bir diğer kritik dönem, Ankara Üniversitesi Dil-Tarih Coğrafya Fakültesi’nde başkanlığını Fransız akademisyen Olivier Lacombe’un yaptığı Felsefe Enstitüsü bünyesinde, 1939da Doç. Behice Boran’ın başkanlığında kurulan ve Niyazi Berkes, Pertev Naili Boratav ve Mediha Berkes gibi farklı disiplinlerden akademisyenlerin görev aldıkları sosyoloji kürsüsü ile yaşanır.14  Bu kürsüyle birlikte, Türkiyede –daha önceki tarihlerde cılız da olsa varlığıyla karşılaştığımız- sosyolojik araştırmaların ampirik olarak delillendirilmesi temel bir yaklaşım olarak kurumsallaşma eğilimine girdi. II. Dünya Savaşı sonrasında dünyada meydana gelen siyasal gelişmeler (San Francisco düzeni ve Soğuk Savaş), bu gelişmelere ayak uydurmak isteyen Türkiye Cumhuriyeti’nin dönüşümleri ve özellikle de dönemin iktidar partisi CHP içerisindeki kırılmalar neticesinde, Boran başta olmak üzere kürsünün kurucu akademik kadrosunun 1948 Tasfiye hareketiyle birlikte dramatik ve utanç verici bir şekilde üniversiteden kopartılmaları Türkiye sosyal bilimleri açısından önemli sonuçlar doğurmuştur.

Yaşadıkları yıpratıcı tasfiye sürecine rağmen Muzaffer Şerif ABDde, Berkes Kanadada ve Pertev Naili Fran- sada yapmış oldukları çalışmalar ile gerek Türkiye ve gerekse de uluslararası sosyal bilim alanında etkinlik- lerini artırarak sürdürdüler.

1960 sonrasında hem akademik kurum ve akademisyen sayılarındaki artış hem de Türkiye’nin sanayileş- me ve planlı ekonomi dönemine geçişi ile birlikte değişik alanlarda sosyolojik çözümlemelere sosyal siyaset bağlamında olan ihtiyaç artmaya başladı. Bu tarihten itibaren sosyal yapı tartışmalarının hızlı biçimde arttığı görülmektedir. Aynı süreçte tarihle yeniden yüzleşme olarak da nitelendirilebilecek tarih tezleri tartışmaları da alevlenmiş ve bu tartışmalar birbiriyle bağlantılı özellikler göstermeye başlamıştır.

Hilmi Ziya 27 Mayıs sonrasında İÜEF Sosyoloji Bölümü’ndeki görevinden alınmasıyla, daha sonra geri dö- nüşüne izin verilmesine karşın, akademik faaliyetlerini –daha önce yarı-zamanlı olarak ders verdiği- Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi bünyesinde sürdürmeyi tercih etti. Bu dönemden sonra İÜEF Sosyoloji Bölümü, çalışmalarını Nureddin Şazi Kösemihal başkanlığında sürdürdü. Aynı yıllarda Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu da çalışmalarını İÜ İktisat Fakültesi’nde ve İktisat ve İçtimaiyat Enstitüsü bünyesinde yürütüyordu.

1950lerin son yıllarından itibaren ABDli uzmanların öncülüğünde ve büyük ölçüde de onların finansmanıyla kurulan Türkiye ve Orta Doğu Amme İdaresi Enstitüsü, Devlet Planlama Teşkilatı gibi araştırma kuruluşla- rı ve bürokratik kurumlar farklı bir sosyal bilim anlayışını Türkiyede canlandırmaya başladılar. Mübeccel Kıraya DPT tarafından yaptırılan Ereğli araştırması önemli bir dönüm noktasıdır.16  Bu çalışmalar Birleşmiş Milletler bünyesinde görevli olarak bir öneri rapor yazan Charles Abrams’ın teklifiyle 1956da kurulan Orta Doğu Teknik Üniversitesi ile farklı bir sosyal bilim anlayışının kurumlaşmaya başladığı görülür. Bu yıllarda, özellikle AÜDTCF sosyoloji kürsüsünün kısa süren ömrü esnasında öğrencilik yapmış –Muzaffer Şerif, Boran ve Berkes’in öğrencisi olmuş- Mübeccel Belik Kıray ise yeni kurulan Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nin sosyal bilimler programını kurmaya başlamıştı.17

Ankara Üniversitesi’ne bağlı bazı sağlık kurumlarının çekirdeğini oluşturduğu ve 1967de kurulan Hacettepe Üniversitesi’nde ise sosyoloji eğitimi üniversitenin kuruluşu öncesi 1964de başlamış ve 1980 sonrasında eser veren birçok sosyolog bu okuldan mezun olmuştur. Bu okula daha sonra Boğaziçi, Ege ve Mimar Sinan gibi üniversiteler katılmış ve sosyoloji eğitiminin çeşitlenmesi artarak sürmüştür.

1980 sonrası YÖK kanunu ile birlikte bağımsız sosyoloji bölümleri kurulmaya başlanmış ve yeni kurulan üni- versitelerle birlikte 30’u aşkın sosyoloji bölümü ortaya çıkmıştır. Bugün bu bölümlerde, birçok okulda kendi çalışma alanlarında münhasıran nitelikli çalışmalar yapan çok sayıda sosyolog akademik faaliyette bulun- maktadır. Fakat yine de, bütün bu çalışmaların henüz ampirik ve kuramsal olarak tatmin edici bir aşamaya ulaştığını söylemek zordur.

Batı-dışındaki birçok ülkeye yasla sosyolojik bilginin kurumsallaşmasında Türkiye’nin önemli bir aşama kaydettiği ylenebilir. Ama özellikle 1990 sonrası post-modern epistemolojilerle pozitivist ve tarihselci yak- laşımlar arasında yaşanan, bazı açılardan verimli olmakla birlikte geneli itibariyle verimsiz olan tartışmanın Türkiye’nin sosyal bilimler alanında yarattığı etkilerin incelenmesi gerekmektedir.  Bu sahte tartışmalar yo- luyla kurum olarak “bilim”e dönük sorgulayıcı bir söylem güç kazanmıştır. Olumlu olan Türkiye’nin pozi- tivist geçmişinin bu vesile ile tartışmaya açılmış olmasıdır. Pek çok eleştirmen bilim kurumunu pozitivist düşünce ile eşitlemiş, fakat asıl dikkat edilmesi gereken son dönemlerde bilimin epistemolojik ve tarihsel araştırmalarda kat ettiği etkileyici gelişime ise aynı oranda dikkat göstermemişlerdir. Bu nedenle 1980li ve
1990 yıllar boyunca eleştirel bir ylem inşasından öteye gitmeyen ve yaşayan toplum hakkında delillen- dirilmiş ve gerekçelendirilmiş hiçbir şey ylemeyen bir yaklaşım da gittikçe ağırlık kazanmaya başlamıştır. Özellikle bazı dergiler etrafında gelişen bu tutum, pozitivist olmayan bir ampirik ve etnografik çalışmayı dahi yayınlamaya değer görmemektedir.



Marxist, tarihselci yaklaşımlar etrafında kümelenmiştir. Büyük ölçüde II. Dünya Savaşı sonrasında oluşan yaklaşımlar etrafında gelişen bu iş bölümü Türkiye’nin sosyolojik dinamiklerini ileri düzeyde açıklayacak yetkinlikten ve birikimden mahrumdur. Bunun temel nedeni olarak birçok tez ileri sürülebilir. Fakat özellikle yaşayan, değişen, dönüşen kanlı-canlı toplumun nasıl işlediğini, tarihsel süreçlerin içinden süregelen yapıları, ilişki ağlarını, kültürel değişimlerin yörüngelerini, demografik yapıdaki farklılaşma ve değişimleri, devletin oluşum süreci ve niteliğini, kentsel büyümenin formunu ve içeriğini, kırsal alanların hangi değişim süreçle- rinden geçtiğini, kamu sağlığının sosyolojik boyutlarını, karmaşık göç hareketliliklerinin ne tür toplumsal değişimleri tetiklediğini ve ne türden yapılaşmalar ürettiğini, ve çalışma hayatının yapısını ve daha bunun gibi birçok konuyu açıklayacak birikimin sınırlı düzeyde kalmış olması sosyologların Türkiye’nin dönüşüm- leri hakkında ileri kavramlaştırma ve temsil sistemleri oluşturmalarını engellemektedir. Elbette ki hakkı tes- lim edilmesi gereken birçok sosyologun kendi araştırma alanlarında çok değerli çalışmaları mevcuttur. Fakat sosyal bilimlerin günümüzde ulaştığı seviye ile kıyaslandığında durumun pek iç açıcı olduğu söylenemez. Türkiye’nin son iki yüzyıldır yaşadığı muazzam sosyolojik dönüşümleri anlamlı bir bölümü içinde model- leyebilmiş ve ampirik olarak (niteliksel ve niceliksel modeller aracılığıyla) delillendirilmiş bir ileri araştırma etkinliğinden bahsetmek zordur.

Bu konuyu biraz daha örneklendirmek mevcut durumdaki eksikliklerin giderilip yeni araştırma programları inşa etmek için sosyologların önündeki fırsatlara da işaret etmektedir. Örneğin, siyaset sosyolojisi araştır- maları, realist, eleştirel ve düşünümsel (reflexive) ampirik kanıta ve kavramsal araştırmaya yeterince önem vermemiştir. Siyaset sosyolojisi alanındaki çalışmalar daha çok, 1980 sonrası sivil toplumcu söylem bağla- mında ve çoğunlukla “kamuoyu” kavramı etrafında örgütlenen piyasa araştırmaları mantığı içinde konum- lanmaktadır.18  Kamuoyu araştırmalarının sosyolojik metodoloji açısından yeterliliği ve geçerliliği tartışmalı bir durum iken, birçok sosyolog bu araştırmalara referansla tartışmalar inşa etmeye çalışmaktadır. Kırsal sosyoloji çalışmaları, Türkiyede kırsal farklılaşma ve dönüşümü açıklayabilmek için, en fazla, bazı kuramsal tartışmalarla cevap verebilmektedir.  Bu alanda yeterli etnografik ve ampirik birikimin olduğunu ylemek zordur. Kuramsal birikimin mevcut farklılaşmaları ne düzeyde açıklayabildiği ise belirgin değildir. Kent sos- yolojisinde bir kentin büyüme ve dönüşüm şeklinin tam bir eseri (monografik düzeyde bile) yazılamamıştır. Bazı değerli monografiler ise çoğunlukla özelleşmiş problematiklerle yazılmıştır ve bütüncül bir sosyal-eko- loji tartışması ihtiva etmez. İstanbul gibi ortalama bir batı metropolü veya ortalama bir Batı-dışı metropol ola- rak sınıflandırılamayacak ve sürekli çalışılması gereken, dünyanın önemli metropollerinden olan bir şehrin nereden nereye geldiği hakkında –az sayıda istisnai nitelikli çalışma olsa da- elimizdeki sosyolojik temsillerin sayısı çok fazla değildir.19  Bu durum diğer büyük kentler için de farklı değildir. Din sosyolojisi dinsel sosyal hareketleri, laiklik-sekülerizm sorunlarının dünyadaki diğer örnekleriyle benzerliğini ya da özgünlüğünü/ tekilliğini ve Müslüman toplumlardaki değişimleri kavramlaştırabilecek bir yetkinlikten uzaktır. Sağlıklı bir sosyal politikanın olmazsa olmazlarından olan kamu sağlığı (hıfzı sıhha) sorunlarını ayrıntılarıyla ve derinle- mesine şekilde ele alabilmiş incelemelerin sayısı fazla değildir.20  Demografi araştırmaları nüfusun karmaşık hareket dinamiklerini, niteliğini, değişimini, farklılaşmasını açıklayacak bir birikimin henüz başlarındadır. İş-çalışma sosyolojisi hâlâ emekleme aşamasındadır. Bilim sosyolojisi alanında dağınık bazı yazılar dışında sistematik bir tartışma mevcut değildir. Ekonomi-politik alanında sosyologlar tarafından yapılan ve kuram- sal ve görgül temelleri sağlam kurulmuş çalışmalar çok azdır. Neredeyse her alanda yapısal farklılaşmaların dinamik resimlerini verebilecek bir birikim yoktur denilebilir.

Çok karamsar bir tablo olarak görülecek olsa bile, yapılması gerekenin sosyal bilimlere ileri düzeylere ulaşmış bilimselliğini Türkiye ölçeğinde de yeniden kazandıracak zahmetli bir yola girilmesi gereğine olan inancımızdır. Yaşanan temsil krizinin zamanın baskısı altında aşılacağı mukadderdir. Mesele bu sürecin ne kadar uzayacağıdır. Bu konuda özellikle son yıllarda farklı alanların çehresini ve yapısını dönüştüren umut verici çalışmaların yapıldığı görülmektedir. Türkiyede sosyal bilimcilerin içinde yaşadığımız, sessizce

etrafımızda vuku bulan değişimleri anlamak ve açıklamak konusunda gittikçe artmakta olan ilgilerinin zamanla daha verimli biçimler kazanacağını ve sosyoloji düşüncesinin daha ileri bir düzeye ulaşacağını, pek çok sosyologun emekleriyle inşa ettiği eserlerden görebiliyoruz. Umudumuz bu tür emek ve zahmet mahsulü çalışmaların zamanla örnek teşkil etmesi ve bu tür araştırmaların sayısının artmasıdır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder