17 Ocak 2014 Cuma

Toplumsal Tabakalaşma

Toplumsal Tabakalaşma

Sosyolojiye jeolojiden geçen bir kavram olan tabakalaşma (toplumsal tabakalaşma), toplumun katmanlar ya da tabakalar halinde bölünmüşlüğüne işaret eden sosyolojik bir kavramdır. Toplumsal tabakalaşmadan söz ettiğimizde, toplumda bireylerin icra ettikleri belli meslekler arasında bir eşitsizliğin bulunduğunu ifade ediyoruzdur. Eşitsizlik bütün insan toplumlarda karşılaşılan bir durumdur. Servet ve güç arasındaki farklılıkların neredeyse hiç olmadığı en yalın kültürlerde, toplumlarda bile erkekler ile kadınlar, yaşlılar ile gençler arasında bir eşitsizlik, toplumsal değer ve prestij açısından belli bir derecelendirme/mertebelen- dirme görülebilir: Avcılıkta diğerlerinden daha yetenekli, daha başarılı, daha becerili olmak ya da ataların ruhlarına erişimde diğerlerinden daha özel bir özelliğe sahip olmak gibi...

Toplumdaki bazı bireylerin ya da grupların diğerlerinden daha fazla güç ve servete sahip olmalarının sebebi nedir? Günümüz toplumlarında bu eşitsizliğin boyutları nedir? Zenginlik ve güç skalasında daha alt basamaklarda yer alan birisinin daha üst basamaklara tırmanma olasılığı var mıdır? Günümüzün refah
toplumlarında yoksulluk neden bu kadar yaygın ve kalıcı bir özellik göstermektedir? Sosyoloji işte bütün bu eşitsizlikleri tasvir etmek için ‘toplumsal tabakalaşma’ kavramını kullanır. Toplumsal tabakalaşmadan söz edildiğinde, başlangıçta, ‘farklı insan gruplaşmaları arasındaki yapılaşmış eşitsizlikler’in kast edildiğini ifa- de etmek gerekir.

Toplumdaki statülerin düzenlenişi; bir yönüyle aralarında ciddi farkların bulunduğu statülerin birbi- rinden ayrışmasını, diğer bir yönüyle de benzer ya da birbirine yakın prestije ve saygınlığa sahip statülerin birleştirilerek, bir araya toplanarak sıralanması gerçeğini içermektedir. “Statülere belirgin toplumsal roller
–hak ve sorumluluk dizileri- bağlayarak onları birbirinden ayırma sürecine toplumsal ayrışma adı verilmek- tedir. Statüler birbirlerinden  ayrılınca karşılaştırılabilmekte ve bu karşılaştırmada sıklıkla sıralama yoluna gidilmektedir. (...) Ayrışmış ve sıralanmış olan statülerden benzer olanları bir araya toplayarak bir düzeyler hiyerarşisi içinde düzenleme sürecine toplumsal katlaşma (tabakalaşma) denir. Toplumsal sıralama ve katlaş- ma toplumsal değerlerle yakından ilgilidir. Çünkü benzerlik ve ayrılıklar çok kez statülerin toplumsal de- ğerlendirilmesine, nitelenmesine göre saptanır.”1

Toplumsal tabakalaşma konusuna ilişkin genel bir teori kurmaya çalışan başlıca iki girişimden söz edile-
bilir: Marx ve işlevselciler (fonksiyonalistler ).

Marx’ın teorisi, gerek kendi döneminde ve gerekse de günümüzde  toplumsal ve siyasal çelişkileri analiz etmek noktasında büyük önem taşımaktadır. Marx, sınıfların gelişimi ile ve toplumsal sınıfların toplumsal
ve siyasal değişikliklerin oluşumundaki rolleri üzerine yoğunlaşmıştır. Burjuvazinin oluşumu, kapitalizmin ortaya çıkışı, proleteryanın kapitalist toplum içinde bir sınıf olarak formasyonu ve gelişmesi ile ilgili sorun- lar üzerine yazmıştır. Marxist teorinin ana çizgileri –teorinin bu kısmı Marx ya da sonraki dönemin Marxist düşünürleri tarafından sistematik bir biçimde formüle edilmemişse de2- bellidir ve herkesçe de bilinmekte- dir. Çağdaş sanayi toplumlarında fabrikalar, bürolar, makineler ve bunları satın almak için gereken servet
ya da sermaye daha önemli bir hal alır. Burada iki ana sınıf ortaya çıkar: Yeni üretim araçlarına  sahip olan sanayiciler ya da kapitalistler ve yaşamlarını onlara emek güçlerini satarak kazanan işçi sınıfı ya da proleterya.

Marxa göre, bu iki sınıf arasındaki ilişkiler sömürüye dayanan bir ilişkidir. Feodal toplumlarda sömürü, çoğunlukla, artı ürünün köylülerden (serflerden) aristokrasiye doğru aktarılması biçiminde oluyordu. Çağdaş kapitalist toplumlarda ise sömürünün kaynağı ve biçimi daha kapalı bir görünüme sahiptir. Kapitalistlerin kendi kullanımları için el koydukları artı ürün karın kaynağı olarak ortaya çıkar. Sanayinin gelişimi, fabrika üretiminin artışı vs. ile kapitalizm öncesi toplumlarla mukayese edildiğinde muazzam bir zenginlik oluşmuştur. Ancak işçiler, bu zenginliğin çok azına erişebilmektedir. 


Toplumsal farklılaşmanın iki temel sınıf olarak burjuvazi ve proleteryanın yanı sıra birbiriyle çelişik çı- karlara sahip başka bir çok grup –kimi zaman bunları, geçici sınıflar olarak da adlandırmaktaydı- oluşturdu- ğunun farkındaydı. Fransada Sınıf Mücadelesi ve Louis Bonaparte’ın 18. Brumaire’i gibi çalışmalarında, siyasal mücadelelerde yer alan başlıca toplum tabakalarını analiz ederken 10 civarında farklı gruptan –bunların önemli bir kısmı, yönetici sınıf içerisinde değerlendirilen fakat farklı sektörlerde faaliyet gösteren ve kendi aralarında kimi zaman çıkar çatışması yaşayan gruplardı- söz etmektedir. Yine Kapital’in üçüncü bitmeyen son bölümünde, üç sınıflı iki farklı model geliştirmeye çalışmıştı: Biri Marx’ın kapitalistler, toprak sahipleri ve emekçiler şeklinde üç büyük sınıfa dayanan modelidir. Diğeri ise; üretim araçlarını elinde tutan ve emek- çi istihdam eden kapitalistler, bazı mülkiyet araçlarını elinde tutan fakat aynı zamanda kendi emeklerini de üretime katan orta sınıf (ya da küçük burjuvazi) ve son olarak ücretlilerden oluşan modeldir. Dolayısıyla, Marx’ın toplumdaki tabakaların ve sınıfların sayısının birbirine karşıt şekilde konumlanmış iki sınıftan oluş- madığının farkında olduğu söylenebilir. Temel kuramı açısından çok da önemli olmadığını düşündüğü için olsa gerek, diğer tabakalar/sınıflar üzerinde fazlaca durmadı.3 Marx’ın analizinin temeline oturttuğu sınıf kavramı, toplumdaki nesnel olarak yapılaşmış ekonomik eşitsizliklere işaret etmektedir. “Marx’ın yapmak, göstermek istediği şey, belirli toplumsal eylemlerin, özellikle belirli siyasal eylemlerin olasılığını kestirmekte bireylerin mülkiyetle ilişkileri açısından içinde bulundukları toplumsal konumlarına bakmak gerektiğidir.”4

Marx tarafından geliştirilen sınıf analizine dayanmakla birlikte Weber, onun yaklaşımlarına eleştirel de- ğerlendirmelerde bulunmuştur. Webere göre bir sınıfın topluluk olma derecesi, sınıf üyelerini biraraya ge- tiren ya da bölen faktörler, ana toplumun genel özellikleri ve söz konusu sınıfın diğer toplumsal grup ve sı- nıflar ile olan ilişkileri tarafından etkilenmektedir. Fakat Marx’ın sınıf anlayışına yönelik olarak dile getirilen Weber’in eleştirilerinden daha geniş kapsamlı bir eleştiri; Marx’ın teorisinin belirli bir dönemdeki kapitalist toplumlardaki toplumsal ve siyasal çatışmaların tahlilinde oldukça geçerli ve yararlı bir teori olduğunu, fa- kat bu çerçevenin dışına çıkıldığında söz konusu teorinin o denli geçerli ve kesin olmadığını ifade edenlerin yaklaşımıdır. Bu geçersizliğin bir örneği olarak, Hindistandaki kast sisteminin açıklanmasında Marxist teo- rinin güçlükler yaşaması gösterilmektedir.

Fonksiyonalistler (işlevselciler)in toplumsal tabakalaşma teorilerinin temelinde, işlevselciliğin genel varsa- yımları yatmaktadır. Bu noktada, işlevselci tabakalaşma kuramı açısından en açıklayıcı teori, Kingsley Da- vis ve Wilbert E. Moore tarafından ortaklaşa kaleme alınan bir makalede dile getirilmiştir. ‘Some Principles of Stratafication’ ([‘Tabakalaşmanın Bazı İlkeleri’], American Sociological Review, Nisan 1945) başlıklı yazıda, yazarlar, tabakalaşmayı toplumsal yaşam için kaçınılmaz, işlevsel ve evrensel bir olgu olarak değerlendir- mektedirler. Zira onlara göre, ‘her toplumun fertlerini toplumsal yapı içerisinde konumlandırmak ve motive etmek zorunluluğu’ içerisindedir. Davis ve Mooree göre; toplumsal eşitsizlik, bu bakımdan, toplumun en önemli konumlara gerçekten en nitelikli kimseleri getirebilmek için, bilincinde bile olmaksızın, başvurduğu bir araç olmaktadır. “İşbölümünde sistemin korunması için en çok zorunlu olan statüler yeter derecede ödül elde etmelidir ki, daha az zorunlu olan statüler, bunları dolduracak kişiler yönünden, zorunlu olanlarla ba- şarılı bir biçimde rekabet edemesin ve aynı zamanda yetişme ve yetenek açısından en üstün niteliklere sahip kişiler zorunlu olan statüleri doldurmak ve bunların görevlerini gereğince yerine getirmek yönünden özen- dirilmiş olsunlar.”5 Bu teori, bir yandan toplumsal değerlerin işlevleri önemli-önemsiz, iyi-kötü şeklinde ayrıştırması, öte yandan da ödüllendirmede kullanılan –ekonomik, siyasal, manevî gibi- varlıkların sistemli bir biçimde dağıtılmasındaki zorunluluk statüler arasında bir sıralanmanın yapılmasını ve benzer statülerin birleştirilerek bir tabakalanmanın meydana geldiğini açıklar. Davis ve Moore’un dillendirdikleri bu tabaka- laşma teorisi;

“Herşeyden önce, tabakalanmanın evrensel olduğunu, bu nedenle de her toplumda belirli bir mertebelendirme sistemi bulunduğunu ileri sürmektedir ki, bu gerçeklere uymamaktadır. Ayrıca, teori ‘en önemli konumlar’ın ve ‘en nitelikli kişiler’in kolayca tanımlanabileceğini; bütün toplumlarda, çıkar grup- larının etkisi olmaksızın bunların saptanabileceğini varsaymaktadır. Sonra, açıkça görülüyor ki, fonksi- yonalistler toplumsal tabakalanma teorilerini bireylerin toplumdaki sosyal grupların; statü gruplarının, seçkinlerin, sınıfların varlığını da açıklamak durumunda olduklarını unutmuşlardır. Üstelik, bu teori değişik toplumsal tabakalanma tipleri olabileceğini, ‘bir tipten diğerine geçişte çeşitli değişim süreci tip- leri bulunabileceğini kabul ettiği halde, bu durumun nasıl açıklanabileceğini düşünmemiştir. En son bir nokta da, toplumsal tabakalanmanın oluşumunda ve sürdürülmesinde gücün rolünü tamamen bir yana bırakmış; bu nedenle de, toplumsal tabakalanma ile siyasal çatışma arasındaki ilişkiye hiç değinmemiş- tir.”6

şeklinde ciddi eleştirilere maruz kalmıştır. Social Stratification: The Forms and Functions of Inequality ([Toplum- sal Tabakalaşma: Eşitsizliğin Biçimleri ve İşlevleri], N.J.: Prentice-Hall, 1967) isimli eserinde toplumsal tabaka- laşma, mertebelendirme, ödüllendirme ve değerlendirme sorunlarını inceleyen M. Melvin Tumin de; eşit- sizliğin bir toplumun devamı için zorunlu olmadığını, ödüllerin farklı olarak dağıtımının mutlaka gerekli olup olmadığını, belli statüler için gerekli yeteneklerin toplumda ancak pek az kişide bulunduğu iddiasının ne ölçüde doğru olduğu, özellikle eğitim imkanlarının anne-babanın servetine bağlı olduğu ve servetin eşit olarak dağıtılmadığı bir toplumda nüfusun pek çok kesiminin kendi yeteneklerini anlama ve gösterme şansı bulamayacaklarını öne sürerek fonksiyonalist tabakalaşma teorisine eleştiriler yöneltmektedir.

Fonksiyonalist tabakalaşma teorisine yukarıdaki eleştirileri yönelten Tom Bottomore, iki kuram arasın-
daki farklılığın nedeni ile ilgili olarak da şu  değerlendirmeyi yapmaktadır:

“Görülüyor ki, Marxist teori yanılgısız bir biçimde ondokuzuncu yüzyıl Avrupasındaki toplumsal ve siyasal çatışmaların karakterini yansıtmaktayken, fonksiyonalist teori de, aynı açıklıkla, hiçbir zaman bir emekçi sınıfı ideolojisi geliştirmemiş; toplumsal hiyerarşinin, büyük ölçüde, gevşek bir doku için- de ilintileştirilmiş ve üyelikleri kişisel yeteneğe bağlı sayılan örgütlü statü gruplarından oluştuğuna inanılan A.B.D.deki toplumsal durumu yansıtmaktadır. Marxist teori büyük ve oturmuş güçlü birlik duygusuna sahip gruplar arasındaki çatışmaya vurguda bulunmaktadır. Fonksiyonalist teori ise, kişi- sel yetenek ve becerilere, kişisel başarı ve yarar uğruna yapılan kişisel çabalara dayanan bir toplumsal tabakalanmanın bütünleştirici işlerde bulunduğunu vurgulamaktadır. Fonksiyonalistlerin teorileri Durkheim’in işbölümü teorisine birçok bakımlardan benzemekte; fakat Durkheim’in ele aldığı soru- nun, toplumdaki sağlıksız bir işbölümü durumu olduğunu gözden kaçırmaktadır.”7



Toplumsal Tabakalaşma Tipleri

Sosyologlar, toplumsal tabakalaşma konusunu ele alırken dört temel tabakalaşma tipi belirlerler: Kölelik, zümre/feodalite, kast, toplumsal sınıf ve statü grupları. Bu tiplerin değerlendirilmesine geçmeden evvel, söz konusu tiplerin birer ‘teorik soyutlama” olduklarını, somut tabakalaşma sistemlerinde bu tiplerin birebir aynen bulunamayabileceğini, buradaki ideal teorik tanımlardan farklılaşabileceklerini, bu tiplerden birine veya diğerine daha yakın olabileceklerini ya da bunların bir karışımı olabileceklerini belirtmek gerekiyor.



Kölelik

Kölelik, eşitsizliğin en aşırı ucunu  oluşturan bir durum. Çeşitli biçimlerde insanların özgürlüklerinin ellerinden alındığı, belli bir gruptan olanların tamamen ya da tamama yakın bir derecede tüm haklarından yoksun bırakılma durumunu ifade ediyor. Köleliğin yasal durumu çeşitli örneklerde farklılık göstermekte- dir. Kimi zaman köleler, yasayla bütün haklarından yoksun bırakılmış iken kimi örneklerde de konumları bir hizmetçininkine yakın olabilmektedir.

Kölelik değişik coğrafyalarda ve değişik zamanlarda görülmüş bir olgu olmakla birlikte, en tipik iki ör- neğini –özellikle Yunan ve Roma toplumları olmak üzere- ancient dünyanın toplumlarında ve 18. ve 19. yüz- yıllarda 

Kölelik, ekonomik bir temele dayanan çalışma ve çalıştırma sistemi (endüstriyel bir sistem) olarak tanım- lanır. İlk dönem kapitalizmde taşınır kölelik, 15. yüzyıl ile 19. yüzyıl arasındaki plantasyon işletmecileri ve Kuzey ve Güney Amerika’nın köle sahiplerince kullanılan, köle ticareti aracılığıyla sağlanan emek arzıyla birlikte ‘ucuz’ bir işgücü sağlama sistemiydi.8 (Bu işgücüyle ilgili bir fikir verebilmesi için aşağıdaki tabloya bakınız.) Plantasyon kölelik sistemini yalnızca hukuk sistemi ve onu destekleyen, güçlendiren mekanizma- lar ayakta tutuyordu. Bu türden modern köle sistemleri ayrıca madencilik şirketlerinde ve endüstriyel üre- timde de görülmekteydi.

Bu sistemde her kölenin itaat edeceği bir efendisi vardır. Hür bir kişinin yine hür olan bir kişi üzerinde kuracağı otoriteden farklı olarak, efendinin köle üzerindeki iktidarı ilke olarak sınırsız biçimde tanımlanır; özel bir yasayla sınırlandırılmadıkça, efendinin köle üzerindeki iktidarını sınırsızca kullanma isteğinin sınır- lanması ilişkinin doğasını ihlal etmek olarak algılanır. Köleler, pek çok açıdan diğer insanlara göre çok daha kötü koşullarda yaşıyorlardı. Kölelerin siyasal hakları yoktur, seçmen olamaz, kamu organlarına ya da mec- lise katılamaz. Toplumsal açıdan yok hükmündedir. Kölelik denilince akla gelen şeylerden biri de angar- yadır. (Şüphesiz angarya işler yalnızca köleler tarafından yapılmıyordu.) Köle çalışmak zorundaydı, özgür insan gibi –her tür maliyetini göze alarak- çalışmama gibi bir seçeneği yoktu.

Ekonomik bir temele dayalı olarak kavranan ve açıklanan köleliğin ortadan kalkması da yine ekonomik açıdan verimsizleşmesine bağlanmaktadır. Bir diğer önemli etki de, köleyi bir eşya/mal olarak gören zihni- yetin karşısında ‘onu belli haklara sahip bir insan’ olarak gören yaklaşımın köleliğin olduğu ilk çağlardan itibaren var olmasıdır. Köleliğe ilişkin bu iki karşıt yaklaşım, her dönem var olmuştu. Ayrıca Greklerde de, Romalılarda da yabancı köleler ile toplumun –borç vs. gibi nedenlerle- köleleştirilmiş eski üyeleri arasında bir ayırım yapıldığı görülmektedir. Grek ve Romalılarda borçlu-köleliğin ortaya çıkışı, kölelik kurumu üze- rinde bazı yumuşatıcı değişikliklerin olmasına sebebiyet verdi. Kölelik yavyavaş efendinin cezalandırıcı yetkilerinin kısıtlanmasıyla yumuşatılmış, evlenme, mülkiyet ve miras gibi kimi şahsi haklara kavuşturul- muş ve kölelerin azad edilmesi gibi olanaklar sağlanmıştı.



Zümre

Zümreler [estates], Avrupa feodalizminin bir parçasıdır; ancak pek çok farklı uygarlıkta ve gelenekte de onlara rastlanabilir. (Kimi eserlerde ‘zümre’ yerine doğrudan ‘feodalite’ veya ‘mülkler’ tabiri kullanıl- maktadır.) Zümreler, geçmişte doğuştan gelen soyluluğa dayanan bir geleneksel aristokrasinin bulunduğu bölgelerde ortaya çıkmıştır. 3 önemli özelliği bulunur: İlk olarak, hukuken tanınmışlardı. Her zümrenin, haklar, görevler, imtiyazlardan oluşan hukukî bir kompleks olarak belirli bir statüsü bulunmaktaydı. İkinci olarak, zümreler geniş bir işbölümünü temsil etmekteydiler. Üçüncü olarak, feodal zümreler siyasal gruplar konumundaydı. Klasik feodalizmde sadece iki zümre tanınmıştır: Soylular ve kilise görevlileri. Tom Bot- tomore, 12. Yüzyıldan itibaren feodalitenin gerilemesiyle birlikte, burgher adı verilen şehir zenginlerinden oluşan üçüncü bir zümrenin geliştiğini ve hukuksal bir varlık kazandığını ifade eder.9 Anthony Giddens ise (‘zümreye karşılık olarak ‘mülk’ tabirini kullanmayı tercih ediyor ) ‘üçüncü mülk’ün  ‘serfler, özgür köylü- ler, tüccarlar ve zanaatkarlardan oluşan bir grup olarak kabul eder.10

Ortaçağ Avrupa toplumu feodalitenin bir örneği olarak ele alınır. Avrupadaki feodaliteye benzerlikleri dikkate alınarak 12. yüzyıldan itibaren Japonya, Çin ya da Osmanlı Devleti’nin de feodal bir sistem içeri- sinde olduğu düşünülmüştür. Ancak birincisinde bir yerel malikane sistemiyle yakın ilişkilerin varlığı, ik- tidarın parçalı yapısı, merkezî otoritenin zayıflığı vb. durumlara karşılık ikincilerde varlığını devam ettiren güçlü merkezi geleneksel devletlerin varlığı önemli bir fark yaratır. Yine Hindistan’ın feodal bir yapıya sa- hip olduğuna ilişkin iddialar bulunmaktadır. Ancak Hindistan’ın kimi dönemlerde ya da kimi bölgelerinde feodalite özelliği gösteren yapılar olmakla birlikte, genel olarak kast ilişkileriyle yürüyen ayrı bir yapısının olduğu da bir gerçektir.



Kast

Hindistanla özdeşleşmiş olarak literatürde yerini alan ‘kast’, sıklıkla, doğuştan getirilen niteliklere daya- lı katı bir tabakalaşma sistemiyle örgütlenmiş büyük ölçekli akraba gruplarına işaret etmek için kullanılmak- tadır. Hindistanda Hindular arasında kurulmuş bulunan kast sisteminin, başka tabakalaşma sistemleriyle mukayese edilemeyeceği ya da başka hiç coğrafyada asla bulunmadığı, bulunamayacağı anlamına gelmez elbette. Kast sistemi, belli kriterlere bağlı olarak aşırı kapalı, katı bir hiyerarşik toplumsal tabakalaşma tipinin ‘ideal tipi’ni oluşturmak isteyenlerin basitleştirdikleri, fakat bize sunulandan çok daha karmaşık bir sis- temdir. “Kastın herhalde en açık tanımı, onu ‘içevlilik, kalıtsal üyelik ve özgül bir yaşam tarzıyla (bu bazen gelenek uyarınca belli bir mesleğin sürdürülmesini de kapsar ve genellikle, arılık ve kirlilik kavramlarına dayalı olarak, hiyerarşik bir sistemdeki az ya da çok belirgin bir ayin statüsüyle birlikte anılır ) ayırt edilen insanların meydana getirdiği küçük ve adlandırılmış bir grup’ olarak niteleyen Andre Beteille’in önerdiği tanımdır.” 11

Erken Hindu literatürüne ait klasikler, toplumu 4 varnaya12 (kasta) bölünmüş olarak tasvir eder: Brah- manlar (rahipler ), Kshatriya (savaşçılar ve soylular/yönetici sınıf), Viashya (üretici ve tüccar sınıf) ve Shudralar (emekçiler ). Varnalar, farklı ruhsal ve maddi ayrıcalıklara sahip olmakla nitelenen kategoriler olarak sıralan- mışlardır. Bu dört temel kasta ek olarak, bir de, ‘dokunulmazlar’ olarak adlandırılan ve yaptıkları işler nede- niyle ‘pis’ olarak görülen ‘kast dışı’ bir grup daha mevcuttur.

Varna toplumsal tabakalaşma modeli, Hint alt kıtasında binlerce yıllık bir süreçte pekişmiştir. Kastlar arasındaki ve içindeki başlıca ayrım çizgisi kirlenme kuralları çerçevesinde ifade edilir. Bu kurallar yiyecek hazırlama ve paylaşma, evlilik ve toplumsal ilişkinin her biçimini etkiler. Yüksek ritüel statülere sahip olan- lar aynı zamanda ekonomik ve siyasal güce de sahiptir. Kirlilikle ilgili inançlar, kastlar arasındaki bütün ilişkileri düzenler. Üyeler kastları dışından evlenemezler, yiyecek ve içecekler hakkında sıkı kurallar mev- cuttur, diğer kast üyelerini ziyaret ve karşılaşmalarla ilgili de ayrıntılı kurallar mevcuttur. Bu kuralların ihlal edilmesi arınmayı ve hatta kasttan dışlanmayı da gerektirebiliyor.

Varna şeması, toplumun geniş kategorilerine işaret eder ve bir değerler sistemi temin eder; gerçekte top- lumun toplumsal organizasyonun birliğini jati adı verilen endogaminin hakim olduğu küçük gruplar ya da alt-kastlar gerçekleştirir. Her bir dil bölgesinde 2 binden fazla alt-kast bulunmaktadır. Alt-kastların statüsü, kültürel gelenekleri ve sayısal gücü bir bölgeden diğerine, çoğu zaman köyden köye değişiklik gösterir.

Kast sistemi üzerine yapılan çalışmalar, kast sisteminin sanıldığından daha dinamik bir sistem olduğunu gösteriyor. “Varnalar, Senart’ın klasik bir incelemede belirttiği gibi, başlangıçta, bazı bakımlardan feodal zümreleri andıran bir görünümüş taşımışlardır. Karakter yönünden benzerlik taşıdıkları gibi, asıl önemli-
si, toplumsal grupları mertebelendirmede (papazlar, savaşçılar ve soylular, tacirler ve serfler ) gösterdikleri benzerliğin yanı sıra, gerçekte bütünüyle kapalı gruplar olmayışları bakımından da bazı benzer noktaları olmuştur. (...) Daha sonraları gelişen jatiler toplumda işbölümü, kabileler arası işbirliği, ve daha önemsiz de olsa, dindeki yenileşmeler gibi etmenler önem kazandıkça sayıca artış göstermişler ve geleneksel kast siste- minin temel birimlerini meydana getirmişlerdir. (...) Jati, endogam bir gruptur ve bireyin temel izafet grubu- dur. Her grup özeldir ve diğer jatilerinkinden farklılaştırılmış bir yaşam biçimini içermekte; bugün için gö- reneksel müeyyideler alanında, daha önceki dönemlerde ise hukuksal müeyyideler alanında özel kurallara bağlılıkla varlığını sürdürmüş ve sürdürmektedir. Jati grubunun ekonomik yanı açıktır; büyük oranda birer meslek ve iş gruplarıdır.”13

Jatiler daha üst varnanın pratiklerini benimseyerek kast hiyerarşisi içinde yükselmeye çalışabilirler; bu, varnalar arasında değil, kendi varnaları içinde yükselmeyle sonuçlanabilir. Varnalar arasındaki mobilitenin ancak yeniden-doğumla sağlanabileceğine inanılır: Kast kanunlarının ya da dhrahmanın başarılı bir şekil- de yerine getirilmesi bireye arttırılmış bir karma kazandıracaktır; böylelikle birey yeniden doğumla birlikte daha üst bir statüye kavuşacaktır. Bu yukarıya doğru hareketlilik, sanskritizasyon olarak adlandırılmakta- dır. “Bu hiyerarşik toplumun işleyişi, samsara (reenkarnasyon) ve karma hakkındaki geleneksel Hindu dinî inaçları aracılığıyla meşrulaştırılır. Bir kişinin bu hayattaki konumu, onun önceki hayatındaki eylemleriyle
belirlenir. Shudra veya Dokunulmaz olarak doğan birisi, önceki hayatında işlediği günahların karşılığı olarak cezalandırılmıştır.14

İngiliz sömürge yönetimi, Hint toplumsal düzenini köklü bir biçimde etkilemiştir. Batı kültürüne ait fikirler, İngiliz eğitim kurumlarının açılışı, kanun önünde eşitlik prensibini getiren yasal sistem, yeni ekono- mik faaliyetler ve iş türleri vb. gibi pek çok yeni avantajlar, yeni imkanlar sunan gelişmelerin daha büyük bir hareketliliği doğurduğuna ve daha alt sınıfların önünde yeni ufuklar açtığına ilişkin yaygın bir değerlendir- me vardır. Fakat hala bu konularda tüm Hindistan’ı kapsayıcı net bir değerlendirme yapmak mümkün ol- muyor. Şehirde ya da kırsalda kast sisteminin farklı konulardaki etkilerinin düzeyinde farklılaşmalar gözük- mektedir; yerel ya da ulusal düzeyde de yine kast sisteminin etkisinin boyutları farklılaşabilmektedir. (Kast sisteminin çağdaş dünyadaki durumuna ilişkin değerlendirmeler, yorumlar ve bu konuda yapılan çalışma- lar hakkında daha ayrıntılı bilgi için bkz. Rita Jalali, a.g.m.; ve Tom Bottomore, a.g.e.)



Toplumsal Sınıf ve Toplumsal Statü

18. yüzyıldan itibaren gelişip ortaya çıkan endüstriyel toplumlarının karakteristik grupları olarak top- lumsal sınıflar; diğer tabaka türlerinin aksine, yasal ya da dinsel düzenlemelerle kurulmazlar. Kapalı değil, görece açık gruplardır. Sınıflar arasındaki sınırlar, açık seçik değildir. Farklı sınıflara üye insanlar arasında evliliklere getirilmiş herhangi bir yasal ya da dinsel sınırlama söz konusu değildir. Herhangi bir bireyin sınıfı, diğer tabaka türlerinde olduğu gibi, doğuştan ‘verili’ değildir. Elbette her birey, belli bir toplumsal ortama doğar, ancak mevcut toplumsal durumunu, sınıfını değiştirebilme ihtimali her zaman için söz konu- sudur. Bu anlamda, en azından, kısmen elde edilmiş bir özelliği bulunmaktadır. Sınıflar arasında aşağı ya
da yukarı yönde gerçekleşebilecek bir toplumsal hareketlilik (sosyal mobilite/toplumsal akışkanlık) ihtima- linin önünde, diğer tabakalaşma türlerinde olduğu gibi bir engel yoktur. Tartışmasız bir biçimde ekonomik temelli bir gruplardır. Sınıflar; ekonomik olmayan faktörlerin çok daha önemli olduğu diğer tabakalaşma türlerinden farklı olarak, maddî kaynakların sahipliği ve denetimindeki eşitsizlikler temellidir. Sınıf sistemle- ri, esas olarak, kişisel olmayan daha büyük ölçekli ilişkiler üzerinden işler: Sınıf farklılaşmaları  için önemli bir temel, ücret ve çalışma koşulları arasındaki eşitsizliklerde yatmaktadır ve bir bütün olarak ekonomide geçerli olan koşulların bir sonucu olarak şekillenir ve belirli meslek kategorilerinde çalışan herkes söz konu- su durumdan etkilenirler.

Sanayi toplumlarındaki toplumsal tabakalaşma, toplumsal sınıfların yanı sıra statü gruplarının da var- lığıyla daha karmaşık bir hal almış durumdadır. Bu ikisi arasındaki farkı ilk gören, inceleyen ve dile geti- ren kişi Max Weber oldu. Weber’in görüşleri, bir anlamda, kapitalist toplumu analizinde sınıf kavramına dayanan Marxa cevap verme çabasının ürünü olarak da değerlendirilebilir. Marx’ın sınıf konusundaki yaklaşımlarını daha önce ele almıştık. Burada Weber’in ‘statü grupları’ üzerinden yapmış olduğu analizler kısaca değerlendirmeye çalışılacaktır.

Webere göre sınıflar “‘sosyal topluluklar’ değildir; yalnızca toplumsal eylemin mümkün ve muhtemel te- mellerini temsil eder. (...) Sınıf konumu, kişilerin mal, yaşam koşulları ve kişisel yaşantılar için sahip olduk- ları tipik olanaklar demektir. Bu olanaklar ise, verili bir ekonomik düzen içinde gelir sağlamak üzere mal
ya da beceri harcama gücünün derecesi ve türü ya da bu gücün yokluğu tarafından belirleniyor olmalıdır.
‘Sınıf’ terimi, aynı sınıf konumunda bulunan insanlar grubu anlamına gelir.”15 “Sınıfların tersine, statü grup-
ları genellikle sosyal topluluklardır. Ancak çoğu zaman, pek biçimlenmemiş dağınık topluluklardır. Tümüyle
ekonomi tarafından belirlenen ‘sınıf konumu’na karşı tanımlamak istediğimiz ‘statü konumu’ndan negatif
toplumsal onur ölçüsü tarafından belirlenen tüm tipik öğelerdir.”16

Webere göre de, toplumsal tabakalaşma toplumdaki güç eşitsizliğinin örgütlenmiş halidir. Başka bir de- yişle, Weber çağdaş sanayi toplumundaki tabakalaşmayı ‘iktidar/güç’ kavramı üzerinden irdelemeyi tercih eder. Ona göre kurumsallaşmış iktidar, üç temel etkinlik alanına ayrılmaktadır: Ekonomik, toplumsal ve si- yasal. Bu alanların her birinde de iktidar sınıf, statü ve parti temeline göre biçimlenir.

Ekonomik alanda iktidar, Webere göre, sınıf sistemine göre tabakalaşır. Benzer ekonomik çıkarlara ve benzer ekonomik güce sahip olanlar aynı sınıfa dahil olurlar. Weberde, Marx’tan farklı olarak, ekonomik sı- nıflar sadece iki tane değildir ve sınıflar arasındaki karşıtlıklar yıkıcı nitelikte değildirler.

Toplumsal alanda iktidar, statü boyutuna göre tabakalanır. Aynı toplumsal saygınlık düzeyinde bulunan ve benzer yaşam ölçütlerine sahip olan kişiler statü gruplarını oluştururlar. Bunlar birbirlerini toplumsal

eşitleri olarak görür, çocuklarının aynı grup içinde evlenmelerini sağlayacak önlemler alır, aynı toplumsal etkinlikleri, beğenileri ve özel davranış kalıplarını paylaşırlar. Statü gruplarında, kişinin toplumsal alandaki gücü başkalarından gördüğü saygı/prestij derecesine göre belirlenir. Sınıfın nesnel ve ekonomik bir konum olmasına karşılık statü kişisel değerlendirmelere tabiidir ve topluluk içinde kabul edilmiş ölçütlerle belir- lenmektedir. Eğitim düzeyi, akrabalıklar, meslek vs. kişinin topluluk içindeki statüsünü belirlemeye yardım ederler.

Kurumlaşmış iktidar alanları içerisinde üzerinde en az durduğu alan, siyasal iktidar alanıdır. Webere göre siyasal alandaki iktidar, bireyin herhangi bir toplumsal eylemi etkilemekte kullanabildiği gücün ölçüsünden anlaşılır. Genellikle siyasal iktidar örgütlenmiş bir siyasal parti aracılığıyla kullanılır. Siyasal iktidar, ekonomik ve toplumsal alandaki iktidarı yansıtabilir. Partiler sınıf ya da statü gruplarınca belirlenen çıkarları temsil edebilir, üyelerini de bunların birinden ya da diğerinden devşirebilir, bazen sınıf bazen de statü partisi niteliği taşıyabilir, bazen bu kategorilerin hiç birine dahil olmayabilir.

Toplumsal tabakalaşma ve toplumsal hareketlilik konularında son dönemde yapılan araştırmalar, meslek farklılıkları açısından, mesleklerin prestij derecelerine göre yapıldılar. Amerikan sosyolojisinin yaygınlaşması ile birlikte, Amerikan toplumunun tarihsel ve bugüne özgü niteliklerini merkeze alan sosyolojik yaklaşımların, kavramsallaştırmalarının yaygınlaşmasıyla birlikte statü grupları, statü onuru, saygınlık, prestij gibi konular da genel bir yaygınlık durumu yaratmaktadır. Ancak Batılı sanayi toplumla- rında yaşanan değişimlerin, toplumdaki sınıf farklarını ve sınıf çelişkilerini oldukça yumuşattığı da bir ger- çektir. ‘Saygınlık’ temelli bir tabakalaşma, iki büyük ve uç sınıf arasındaki boşluğu ‘statü grupları’ aracılı- ğıyla doldurmakta ve farklı bir tabakalaşma tanımı getirmektedir. Bu yaklaşımda toplumsal tabakalaşma; az çok belirlenmiş statü konumlarının sürekli dizilerinden meydana gelen bir olgu ve sadece mülkiyet ile olan ilişkilerle değil, birden çok faktör tarafından belirlenen ve kitle toplumu sınıflarını ve sınıf tanımlarını kabul etmeyen bir gerçeklik olarak tanımlanmaktadır:


“Böylece, değişik düzeylerdeki statü grupları arasında ilişkiler, çelişki niteliği taşımayan, rekabet ve çe- kememezlik niteliğindedir. Orta sınıfların sayısal bir artış göstermesi, orta sınıfların genel nüfus içinde gitgide büyük bir orana varması, toplumsal hiyerarşiyi, keskin bir ayrım; yani belli başlı toplumsal grup- lar arasında keskin çelişkiler olmaksızın, sadece bir prestij mertebeleri dizisi (ya da statüler dizisi) sayan görüşün toplumsal düşünce üzerinde etkinlik kazanmasına yol açmış; bu görüşün yayılması ise, sınıf bi- lincinin artmasını bir ölçüde önlemeye yaramıştır.”1

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder