Toplumsal
Tabakalaşma
Sosyolojiye jeolojiden geçen bir kavram olan tabakalaşma (toplumsal tabakalaşma), toplumun katmanlar ya da tabakalar halinde bölünmüşlüğüne
işaret eden sosyolojik bir kavramdır. Toplumsal tabakalaşmadan söz ettiğimizde,
toplumda bireylerin icra ettikleri belli meslekler arasında bir eşitsizliğin
bulunduğunu ifade ediyoruzdur. Eşitsizlik bütün insan toplumlarda
karşılaşılan bir durumdur. Servet ve
güç arasındaki farklılıkların neredeyse hiç olmadığı en yalın kültürlerde, toplumlarda bile erkekler ile kadınlar, yaşlılar ile
gençler arasında bir eşitsizlik, toplumsal değer ve prestij açısından belli bir derecelendirme/mertebelen- dirme
görülebilir: Avcılıkta diğerlerinden daha yetenekli,
daha başarılı, daha becerili olmak ya
da ataların ruhlarına erişimde diğerlerinden daha özel bir özelliğe sahip olmak
gibi...
Toplumdaki bazı bireylerin ya
da grupların diğerlerinden daha fazla güç ve
servete sahip olmalarının sebebi
nedir? Günümüz toplumlarında bu eşitsizliğin boyutları nedir? Zenginlik ve güç skalasında daha alt basamaklarda yer alan birisinin daha üst basamaklara
tırmanma olasılığı var mıdır?
Günümüzün refah
toplumlarında
yoksulluk neden bu kadar yaygın ve kalıcı bir özellik göstermektedir?
Sosyoloji işte bütün bu eşitsizlikleri tasvir etmek için ‘toplumsal
tabakalaşma’ kavramını kullanır. Toplumsal tabakalaşmadan söz edildiğinde,
başlangıçta, ‘farklı insan gruplaşmaları arasındaki yapılaşmış eşitsizlikler’in
kast edildiğini ifa- de etmek gerekir.
Toplumdaki statülerin düzenlenişi;
bir yönüyle aralarında ciddi
farkların bulunduğu statülerin birbi- rinden ayrışmasını, diğer bir yönüyle de benzer ya da birbirine yakın
prestije ve saygınlığa sahip
statülerin birleştirilerek, bir araya
toplanarak sıralanması gerçeğini içermektedir. “Statülere belirgin toplumsal
roller
–hak
ve sorumluluk dizileri- bağlayarak onları birbirinden ayırma sürecine toplumsal ayrışma adı verilmek- tedir. Statüler
birbirlerinden ayrılınca
karşılaştırılabilmekte ve bu
karşılaştırmada sıklıkla sıralama yoluna
gidilmektedir. (...) Ayrışmış ve sıralanmış olan statülerden benzer
olanları bir araya toplayarak bir düzeyler hiyerarşisi
içinde düzenleme sürecine toplumsal
katlaşma (tabakalaşma) denir. Toplumsal sıralama ve katlaş- ma toplumsal değerlerle yakından ilgilidir. Çünkü benzerlik ve ayrılıklar çok kez statülerin toplumsal de-
ğerlendirilmesine, nitelenmesine göre saptanır.”1
Toplumsal
tabakalaşma konusuna ilişkin genel bir teori kurmaya çalışan başlıca iki girişimden söz edile-
bilir: Marx ve işlevselciler (fonksiyonalistler ).
Marx’ın teorisi, gerek kendi
döneminde ve gerekse de
günümüzde toplumsal ve siyasal
çelişkileri analiz etmek noktasında büyük önem taşımaktadır. Marx, sınıfların gelişimi ile ve toplumsal sınıfların toplumsal
ve siyasal değişikliklerin oluşumundaki rolleri
üzerine yoğunlaşmıştır. Burjuvazinin
oluşumu, kapitalizmin ortaya çıkışı,
proleteryanın kapitalist toplum
içinde bir sınıf olarak formasyonu ve
gelişmesi ile ilgili sorun- lar üzerine yazmıştır.
Marxist teorinin ana çizgileri
–teorinin bu kısmı Marx ya da
sonraki dönemin Marxist düşünürleri tarafından sistematik bir biçimde formüle
edilmemişse de2- bellidir ve
herkesçe de bilinmekte- dir. Çağdaş sanayi toplumlarında fabrikalar, bürolar,
makineler ve bunları satın almak
için gereken servet
ya da sermaye daha önemli bir hal alır. Burada iki ana sınıf ortaya çıkar: Yeni
üretim araçlarına sahip olan sanayiciler
ya da kapitalistler ve yaşamlarını onlara emek güçlerini satarak
kazanan işçi sınıfı ya da proleterya.
Marx’a
göre, bu iki sınıf arasındaki ilişkiler sömürüye
dayanan bir ilişkidir. Feodal toplumlarda sömürü, çoğunlukla,
artı ürünün köylülerden (serflerden) aristokrasiye doğru aktarılması biçiminde oluyordu. Çağdaş kapitalist toplumlarda ise sömürünün kaynağı ve biçimi daha kapalı bir görünüme sahiptir. Kapitalistlerin kendi kullanımları için
el koydukları artı ürün karın kaynağı
olarak ortaya çıkar. Sanayinin
gelişimi, fabrika üretiminin artışı vs. ile kapitalizm öncesi toplumlarla mukayese edildiğinde muazzam bir zenginlik
oluşmuştur. Ancak işçiler, bu
zenginliğin çok azına erişebilmektedir.
Toplumsal
farklılaşmanın iki temel sınıf olarak burjuvazi
ve proleteryanın yanı sıra
birbiriyle çelişik çı- karlara sahip
başka bir çok grup –kimi zaman bunları, geçici
sınıflar olarak da
adlandırmaktaydı- oluşturdu- ğunun farkındaydı. Fransa’da Sınıf Mücadelesi ve Louis
Bonaparte’ın 18. Brumaire’i gibi çalışmalarında, siyasal mücadelelerde yer
alan başlıca toplum tabakalarını analiz ederken 10 civarında farklı gruptan –bunların önemli bir kısmı, yönetici
sınıf içerisinde değerlendirilen fakat farklı sektörlerde faaliyet gösteren ve kendi aralarında kimi zaman çıkar çatışması yaşayan
gruplardı- söz etmektedir. Yine Kapital’in üçüncü bitmeyen son bölümünde, üç sınıflı iki farklı model geliştirmeye çalışmıştı: Biri Marx’ın kapitalistler,
toprak sahipleri ve emekçiler
şeklinde üç büyük sınıfa dayanan
modelidir. Diğeri ise; üretim araçlarını elinde tutan ve emek- çi istihdam eden kapitalistler, bazı mülkiyet araçlarını elinde tutan fakat aynı
zamanda kendi emeklerini de üretime katan orta sınıf (ya da küçük burjuvazi)
ve son olarak ücretlilerden oluşan
modeldir. Dolayısıyla, Marx’ın
toplumdaki tabakaların ve sınıfların sayısının birbirine karşıt şekilde
konumlanmış iki sınıftan oluş- madığının farkında olduğu söylenebilir. Temel kuramı açısından çok da önemli olmadığını düşündüğü için
olsa gerek, diğer tabakalar/sınıflar üzerinde
fazlaca durmadı.3 Marx’ın
analizinin temeline oturttuğu sınıf
kavramı, toplumdaki nesnel olarak yapılaşmış
ekonomik eşitsizliklere işaret etmektedir. “Marx’ın yapmak, göstermek istediği şey, belirli toplumsal eylemlerin, özellikle belirli siyasal eylemlerin
olasılığını kestirmekte bireylerin
mülkiyetle ilişkileri açısından
içinde bulundukları toplumsal konumlarına bakmak gerektiğidir.”4
Marx tarafından geliştirilen sınıf
analizine dayanmakla birlikte Weber, onun yaklaşımlarına eleştirel de- ğerlendirmelerde bulunmuştur. Weber’e göre bir sınıfın topluluk olma
derecesi, sınıf üyelerini biraraya ge- tiren ya da bölen faktörler, ana toplumun genel özellikleri ve söz konusu sınıfın diğer toplumsal grup
ve sı- nıflar ile olan ilişkileri tarafından etkilenmektedir. Fakat Marx’ın
sınıf anlayışına yönelik olarak dile getirilen Weber’in
eleştirilerinden daha geniş kapsamlı bir eleştiri; Marx’ın teorisinin belirli
bir dönemdeki kapitalist toplumlardaki toplumsal ve siyasal
çatışmaların tahlilinde oldukça geçerli ve
yararlı bir teori olduğunu, fa- kat
bu çerçevenin dışına çıkıldığında
söz konusu teorinin o denli geçerli ve
kesin olmadığını ifade edenlerin yaklaşımıdır.
Bu geçersizliğin bir örneği olarak, Hindistan’daki
kast sisteminin açıklanmasında Marxist teo- rinin güçlükler yaşaması gösterilmektedir.
Fonksiyonalistler
(işlevselciler)in
toplumsal tabakalaşma teorilerinin temelinde, işlevselciliğin genel varsa- yımları yatmaktadır. Bu noktada, işlevselci tabakalaşma kuramı açısından
en açıklayıcı teori, Kingsley Da- vis ve
Wilbert E. Moore tarafından
ortaklaşa kaleme alınan bir makalede dile getirilmiştir. ‘Some Principles of
Stratafication’ ([‘Tabakalaşmanın Bazı İlkeleri’], American Sociological Review, Nisan
1945) başlıklı yazıda, yazarlar, tabakalaşmayı toplumsal yaşam için kaçınılmaz, işlevsel ve evrensel bir olgu olarak değerlendir-
mektedirler. Zira onlara göre, ‘her toplumun fertlerini toplumsal yapı içerisinde konumlandırmak ve motive
etmek zorunluluğu’ içerisindedir. Davis ve
Moore’e göre; toplumsal eşitsizlik,
bu bakımdan, toplumun en önemli konumlara gerçekten en nitelikli kimseleri
getirebilmek için, bilincinde bile olmaksızın, başvurduğu bir araç olmaktadır. “İşbölümünde sistemin korunması için en
çok zorunlu olan statüler yeter
derecede ödül elde etmelidir ki, daha az zorunlu olan statüler, bunları
dolduracak kişiler yönünden, zorunlu olanlarla ba- şarılı bir biçimde rekabet
edemesin ve aynı zamanda yetişme ve
yetenek açısından en üstün
niteliklere sahip kişiler zorunlu olan statüleri doldurmak ve bunların görevlerini gereğince yerine
getirmek yönünden özen- dirilmiş olsunlar.”5 Bu teori, bir yandan toplumsal değerlerin işlevleri önemli-önemsiz, iyi-kötü şeklinde ayrıştırması, öte yandan da ödüllendirmede kullanılan
–ekonomik, siyasal, manevî gibi- varlıkların sistemli bir biçimde
dağıtılmasındaki zorunluluk statüler arasında bir sıralanmanın yapılmasını ve benzer statülerin birleştirilerek bir tabakalanmanın meydana
geldiğini açıklar. Davis ve Moore’un
dillendirdikleri bu tabaka- laşma teorisi;
“Herşeyden önce,
tabakalanmanın evrensel olduğunu, bu nedenle de her toplumda belirli bir mertebelendirme
sistemi bulunduğunu ileri sürmektedir ki, bu gerçeklere uymamaktadır. Ayrıca, teori ‘en önemli konumlar’ın ve
‘en nitelikli kişiler’in kolayca
tanımlanabileceğini; bütün toplumlarda, çıkar grup- larının etkisi olmaksızın
bunların saptanabileceğini varsaymaktadır.
Sonra, açıkça görülüyor ki, fonksi- yonalistler toplumsal tabakalanma
teorilerini bireylerin toplumdaki
sosyal grupların; statü gruplarının,
seçkinlerin, sınıfların varlığını da açıklamak durumunda
olduklarını unutmuşlardır. Üstelik, bu teori değişik toplumsal tabakalanma
tipleri olabileceğini, ‘bir tipten diğerine geçişte çeşitli değişim süreci tip-
leri bulunabileceğini kabul ettiği halde,
bu durumun nasıl açıklanabileceğini düşünmemiştir. En son bir nokta da, toplumsal tabakalanmanın oluşumunda ve sürdürülmesinde gücün rolünü tamamen
bir yana bırakmış; bu nedenle de,
toplumsal tabakalanma ile siyasal
çatışma arasındaki ilişkiye hiç
değinmemiş- tir.”6
şeklinde
ciddi eleştirilere maruz kalmıştır. Social Stratification: The Forms and Functions of Inequality ([Toplum-
sal Tabakalaşma: Eşitsizliğin
Biçimleri ve İşlevleri], N.J.: Prentice-Hall, 1967) isimli
eserinde toplumsal tabaka- laşma, mertebelendirme, ödüllendirme ve değerlendirme sorunlarını inceleyen M. Melvin Tumin de; eşit- sizliğin bir toplumun devamı için zorunlu olmadığını, ödüllerin farklı olarak
dağıtımının mutlaka gerekli olup olmadığını, belli statüler için gerekli yeteneklerin toplumda ancak pek az kişide
bulunduğu iddiasının ne ölçüde doğru olduğu, özellikle eğitim imkanlarının
anne-babanın servetine bağlı olduğu ve servetin
eşit olarak dağıtılmadığı bir toplumda nüfusun pek çok kesiminin kendi yeteneklerini anlama ve gösterme şansı bulamayacaklarını öne sürerek fonksiyonalist
tabakalaşma teorisine eleştiriler yöneltmektedir.
Fonksiyonalist
tabakalaşma teorisine yukarıdaki eleştirileri yönelten Tom Bottomore, iki kuram arasın-
daki farklılığın nedeni ile
ilgili olarak da şu değerlendirmeyi yapmaktadır:
“Görülüyor ki, Marxist teori yanılgısız bir biçimde ondokuzuncu yüzyıl Avrupa’sındaki toplumsal ve siyasal
çatışmaların karakterini yansıtmaktayken,
fonksiyonalist teori de, aynı açıklıkla, hiçbir zaman bir emekçi sınıfı
ideolojisi geliştirmemiş; toplumsal hiyerarşinin,
büyük ölçüde, gevşek bir doku için- de ilintileştirilmiş ve üyelikleri
kişisel yeteneğe bağlı sayılan
örgütlü statü gruplarından oluştuğuna inanılan
A.B.D.deki toplumsal durumu yansıtmaktadır.
Marxist teori büyük ve oturmuş güçlü
birlik duygusuna sahip gruplar arasındaki çatışmaya vurguda bulunmaktadır. Fonksiyonalist teori ise, kişi- sel yetenek ve
becerilere, kişisel başarı ve yarar uğruna yapılan kişisel çabalara dayanan
bir toplumsal tabakalanmanın bütünleştirici işlerde bulunduğunu vurgulamaktadır. Fonksiyonalistlerin teorileri
Durkheim’in işbölümü teorisine birçok bakımlardan benzemekte; fakat Durkheim’in
ele aldığı soru- nun, toplumdaki sağlıksız bir işbölümü durumu olduğunu gözden
kaçırmaktadır.”7
Toplumsal
Tabakalaşma Tipleri
Sosyologlar, toplumsal tabakalaşma
konusunu ele alırken dört temel tabakalaşma tipi belirlerler: Kölelik,
zümre/feodalite, kast, toplumsal sınıf ve
statü grupları. Bu tiplerin değerlendirilmesine geçmeden evvel, söz konusu tiplerin birer ‘teorik
soyutlama” olduklarını, somut tabakalaşma sistemlerinde bu tiplerin birebir
aynen bulunamayabileceğini, buradaki
ideal teorik tanımlardan farklılaşabileceklerini, bu tiplerden birine veya
diğerine daha yakın olabileceklerini
ya da bunların bir karışımı
olabileceklerini belirtmek gerekiyor.
Kölelik
Kölelik, eşitsizliğin en aşırı
ucunu oluşturan bir durum. Çeşitli
biçimlerde insanların özgürlüklerinin ellerinden alındığı, belli bir gruptan
olanların tamamen ya da tamama yakın bir derecede tüm haklarından yoksun
bırakılma durumunu ifade ediyor. Köleliğin yasal
durumu çeşitli örneklerde farklılık göstermekte- dir. Kimi zaman köleler, yasayla
bütün haklarından yoksun bırakılmış iken kimi örneklerde de konumları bir
hizmetçininkine yakın
olabilmektedir.
Kölelik değişik coğrafyalarda ve
değişik zamanlarda görülmüş bir olgu olmakla birlikte, en tipik iki ör- neğini
–özellikle Yunan ve Roma toplumları
olmak üzere- ancient dünyanın
toplumlarında ve 18. ve 19. yüz- yıllarda
Kölelik, ekonomik bir temele dayanan çalışma ve çalıştırma sistemi (endüstriyel
bir sistem) olarak tanım- lanır. İlk dönem kapitalizmde taşınır kölelik, 15.
yüzyıl ile 19. yüzyıl arasındaki plantasyon
işletmecileri ve Kuzey ve Güney
Amerika’nın köle sahiplerince kullanılan, köle ticareti aracılığıyla
sağlanan emek arzıyla birlikte ‘ucuz’ bir
işgücü sağlama sistemiydi.8 (Bu
işgücüyle ilgili bir fikir verebilmesi
için aşağıdaki tabloya bakınız.) Plantasyon kölelik sistemini yalnızca hukuk sistemi ve onu destekleyen, güçlendiren mekanizma- lar ayakta tutuyordu. Bu türden modern köle sistemleri ayrıca
madencilik şirketlerinde ve endüstriyel üre- timde de görülmekteydi.
Bu sistemde her kölenin itaat edeceği
bir efendisi vardır. Hür bir kişinin yine
hür olan bir kişi üzerinde kuracağı otoriteden farklı olarak, efendinin köle
üzerindeki iktidarı ilke olarak sınırsız biçimde tanımlanır; özel bir yasayla
sınırlandırılmadıkça, efendinin köle üzerindeki iktidarını sınırsızca kullanma
isteğinin sınır- lanması ilişkinin doğasını ihlal etmek olarak algılanır.
Köleler, pek çok açıdan diğer insanlara göre çok daha kötü koşullarda yaşıyorlardı. Kölelerin siyasal hakları yoktur, seçmen olamaz, kamu
organlarına ya da mec- lise
katılamaz. Toplumsal açıdan yok hükmündedir. Kölelik denilince akla gelen şeylerden biri de angar- yadır. (Şüphesiz angarya işler yalnızca
köleler tarafından yapılmıyordu.)
Köle çalışmak zorundaydı, özgür insan gibi –her tür maliyetini göze alarak- çalışmama gibi bir seçeneği yoktu.
Ekonomik bir temele dayalı olarak kavranan ve açıklanan köleliğin ortadan kalkması da
yine ekonomik açıdan verimsizleşmesine
bağlanmaktadır. Bir diğer önemli etki de, köleyi bir eşya/mal olarak gören zihni- yetin
karşısında ‘onu belli haklara sahip bir insan’ olarak gören yaklaşımın köleliğin olduğu ilk çağlardan
itibaren var olmasıdır. Köleliğe
ilişkin bu iki karşıt yaklaşım, her
dönem var olmuştu. Ayrıca Greklerde de, Romalılarda da yabancı köleler ile toplumun –borç vs. gibi
nedenlerle- köleleştirilmiş eski üyeleri
arasında bir ayırım yapıldığı
görülmektedir. Grek ve Romalılarda
borçlu-köleliğin ortaya çıkışı,
kölelik kurumu üze- rinde bazı yumuşatıcı değişikliklerin olmasına sebebiyet verdi.
Kölelik yavaş yavaş efendinin cezalandırıcı yetkilerinin kısıtlanmasıyla yumuşatılmış, evlenme, mülkiyet ve miras gibi kimi şahsi haklara
kavuşturul- muş ve kölelerin azad
edilmesi gibi olanaklar sağlanmıştı.
Zümre
Zümreler
[estates], Avrupa feodalizminin
bir parçasıdır; ancak pek çok farklı uygarlıkta ve gelenekte de onlara rastlanabilir. (Kimi eserlerde ‘zümre’ yerine doğrudan ‘feodalite’ veya
‘mülkler’ tabiri kullanıl-
maktadır.) Zümreler, geçmişte
doğuştan gelen soyluluğa dayanan bir
geleneksel aristokrasinin bulunduğu bölgelerde ortaya çıkmıştır. 3 önemli
özelliği bulunur: İlk olarak, hukuken tanınmışlardı. Her zümrenin, haklar, görevler, imtiyazlardan oluşan hukukî bir kompleks olarak belirli bir statüsü
bulunmaktaydı. İkinci olarak, zümreler geniş bir işbölümünü temsil
etmekteydiler. Üçüncü olarak, feodal zümreler siyasal gruplar konumundaydı. Klasik feodalizmde sadece iki zümre
tanınmıştır: Soylular ve kilise görevlileri. Tom Bot- tomore, 12. Yüzyıldan itibaren feodalitenin
gerilemesiyle birlikte, burgher adı verilen şehir zenginlerinden oluşan üçüncü bir zümrenin
geliştiğini ve hukuksal bir varlık kazandığını ifade eder.9 Anthony Giddens ise (‘zümre’ye
karşılık olarak ‘mülk’ tabirini kullanmayı tercih ediyor ) ‘üçüncü mülk’ün
‘serfler, özgür köylü- ler, tüccarlar ve zanaatkarlar’dan oluşan bir grup
olarak kabul eder.10
Ortaçağ Avrupa toplumu
feodalitenin bir örneği olarak ele alınır. Avrupa’daki
feodaliteye benzerlikleri dikkate
alınarak 12. yüzyıldan itibaren Japonya,
Çin ya da Osmanlı Devleti’nin de feodal bir sistem içeri-
sinde olduğu düşünülmüştür. Ancak
birincisinde bir yerel malikane
sistemiyle yakın ilişkilerin varlığı,
ik- tidarın parçalı yapısı, merkezî
otoritenin zayıflığı vb. durumlara
karşılık ikincilerde varlığını devam ettiren güçlü merkezi geleneksel devletlerin varlığı önemli bir fark yaratır.
Yine Hindistan’ın feodal bir yapıya
sa- hip olduğuna ilişkin iddialar bulunmaktadır. Ancak Hindistan’ın kimi dönemlerde ya da kimi bölgelerinde feodalite özelliği gösteren yapılar olmakla birlikte, genel olarak
kast ilişkileriyle yürüyen ayrı bir yapısının olduğu da bir gerçektir.
Kast
Hindistan’la özdeşleşmiş olarak literatürde yerini alan ‘kast’, sıklıkla, doğuştan getirilen niteliklere daya- lı katı bir tabakalaşma sistemiyle örgütlenmiş büyük ölçekli akraba
gruplarına işaret etmek için kullanılmak- tadır. Hindistan’da Hindular arasında kurulmuş bulunan
kast sisteminin, başka tabakalaşma sistemleriyle
mukayese edilemeyeceği ya
da başka hiç coğrafyada asla
bulunmadığı, bulunamayacağı anlamına
gelmez elbette. Kast sistemi, belli kriterlere bağlı olarak aşırı kapalı,
katı bir hiyerarşik toplumsal
tabakalaşma tipinin
‘ideal tipi’ni oluşturmak isteyenlerin
basitleştirdikleri, fakat bize sunulandan çok daha karmaşık bir sis- temdir.
“Kastın herhalde en açık tanımı, onu ‘içevlilik,
kalıtsal üyelik ve özgül bir yaşam tarzıyla (bu
bazen gelenek uyarınca belli bir
mesleğin sürdürülmesini de kapsar ve
genellikle, arılık ve kirlilik
kavramlarına dayalı olarak, hiyerarşik bir sistemdeki az ya da çok belirgin bir ayin statüsüyle birlikte anılır ) ayırt edilen insanların meydana getirdiği küçük ve adlandırılmış bir grup’ olarak niteleyen Andre
Beteille’in önerdiği tanımdır.” 11
Erken Hindu literatürüne ait
klasikler, toplumu 4 varnaya12 (kasta) bölünmüş olarak tasvir eder: Brah- manlar (rahipler ), Kshatriya (savaşçılar
ve soylular/yönetici sınıf),
Viashya (üretici ve tüccar sınıf) ve Shudralar
(emekçiler ). Varnalar,
farklı ruhsal ve maddi ayrıcalıklara
sahip olmakla nitelenen kategoriler olarak sıralan- mışlardır. Bu dört temel
kasta ek olarak, bir de, ‘dokunulmazlar’
olarak adlandırılan ve yaptıkları işler nede- niyle ‘pis’ olarak görülen ‘kast dışı’ bir
grup daha mevcuttur.
Varna
toplumsal
tabakalaşma modeli, Hint alt kıtasında binlerce yıllık bir süreçte pekişmiştir.
Kastlar arasındaki ve içindeki
başlıca ayrım çizgisi kirlenme kuralları çerçevesinde
ifade edilir. Bu kurallar yiyecek
hazırlama ve paylaşma, evlilik
ve toplumsal ilişkinin her biçimini
etkiler. Yüksek ritüel statülere sahip olan- lar aynı zamanda ekonomik ve siyasal
güce de sahiptir. Kirlilikle ilgili inançlar, kastlar arasındaki bütün
ilişkileri düzenler. Üyeler kastları
dışından evlenemezler, yiyecek ve
içecekler hakkında sıkı kurallar mev- cuttur,
diğer kast üyelerini ziyaret ve
karşılaşmalarla ilgili de ayrıntılı kurallar mevcuttur. Bu kuralların ihlal edilmesi arınmayı ve hatta kasttan dışlanmayı da gerektirebiliyor.
Varna şeması, toplumun
geniş kategorilerine işaret eder ve
bir değerler sistemi temin eder; gerçekte top- lumun toplumsal organizasyonun
birliğini jati adı verilen endogaminin hakim olduğu küçük
gruplar ya da alt-kastlar
gerçekleştirir. Her bir dil bölgesinde 2 binden fazla alt-kast bulunmaktadır. Alt-kastların statüsü, kültürel gelenekleri
ve sayısal gücü bir bölgeden
diğerine, çoğu zaman köyden köye
değişiklik gösterir.
Kast sistemi üzerine yapılan çalışmalar, kast sisteminin
sanıldığından daha dinamik bir sistem olduğunu gösteriyor. “Varna’lar,
Senart’ın klasik bir incelemede belirttiği gibi,
başlangıçta, bazı bakımlardan feodal zümreleri andıran bir görünümüş
taşımışlardır. Karakter yönünden benzerlik taşıdıkları gibi, asıl önemli-
si,
toplumsal grupları mertebelendirmede (papazlar, savaşçılar ve soylular, tacirler ve serfler ) gösterdikleri benzerliğin yanı sıra, gerçekte bütünüyle kapalı gruplar olmayışları bakımından
da bazı benzer noktaları olmuştur. (...) Daha sonraları gelişen jatiler toplumda işbölümü, kabileler
arası işbirliği, ve daha önemsiz de
olsa, dindeki yenileşmeler gibi
etmenler önem kazandıkça sayıca artış göstermişler ve geleneksel kast siste- minin temel birimlerini meydana
getirmişlerdir. (...) Jati, endogam bir gruptur ve bireyin temel izafet grubu- dur. Her grup özeldir ve diğer jati’lerinkinden farklılaştırılmış bir yaşam biçimini içermekte; bugün için gö- reneksel müeyyideler
alanında, daha önceki dönemlerde ise hukuksal müeyyideler alanında özel
kurallara bağlılıkla varlığını
sürdürmüş ve sürdürmektedir. Jati grubunun ekonomik yanı açıktır; büyük oranda birer meslek ve iş gruplarıdır.”13
Jatiler
daha
üst varnanın
pratiklerini benimseyerek kast hiyerarşisi içinde yükselmeye çalışabilirler; bu, varnalar
arasında değil, kendi varnaları içinde yükselmeyle
sonuçlanabilir. Varnalar arasındaki mobilitenin
ancak yeniden-doğumla
sağlanabileceğine inanılır: Kast kanunlarının ya
da dhrahmanın başarılı bir şekil- de yerine
getirilmesi bireye arttırılmış bir karma
kazandıracaktır; böylelikle
birey yeniden doğumla birlikte daha
üst bir statüye kavuşacaktır. Bu
yukarıya doğru hareketlilik, sanskritizasyon olarak adlandırılmakta-
dır. “Bu hiyerarşik toplumun
işleyişi, samsara (reenkarnasyon) ve karma
hakkındaki geleneksel Hindu dinî inaçları aracılığıyla meşrulaştırılır. Bir kişinin bu hayattaki konumu, onun
önceki hayatındaki eylemleriyle
belirlenir.
Shudra veya Dokunulmaz olarak doğan birisi, önceki
hayatında işlediği günahların
karşılığı olarak cezalandırılmıştır.”14
İngiliz sömürge yönetimi, Hint
toplumsal düzenini köklü bir biçimde etkilemiştir. Batı kültürüne ait fikirler,
İngiliz eğitim kurumlarının açılışı, kanun önünde eşitlik prensibini getiren yasal sistem, yeni ekono- mik faaliyetler
ve iş türleri vb. gibi pek çok yeni avantajlar,
yeni imkanlar sunan gelişmelerin
daha büyük bir hareketliliği
doğurduğuna ve daha alt sınıfların önünde yeni
ufuklar açtığına ilişkin yaygın bir
değerlendir- me vardır. Fakat hala bu
konularda tüm Hindistan’ı kapsayıcı net bir değerlendirme yapmak mümkün ol- muyor. Şehirde ya da kırsalda kast sisteminin farklı
konulardaki etkilerinin düzeyinde farklılaşmalar gözük- mektedir; yerel ya
da ulusal düzeyde de yine kast sisteminin etkisinin boyutları
farklılaşabilmektedir. (Kast sisteminin çağdaş dünyadaki durumuna ilişkin değerlendirmeler, yorumlar ve bu konuda yapılan çalışma- lar hakkında daha ayrıntılı bilgi için bkz.
Rita Jalali, a.g.m.; ve Tom
Bottomore, a.g.e.)
Toplumsal Sınıf ve Toplumsal Statü
18. yüzyıldan itibaren gelişip ortaya çıkan endüstriyel toplumlarının karakteristik grupları olarak top- lumsal sınıflar; diğer tabaka türlerinin aksine, yasal ya da dinsel
düzenlemelerle kurulmazlar. Kapalı değil, görece açık gruplardır. Sınıflar arasındaki sınırlar, açık seçik değildir.
Farklı sınıflara üye insanlar arasında evliliklere getirilmiş herhangi bir yasal ya
da dinsel sınırlama söz konusu değildir. Herhangi bir bireyin sınıfı, diğer
tabaka türlerinde olduğu gibi, doğuştan ‘verili’
değildir. Elbette her birey, belli bir
toplumsal ortama doğar, ancak mevcut toplumsal durumunu, sınıfını
değiştirebilme ihtimali her zaman için söz konu- sudur. Bu anlamda, en azından,
kısmen elde edilmiş bir özelliği bulunmaktadır. Sınıflar arasında aşağı ya
da
yukarı yönde gerçekleşebilecek bir toplumsal hareketlilik (sosyal mobilite/toplumsal akışkanlık) ihtima-
linin önünde, diğer tabakalaşma türlerinde olduğu gibi bir engel yoktur.
Tartışmasız bir biçimde ekonomik
temelli bir gruplardır. Sınıflar; ekonomik
olmayan faktörlerin çok daha önemli
olduğu diğer tabakalaşma türlerinden farklı olarak, maddî kaynakların sahipliği
ve denetimindeki eşitsizlikler temellidir. Sınıf
sistemle- ri, esas olarak, kişisel olmayan
daha büyük ölçekli ilişkiler üzerinden işler: Sınıf farklılaşmaları için önemli bir temel, ücret ve çalışma koşulları arasındaki
eşitsizliklerde yatmaktadır ve bir bütün olarak ekonomide geçerli olan
koşulların bir sonucu olarak şekillenir ve
belirli meslek kategorilerinde çalışan herkes söz konu- su durumdan
etkilenirler.
Sanayi toplumlarındaki toplumsal
tabakalaşma, toplumsal sınıfların yanı sıra statü gruplarının da var-
lığıyla daha karmaşık bir hal almış
durumdadır. Bu ikisi arasındaki farkı ilk gören, inceleyen ve dile geti- ren
kişi Max Weber oldu. Weber’in
görüşleri, bir anlamda, kapitalist toplumu analizinde sınıf kavramına dayanan Marx’a
cevap verme çabasının ürünü olarak da değerlendirilebilir. Marx’ın
sınıf konusundaki yaklaşımlarını
daha önce ele almıştık. Burada Weber’in ‘statü grupları’ üzerinden yapmış olduğu analizler kısaca
değerlendirmeye çalışılacaktır.
Weber’e
göre sınıflar “‘sosyal
topluluklar’ değildir; yalnızca toplumsal eylemin mümkün ve
muhtemel te- mellerini temsil eder. (...) Sınıf konumu, kişilerin mal, yaşam koşulları ve kişisel yaşantılar
için sahip olduk- ları tipik olanaklar demektir. Bu olanaklar ise, verili bir ekonomik düzen içinde gelir
sağlamak üzere mal
ya da beceri harcama gücünün
derecesi ve türü ya da bu gücün yokluğu tarafından
belirleniyor olmalıdır.
‘Sınıf’ terimi, aynı sınıf konumunda
bulunan insanlar grubu anlamına gelir.”15 “Sınıfların tersine, statü grup-
ları genellikle sosyal
topluluklardır. Ancak çoğu zaman, pek
biçimlenmemiş dağınık topluluklardır. Tümüyle
ekonomi tarafından belirlenen
‘sınıf konumu’na karşı tanımlamak istediğimiz ‘statü konumu’ndan negatif
toplumsal onur ölçüsü
tarafından belirlenen tüm tipik öğelerdir.”16
Weber’e
göre de, toplumsal tabakalaşma toplumdaki güç eşitsizliğinin örgütlenmiş
halidir. Başka bir de- yişle, Weber
çağdaş sanayi toplumundaki tabakalaşmayı ‘iktidar/güç’ kavramı üzerinden
irdelemeyi tercih eder. Ona göre kurumsallaşmış iktidar, üç temel etkinlik
alanına ayrılmaktadır: Ekonomik, toplumsal ve
si- yasal. Bu alanların her birinde
de iktidar sınıf, statü ve parti
temeline göre biçimlenir.
Ekonomik alanda iktidar, Weber’e göre, sınıf sistemine göre
tabakalaşır. Benzer ekonomik çıkarlara ve
benzer ekonomik güce sahip olanlar aynı sınıfa dahil olurlar. Weber’de, Marx’tan farklı olarak, ekonomik sı-
nıflar sadece iki tane değildir ve sınıflar arasındaki karşıtlıklar yıkıcı nitelikte değildirler.
Toplumsal alanda iktidar, statü
boyutuna göre tabakalanır. Aynı
toplumsal saygınlık düzeyinde bulunan ve
benzer yaşam ölçütlerine sahip olan
kişiler statü gruplarını oluştururlar. Bunlar birbirlerini toplumsal
eşitleri
olarak görür, çocuklarının aynı grup içinde evlenmelerini
sağlayacak önlemler alır, aynı
toplumsal etkinlikleri, beğenileri ve
özel davranış kalıplarını paylaşırlar.
Statü gruplarında, kişinin toplumsal alandaki gücü başkalarından gördüğü
saygı/prestij derecesine göre belirlenir. Sınıfın nesnel ve ekonomik bir konum olmasına karşılık
statü kişisel değerlendirmelere tabiidir ve
topluluk içinde kabul edilmiş ölçütlerle belir- lenmektedir. Eğitim düzeyi,
akrabalıklar, meslek vs. kişinin topluluk içindeki statüsünü belirlemeye yardım
ederler.
Kurumlaşmış iktidar alanları
içerisinde üzerinde en az durduğu alan, siyasal
iktidar alanıdır. Weber’e
göre siyasal alandaki iktidar, bireyin herhangi bir toplumsal eylemi
etkilemekte kullanabildiği gücün ölçüsünden anlaşılır. Genellikle siyasal
iktidar örgütlenmiş bir siyasal
parti aracılığıyla kullanılır. Siyasal iktidar, ekonomik ve
toplumsal alandaki iktidarı yansıtabilir. Partiler
sınıf ya da statü gruplarınca
belirlenen çıkarları temsil edebilir,
üyelerini de bunların birinden ya da diğerinden devşirebilir, bazen sınıf bazen de statü partisi
niteliği taşıyabilir, bazen bu kategorilerin hiç birine dahil
olmayabilir.
Toplumsal tabakalaşma ve toplumsal hareketlilik konularında son
dönemde yapılan araştırmalar, meslek farklılıkları açısından,
mesleklerin prestij derecelerine göre yapıldılar. Amerikan
sosyolojisinin yaygınlaşması ile birlikte, Amerikan toplumunun tarihsel ve bugüne özgü niteliklerini merkeze alan
sosyolojik yaklaşımların, kavramsallaştırmalarının yaygınlaşmasıyla birlikte statü grupları, statü onuru, saygınlık,
prestij gibi konular da genel bir yaygınlık
durumu yaratmaktadır. Ancak
Batılı sanayi toplumla- rında yaşanan
değişimlerin, toplumdaki sınıf farklarını ve
sınıf çelişkilerini oldukça yumuşattığı da
bir ger- çektir. ‘Saygınlık’ temelli bir tabakalaşma, iki büyük ve uç sınıf arasındaki boşluğu ‘statü
grupları’ aracılı- ğıyla doldurmakta
ve farklı bir tabakalaşma tanımı
getirmektedir. Bu yaklaşımda
toplumsal tabakalaşma; az çok belirlenmiş statü konumlarının sürekli
dizilerinden meydana gelen bir olgu ve sadece mülkiyet ile olan ilişkilerle değil, birden çok faktör tarafından
belirlenen ve kitle toplumu
sınıflarını ve sınıf tanımlarını kabul etmeyen
bir gerçeklik olarak tanımlanmaktadır:
“Böylece, değişik düzeylerdeki statü grupları arasında ilişkiler, çelişki niteliği
taşımayan, rekabet ve çe- kememezlik niteliğindedir. Orta
sınıfların sayısal bir artış
göstermesi, orta sınıfların genel
nüfus içinde gitgide büyük bir orana varması,
toplumsal hiyerarşiyi, keskin bir
ayrım; yani belli başlı toplumsal
grup- lar arasında keskin çelişkiler olmaksızın, sadece bir prestij mertebeleri
dizisi (ya da statüler dizisi) sayan görüşün toplumsal düşünce üzerinde
etkinlik kazanmasına yol açmış; bu görüşün yayılması
ise, sınıf bi- lincinin artmasını bir ölçüde önlemeye yaramıştır.”1
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder