18 Ocak 2014 Cumartesi

SOSYALİZM

Çağımızda özellikle XX. yüzyılda etkili olmuş, bugün üzerine hâlâ çok çeşitli tartışmaların yürütüldü- ğü siyasi düşünce akımlarından biri de sosyalizmdir. “Sosyalizm” sözcüğü Fransa ve İngilterede, 1830-1840 tarihleri arasında kullanılmaya başlanmıştır. Bilinen ilk kullanımı, Fransız düşünür ve siyaset adamı Pierre Lerouxya aittir. Leroux, 1832de “sosyalizm” kavramını eşitlik ve özgürlüğün bağdaştırıldığı ideal bir toplum düzenini ifade etmek için kullanmıştır. Fransız düşünüre göre sosyalizm, mutlak bireyciliğin karşıtıdır.

Sosyalist düşünce kendisini genellikle ilk çağlardan beri süren bir mücadeleye, bir çatışmaya göre tanımlar: varlıklıya yoksulun, üretim araçlarına sahip olanla emeğinden başka bir şeyi olmayanların kavgası. Sosyalist düşünceye göre, eşitlik uğruna verilen mücadele, Eski Çağda (köle-efendi), Orta Çağda (serf-sen- yör ), Fransız Devrimi esnasında (burjuva-aristokrat)   ve sonraki dönemde (işçi/proleter-işveren/kapitalist) hep var olmuştur. Bu eşitsizlikler, siyasi düşünce alanına giderek daha belirgin bir şekilde yansımıştır. Sosya- list düşünürler, eşitsizliklerin her daim var olduğu toplumu ve dolayısıyla tarihi farklı sınıflar arasındaki çatışmalar bağlamında değerlendirmişlerdir. Nitekim XIX. yüzyılın en önemli düşünürlerinden ve sosyalist düşüncenin temel referans kaynağı olan Karl Marx (1818-1883) insanlık tarihinin, sınıf mücadeleleri tarihi olduğunu savunmuştur.

Sosyalizmin modern anlamıyla siyasi düşünce tarihinde yerini alabilmesi birbirine bağlı iki tarihi olayın gerçekleşmesiyle mümkün olmuştur. Bu olaylardan ilki Sanayi Devrimi, ikincisi ise sanayileşme sonucu or- taya çıkan “işçi sınıfı”, diğer bir yaygın kullanımıyla “proleterya”dır.

Sanayi Devrimi, XVIII. yüzyılda İngilterede başlamış, kısa bir süre içinde Kıta Avrupası’nın geneline ya- yılmıştır. Örneğin Fransada, Sanayi Devrimi’nin tamamlanması 1850lerden sonra, yani XIX. yüzyılın ikinci yarısında gerçekleşmiştir.

Sanayi devrimi sonrasında iyice güçlenen kapitalizmin ortaya çıkarttığısorunlar şu genel başlıklar altında toplanabilir:

-     Serbest rekabet, bir denge ve koşullarda eşitlik yaratmamış, servetlerin belirli ellerde toplanmasına yol açmıştı,

-     Kapitalist düzenin ortaya çıkarttığı bu tekelleşme, fazla üretime ve bunalımlara yol açmıştı,
-     Sanayileşme, işçi sınıfının durumunu düzeltmemiş, aksine daha da kötüleşmesine sebep olmuştu. Sosyalistler genel olarak işte bu sorunlara çareler aramaktaydı. Nihai amaçları eşitsizliği tamamen orta-
dan kaldırmaktı. Bunlar arasında bir kesim tıpkı Aydınlanmacı düşünürler gibi insanların çektiği ıstırap
ve sefaletin, uğradıkları haksızlıkların, önerecekleri çarelerle son bulacağını savunmaktaydı. Bu düşünürlere
göre, o ana kadar bu haksızlıklara bir çare bulunamayışının nedeni, eşitliği sağlayacak fikirlerin daha önceki
dönemlerde bilinmemesinden kaynaklanmaktaydı. Düşünce ile madde arasındaki ilişkinin yarattığı temel
çelişkiyi, düşünceyi ön plana çıkartarak çözme eğilimindeki bu düşünürlere, siyasal düşünceler tarihinde “ütopyacı sosyalistler” adı verilmektedir.


 Ütopyacı Sosyalizm

Fransız Devrimi sonrasında ortaya çıkan ütopik sosyalizmin en önemli temsilcilerinden biri Saint-Simon (1760-1825)dur. Pozitivizmin habercisi sayılan bu aristokrat düşünür her şeyden önce bilime ve ilerlemeye inanır. Spekülatif tartışmaların yerini pozitif fikirlerin, ilahi esaslara dayanan ahlak ve siyasetin yerini akla dayanan ahlakın ve endüstriye dayanan politikanın alması gerektiğini savunur.

Auguste Comte’un en önemli ilham kaynaklarından olan ve bir anlamda hocası sayılan Saint-Simona göre, çalışan sınıf ana sınıftır. Toplumu besleyen, ayakta tutan kesim de bu sınıftır. Siyasetin bir üretim bilimi olduğunu savunan bu düşünüre göre devleti sadece işçi sınıfı değil, tüm üreticiler yönetmelidir. Fransızcaya “industriel yani “sanayici” sözcüğünü kazandıran Saint-Simona göre, toplumun maddi gücünü sanayiciler, manevi gücünü ise bilim adamları sağlayacaktır. “Sanayici”, toplumun genel olarak ihtiyaçlarını veya maddi zevklerini karşılayacak bir veya birçok maddi vasıtayı üretmeye ve üretilen bu malları fertlere ulaştırmaya ça- lışan kişidir. Sanayileşmekte olan bir toplumda (örneğin XIX. yüzyılın başlarında Fransız toplumunda) temel çelişki, Saint-Simona göre, üretime her ne şekilde olursa olsun katılanlarla, katılmayanlar arasındadır.

Bu düşüncenin bir parçası olarak, toplum için hayati olan meslekler üretime yönelik olanlardır. Bu neden- le bir toplum en iyi kimyagerlerini, mimarlarını veya ustalarını kaybederse, ülkenin ihtiyaçlarını karşılayan bu üreticilerin yerini doldurmak çok zor olacağından en azından bir kuşağın büyük sıkıntılar yaşaması kaçı- nılmazdır. Buna karşılık, saray efradının, subayların, bankacıların, din adamlarının veya mülk sahiplerinin önde gelenlerinin yitirilmesi, toplumda büyük üzüntülere yol açsa da devletin gerçek yapısında bir değişikli- ğe yol açmayacağı için ikincil derecede önem arz etmektedir.

Saint-Simon, iktisadi alt yapının önemine vurgu yapmış, iktisadi ve siyasi liberalizm ile demokrasiyi amansızca eleştirmiştir. Devletin, insanların yönetimiyle ilgilenmeyi bırakması ve sadece malların idaresiyle ilgilenmesi gerektiğini ileri sürmüştür. Ona göre yönetimde sadece uzmanlar görev almalıdır: mühendisler, mimarlar, teknisyenler, iktisatçılar... Saint-Simon’un önerdiği bu yönetim tarzına bugün “teknokrasi” adı ve- rilmektedir. Bu yönetim anlayışına göre; sanayi, ekonomi ve devlet, politikacılar değil, uzmanlar, teknisyenler ve uygulayımcılar tarafından yönetilmelidir.

Kısaca ifade etmek gerekirse, Saint-Simon eşitliğe inanmayan düşünürler arasında yer alır, hiyerarşiyi ve aydınların üstünlüğünü savunur.

Bilimsel Sosyalizm


sosyalizme göre bilim, ancak doğadan hareket ettiği zaman gerçek bilimdir. Tarih ise, doğa tarihinin insanla ilgili parçasından ibarettir. Dünyayı değiştirmek, dünyanın ne yönde değişmekte olduğunu bilmekle ve bu bilgiyi kullanarak değişikliği hızlandırmakla mümkündür.

Bilimsel sosyalizmin veya diğer adıyla Marksizm’in kurucuları, Komünist Manifesto (1848) adlı eserin yazarları olan Karl Marx (1818-1883) ve Friedrich Engels (1820-1895)dir. Engels Marksist öğretiye önemli kat- kılarda bulunsa da ön plana çıkan, öğretiye adını veren ve bilimsel sosyalizm denilen sentezi ortaya çıkarak düşünür Marx’tır.

Söz konusu sentez üç yaklaşımdan beslenir:  1) Hegel’in diyalektik tarih felsefesi, 2) Klasik ekonomi politikası olarak adlandırılan İngiliz iktisat öğretisi ve 3) Fransız sosyalizmi.

Marksizm’in her şeyden önce, elleri üzerinde yürüyen Hegel’in diyalektiğini ayakları üzerine oturttuğu söylenir. Hegel, diyalektiği idealist bir düşünce için kullanıyordu. Onun salt idealizmi siyaset alanında tutucu sonuçlara varıyordu. Oysa Herakleitos’tan esinlenen diyalektik yöntem, özü itibariyle hareket ve mücadele üzerine kurulmuş, çelişkilerin ve zıtlıkların mücadelesine dayanmaktaydı.

Gençliğinde Hegelci olan Marx, diyalektiği maddeye daha doğrusu materyalizme uyarlamıştır. Mad- decilik nedir? Kısaca tekrarlamak gerekirse, “ruh” ile “madde”, “düşünce” ile “varlık” arasında belirli bir ilişki vardır. Materyalistlere göre, ilk ve esas olan maddedir. Evreni ve maddeyi yaratan ruh değildir; tersine ruhu yaratan maddedir, yani evrendir, doğadır. Kısacası ruh, maddenin yüksek bir ürününden başka bir şey değildir. Maddenin var olma biçimi harekettir, diğer bir deyişe devinmedir. Hiçbir yerde hiçbir zaman hare- ketsiz bir maddeye rastlamak mümkün değildir. Marksistlere göre, burada söz konusu olan mekanik bir hare- ket değil, diyalektik bir harekettir. Her değişme karşıt güçlerin çatışmasından doğar. Eğer bir şey değişiyorsa, bunun nedeni kendi karşıtını içinde barındırıyor olmasıdır.  Diyalektik kısaca, çelişkilerin bilimidir. Diyalek- tik düşünceye göre, her değişim iki süreç içinde gerçekleşir: Önce nicel (kantitatif) bir değişim söz konusudur; bu daha sonra nitel (kalitatif) değişime dönüşür. Daha açık bir ifadeyle ylemek gerekirse, nicel değişim belli bir noktadan sonra nitel bir değişimle sonuçlanır.

Marksizme göre, diyalektik yöntemi maddeye uygulayarak doğayı ve toplumu yöneten yasalar öğreni- lebilir ve bu yasalardan hareketle – doğa gibi – toplum da değiştirilebilir. Marksizme göre insanlık tarihi, bir yandan insanın doğayla öte yandan insanının insanla mücadelesinden ibarettir. Daha doğru bir deyişle tarih, sınıf mücadelelerinin tarihidir. Bu açıklamalardan hareketle Marksizm’in hem determinist (gerekirci) hem de volontarist (iradeci) bir düşünce olduğunu söyleyebiliriz.

Marksizm gerekircilik düşüncesini İngiliz iktisat öğretisinden ödünç almıştır. Adam Smith ve David Ri- cardo gibi İngiliz iktisatçılara göre zenginliğin üretimi sırasında insanlar (işçi, patron, ylü, zanaatkârlar vs.) arasında kendi iradeleri dışında belirlenen ilişkiler doğar. Bunlar, insanların kendi iradeleriyle değiştireme- yecekleri zorunlu ilişkilerdir, yani üretim ilişkilerinin yarattığı sınıflar arası ilişkilerdir. Marksizm’in temel kavramlarında olan “sınıf” ve “sınıf çatışması”nın kaynağı ise Fransız sosyalizmine dayanır.

Felsefe, iktisat ve sosyoloji alanlarının üçünü de kapsayan Kapital (1867) adlı çok önemli bir eser ortaya koyan Marx, geliştirdiği “artı değer” kuramıyla iktisat bilimine önemli bir katkıda bulunmuştur. Özetle “artı değer”, işçinin ücret olarak aldığından daha fazla değer yaratması ve aradaki farkın da işverene gitmesidir. Marxa göre proletarya ile burjuvazi arasındaki bu sömürü ilişkisi, proletaryanın mutlak fakirleşmesine yol açmaktadır.

Anlaşılacağı gibi, bilimsel sosyalizm ne sadece bir iktisat öğretisi, ne de yalnızca bir siyaset öğretisidir. Sözcüğün en geniş anlamıyla bu felsefe, bir dünya görüşüdür (Weltanschauung). Bu anlamda Marksist dü- şünce, dünyayı sadece açıklamayı değil değiştirmeyi de amaçlayan bir felsefedir.

Bilimsel sosyalizmin siyasete bakışını açıklamak için öncelikle Marksist sosyolojiden ve tarihi maddeci-
likten bahsetmek gerekir. Tarihi maddecilik”, maddeci diyalektik yöntemin toplumların tarihine uygulan-


yön veren sosyal durumlarıdır, yani maddi koşullardır.

İnsanın bilincini öncelikle belirleyen şey, onun varlığını etkileyen ihtiyaçlarını karşılayan üretimdir. Üre- timi belirleyen en nesnel öğe ise üretim tekniğidir. Üretim tekniği, insanın eseridir fakat insanın denetleye- meyeceği sonuçlar doğurmaktadır. Üretim tekniği, üretim biçimini belirler. Üretim biçimi ise sosyal yapıyı doğurur.

Üretim ilişkilerinin bütünü, toplumun iktisadi yapısını yani alt yapı meydana getirir. Bilimsel sosyaliz- me göre hukuki ve siyasi kurumlar üst yapıyı meydana getirir ve alt yapı tarafından belirlenir. Bu tek yönlü bir belirlenme değildir; üst yapının da alt yapıyı etkilediği durumlar vardır, ancak son tahlilde belirleyici öğe alt yapıdır.

Marxa göre üretim tekniği geliştikçe, üretim ilişkileri ve üst yapı kurumları da değişmektedir. İlkel sı- nıfsız toplum, köleci toplum, feodal toplum ve kapitalist toplumun her biri değişik üretim ilişkilerini yansıt- maktadır. Aynı zamanda bu toplumların hepsi ayrı üst yapı kurumlarına sahiptirler. Siteden imparatorluğa, mutlak monarşiden temsili monarşiye geçiş, rastlantıların veya insan düşüncesinin evriminin bir sonucu de- ğildir. Bu siyasi değişimlerin temel nedeni kol değirmeninden yel değirmenine, oradan da buharlı makineye geçişin bir neticesidir. Yani tüm bu değişimlerin temel etkeni, üretim tekniğindeki gelişmelerdir. İlkel sınıfsız toplumdan başlayıp sırasıyla köleci, feodal ve kapitalist toplumdan geçerek sosyalizme varacak tarihsel sü- reçte, değişimin temel nedeni maddi alanda süre giden değişimlerdir.

Marxa göre kapitalist toplumda üretim araçları gittikçe tekelleşecek, yani belirli ellerde toplanacaktır. Bu durumda çelişkiler ve sefalet giderek artacak ve sonuçta kapitalizm, proletarya tarafından ortadan kaldırıla- caktır. İlkel sınıfsız toplum, köleci toplum, feodal toplum ve kapitalist toplumdan sonra üretim biçim olarak sosyalizm gelecektir. Diyalektik bir süreç neticesinde kapitalist toplum kendi karşıtına dönüşecek (kapitalist toplumdan sosyalist toplum doğacak) ve böylece sınıfsız topluma geçilecektir. Fakat bunun için öncelikli olarak sınıflı toplumun üst yapı kurumlarının ortadan kalkması şarttır. Bu geçiş, siyasi bir mücadeleyi de ge- rekli kılmaktadır. Marksizme göre, siyasi mücadelenin odaklandığı nokta ise devlettir.

Bilimsel sosyalizme göre devlet, toplumun tarihi gelişimi içinde belirli bir dönemin ürünüdür. Bu anlam- da devlet, ne toplum dışı, ne de toplum üstü bir kurumdur. Devleti önemli kılan şey ise toplumun sınıflara bölünmüş olmasıdır. Engelse göre “çelişik ekonomik çıkarları olan sınıfların birbirini yememeleri ve kısır bir çatışma sonucu toplumun parçalanmaması için görünüşte bu çatışmaların üstünde olan, bu çatışmaları önle- yecek bir güce ihtiy vardır. İşte toplumdan doğan fakat ondan üstün bir duruma geçen ve gittikçe toplum- dan uzaklaşan bu güç devlettir”.

Yukarıdaki alıntıda da görüldüğü gibi devlet, bilimsel sosyalizme göre sosyal mücadeleyi yavaşlatan, ona engel olan, iktidardaki sınıfın (yani ekonomik bakımdan üstün durumda olan ve üretim araçlarına sahip olan sınıfın) baskı aracıdır. Marx devletin temelde bir baskı aracı olduğunu belirtmekle beraber bazı durum- larda sınıflar arası güç dengesinin bulunduğu dönemlerde devletin hakem durumuna geçebileceğini de kabul eder. Buna örnek olarak burjuvazinin yükseldiği, aristokrasinin ise gerilediği XVIII. yüzyıl mutlak monarşi- lerini gösterir.

Marxa göre burjuva demokrasisi tarihi bakımdan gerekli, mutlak monarşiye yasla daha ileri bir aşamadır. Burjuva demokrasisi sosyalizme geçebilmek için önemli bir uğraktır.




Anarşizm

Anarşizm, ütopyacı sosyalizmin bir türü olarak değerlendirilebilir. Bilimsel sosyalizmden de beslenen anarşizme göre devlet, egemen sınıfın çıkarlarını korumanın dışında bir işlevi olmayan – gereksiz – bir ku- rumdur. Özgürlüğü ve eşitliği sağlayabilmek için işe, devleti ortadan kaldırmakla başlanmalıdır. Devletle birlikte “baskıcı” her türlü kurum da ortadan kaldırılmalıdır.


(1840) ve Sefaletin Felsefesi (1846) adlı iki önemli eseri olan bu Fransız düşünür, aslında ütopyacı bir sosya- listtir. Özellikle, “Mülkiyet hırsızlıktır!” sözüyle tanınır. Düşünceleri, “Özgürlük, her zaman özgürlük, sa- dece özgürlük, hükümetçiliğe hayır!”  sözleriyle özetlenebilir. Proudhon, “anarşizm” sözcüğünü etimolojik anlamıyla kullanır. Bu anlamıyla anarşi, “hükümetsizlik” demektir. Proudhon, ister kutsal hukuka dayalı bir monarşi, ister jakoben bir diktatörlük olsun, otoritenin her türlüsünü reddeder. Ona göre, sınıflar arası çatışmanın baş sorumlusu devlettir.

Proudhon Fransada yaşadığı İkinci İmparatorluk Dönemi’nde (1851-1870) anarşist fikirlerinin çoğunun gerçekleşemeyeceğini gördüğü için federatif ilkeleri savunmaya önem vermiştir. Mülkiyet hırsızlıktır diyen, devlet otoritesine karşı çıkan Proudhona göre halkı vesayetten kurtarmak, barışı ve özgürlüğü sağlamak, Avrupada devrim fikrini geliştirmek için tek yol Fransa on iki bölgeye ayırmak ve Paris’i ortadan kaldır- maktır.

Proudhona göre demokrasi, gizli bir aristokrasidir. Çünkü tecrübeyle anlaşılmıştır ki burjuvazi halkı temsil etmez ve bu sınıfın çıkarları halkın genelinin çıkarlarına terstir. Servetlerin eşitsizliği ve egemenliğin vekâlet yoluyla devri demokrasilerde de sürmektedir. Fransız tarihçi ve devlet adamı Louis Adolphe Thiers (1797-1877)’in meşhur “Kral hüküm sürer fakat yönetmez” sözünü Proudhon, “Halk hüküm sürer fakat yö- netmez” şeklinde uyarlar ve demokrasiye sert eleştiriler yöneltir.

Proudhona göre siyasi düzen, birbiriyle çelişen iki temel ilkeye dayanır: otorite ve özgürlük. Her toplum türünde geçerli olan bu iki ilke, kendi aralarında sav halindendirler. Ayrıca bu iki ilkeden biri olmadan diğerinin anlamı yoktur. En otoriter toplumlarda bile az da olsa özgürlük; en özgür toplumlarda az da olsa otorite bulunur. Anayasaların görevi, otoriteyle özgürlük arasında dengeyi bulmaktır.

Rejimler genel olarak ikiye ayrılabilir: 1) Otoriter rejimler, 2) Özgürlükçü rejimler. Fakat Proudhona göre, birey-toplum ilişkisi dört biçimde kurulur ve her rejim için ikişer olmak üzere dört yönetim şeklinden söz edilebilir. Bu ayrıma göre otoriter rejimler, iki tür yönetim biçimine yol açar:

1. Herkesin, bir kişi tarafından yönetildiği monarşi veya patriarka,

2. Herkesin, herkes tarafından yönetildiği panarşi veya komünizm. Bu iki yönetim biçiminin ortak özelliği iktidarın bölünmez oluşudur.
İnsanlığın gelişmesi sonucu otoritenin günden güne zayıfladığını ileri süren Proudhon, özgürlükçü re-jimleri de ikiye ayırır:

1. Herkesin, her bir birey tarafından yönetildiği demokrasi,

2. Her bireyin, kendi kendini yönettiği anarşi veya self-government.

Bu son iki yönetim biçiminin temel özelliği ise iktidarın bölünürlüğüdür.





1 yorum: