Sosyolojik
inceleme yapan birisi, sosyolog,
araştırma konularına zihinleri bütünüyle
boş olarak yaklaşmaz- lar. Konuları
ne olursa olsun, incelemekte oldukları olayın belli yönleri üzerine
yoğunlaşmakta, yoğunlaşa bilmektedirler. Araştırma
konularına belli kabuller ile yaklaşırlar, bazı araştırma yöntemlerine ağırlık verirler
ve cevap aradıkları belli sorular bulunmaktadır. Bunun anlamı,
araştırmalarının, sosyolojik teorilerin geliştirdiği şekilde olaylara bakış tarzlarına dayanmaktadır. Teoriler bunları
açıklayıcı ve sistemli olarak ortaya koyar.
Sosyal
teorisyenler, varsayımlarını sistematik olarak
geliştirirler ve teorilerinin
toplumsal hayatı ne ölçüde
açıkladığı kapsamlı olarak anlatmaya
çalışırlar. Bundan daha da önemlisi, davranış ve
toplumların işleyiş biçimleri ve
süreçleri ile ilgili yeni genel anlayışlar geliştirirler.
Bu
bölümde, özellikle II. Dünya Savaşı esnasında ve sonrasında geliştirilen ve
sosyolojik araştırmalarda yaygın bir şekilde kullanılan
belli başlı sosyolojik teorilerin genel bir değerlendirilmesi yapılacaktır.
Toplumsal
dünyada insanlar karşılıklı ilişki
halinde bulunurlar, başka bir deyişle, toplumsal etkileşim ha- lindedirler.
Sosyolojik teori, toplumsal dünyayı
açıklamak için bir model önerir. Son derece soyut bir şeydir sosyolojik teori.
Zira toplumsal etkileşim hakkında konuşmak, aile ve okul gibi işlevsel olarak birbirlerinden farklı toplumsal
sistemlerden bahsetmek demektir. Bunların çoğunluğu da, toplumsal gerçekliği
bir bütün olarak kavrama ve açıklama
iddiasında bulunan, ancak yalnızca
uzmanları tarafından anlaşılabilen özel dil- lerdir.
Sosyolojik
teoriler, yalnızca gerçekliği
resmeden birer model ya da
gerçekliğin yeniden inşa
edilmesinden ibaret bir şey değildir; “onlar aynı zamanda [toplumsal gerçekliğe
ait] parçaların nasıl bir araya
getirilebile- ceğini anlatan birer kullanma kılavuzudurlar.”1 İnsanların davranışlarının
gözlemlenmesi ve bu gözlemler sonucu
ortaya konan davranış kurallarının yeniden yapılandırılması
sonucu ortaya çıktıkları, dolayısıyla da
–insana
bir tür yaşam kılavuzluğu teklif
eden felsefe, ideolojiler ya da
dinler gibi sistemlerden farklı olarak- bilimsel oldukları iddiasını taşırlar.
Fakat bu ayrıştırmanın ne ölçüde geçerli olduğunun yoğun bir şekilde
tartışıldığı hatırda tutulmalıdır.
Teorilerin toplumsal gerçekliği ve gündelik hayatın işleyişini parçalara ayırarak, parçalar arasındaki
ilişkileri soyutlayarak ele alma
çabası, teorilerin gerçeklikle ilişkisinin bazı zamanlar ortadan kalkması gibi
riskleri de içinde barındırır. Soyut ve
uzmanlara hitap eden dili nedeniyle
teori, çoğu insan için sıkıcı da olabilir. Ancak
gündelik sohbetlerde, gazete köşelerinde ya
da televizyon talk-şov programlarında konuşulan töre cina- yetleri, okullardaki cinsel taciz ya da şiddet, evlilik yaşının
yükselmesi ya da boşanma oranlarının
artması, nüfusun yaşlanması vs. gibi
pek çok konu aslında sıkıcı bulunan bu kuramlar eşliğinde ya da gölgesinde konuşulur. Şüphesiz
sosyolojik teorilerin sıkıcılığına ve
soyutluğuna karşın, gerçek hayat çok
daha renkli ve canlıdır.
Sosyolojik teorilere ihtiyacımızın olup olmadığı elbette tartışılabilir; ancak “Bizim bu konuda ne
düşündü- ğümüzün bir önemi yok; gündelik hayatı
kuram olmaksızın ifade edemeyeceğimiz
apaçık ortada duruyor. Zira kuram, bahsedilen gerçeklik hakkında varsayımlar yürütmek ve bunların vuku bulmasını ummaktır.”2
Günlük
rutin işlerimizden daha kapsamlı ve
uzun vadeli toplumsal olgulara –ne
olduklarına, nasıl meydana geldiklerine, nasıl işlediklerine, nereye varacaklarına,
nasıl davranmamız gerektiğine, neden belli bir biçim- de davranmamız
gerektiğine vs. varıncaya dek- hemen her şey hakkında bir teorimiz
vardır. Her gün hayata yeniden
sıfırdan başlamamak için, irili ufaklı pek çok sayıdaki bu teorilere ihtiyaç duyarız.
Gerçekte, top- lumsal hayatta işleyen
bu türden pek çok teorinin varlığını
günlük rutin işlerimizde hissetmeyiz bile. Alış-
kanlık haline gelmiştir bizim için; o alışkanlarımıza güvenerek günlük hayatımızı
sorunsuzca yürütürüz.
Bir
aksama olduğunda, varlığını fark
edemediğimiz yapıların, sistemlerin ve teorilerin üzerine düşünmeye başlarız.
Comte, Marx,
Durkheim, Weber, Simmel gibi klasik
sosyal teorinin kurucu isimleri,
içinde bulundukları top- lumların yaşadığı
hızlı değişimin toplumsal doğasını ve
sonuçlarını kavramaya ve yorumlamaya çalıştılar. Bu çaba; bir yandan
yaşanılan değişimin doğasını anlamaya dönüktü, diğer yandan da söz konusu değişime yön vermeye. Bu uğraşta
her bir düşünürün toplumsal hayatı
anlamak için belirleyici öncülleri diğerlerin- den farklı idi. Örneğin Durkheim
ve Marx bireye dışsal güçlerin gücü üzerine yoğunlaşırken, Weber bireyle-
rin dış dünyadaki yaratıcı eylemde bulunabilme yeteneklerini
merkeze alıyordu. Marx ekonomik sorunların önceliğine işaret ederken, Weber daha geniş etkenler dizisine vurgu yapmaktaydı. İnsanlık tarihi boyunca yaşanan değişimi bilimsel olarak açıklama iddiasını taşımakla birlikte, her
birisinin bu tarihin temel dinami- ğinin ne olduğuna ilişkin önerisi farklıydı.
Bilimsellik iddiası ve düşünsel rakiplerinden daha bilimsel olduğu- nun veya
ilgili alanda yegane bilimsel görüş olduğunun kabul edilmesi,
o teorinin, bugünün ve geleceğin
top- lumuna yön verme hakkını
–dönemin dünyevi ve metafizik dünyaya ilişkin her tür düzenlemenin yegane meşru kaynağı olarak aklın ve
bilimin görülmesi nedeniyle- bilimsel
olarak elde etmek açısından önemliydi, hala da öyledir. Klasik sosyal
teori içerisinde öne çıkmış yukarıdaki isimlerin düşünceleri etrafında gerçek-
leştirilen tartışmalar sosyoloji tarihi boyunca karşımıza çıkar. Toplumsal hayatı ve
gerçekliği açıklama çabaları,
sonraki yıllarda –yukarıda isimleri zikredilen düşünürlerle belli etkileşimleri
bulunan- farklı kuramlar tarafından sürdürülmüştür. Burada, söz konusu bu
nisbeten daha yeni tarihli bazı
kuramlar ele alınacaktır: Yapısal-işlevselcilik,
çatışma teorisi, sembolik etkileşimcilik, fenomenolojik sosyoloji, postmodern
sosyal teo- riler, feminist teori.
İşlevselcilik,
Yapısal-İşlevselcilik ve Yeni-İşlevselcilik
İşlevselcilik;
toplumu, –bir istikrar ve dayanışma ortaya çıkarmak üzere- farklı parçaları birlikte işleyen bir sistem olarak görmektedir. Bir
sistem işlevsel terimlerle kavramlaştırılırken, bu sistemin ve unsurlarının nasıl çalıştığına ilişkin
bir dizi varsayım oluşturulur.
Bunlar arasında öne çıkan üç tanesi vardır:
(1) Bir siste- min öğeleri işlevsel olarak karşılıklı ilişki içindedir; (2) Bir
sistemin oluşturucuları bu sistemin süregiden iş- leyişine genellikle olumlu
katkılarda bulunurlar; (3) Pek çok
sistem diğer sistemler üzerinde etkide bulunur. Bunlar aynı zamanda tüm bir
organizmanın alt sistemleri olarak görülebilirler.3 Bu teoriye göre, sosyoloji, toplumun parçalarının birbirleriyle ve
bir bütün olarak toplumla ilişkilerini incelemelidir.
İşlevselcilik;
bir toplumsal pratik ya da kurumun
işleyişinin araştırılmasını, o pratik ya
da kurumun toplu- mun varlığının devamına yaptığı
katkının çözümlenmesi olarak görür. Charles Darwin, Herbert Spencer, Auguste Comte ve Emile Durkheim de dahil olmak üzere işlevselciler, toplumun
işleyişini canlı bir orga- nizmanın işleyişiyle
mukayeseli bir biçimde ele alırlar.
İşlevselci yazarların toplumun
işleyiş biçimini açık- lamakta kullandıkları genel benzetme, sürekli değişen
bir çevrede varlığını sürdürebilmek
için koşullara adapte olmaya ve evrimleşmeye, ‘denge’sini korumaya
ve kendi bedeninin her parçasının
düzgün şekilde işlerliğini sağlamaya
çalışan bir organizma benzetmesidir. İşlevselciler toplumun parçalarının tıpkı
insan be- deninin değişik organlarında olduğu gibi, toplumun bütünü için yararlı olacak biçimde birlikte
çalıştıklarını ileri sürmektedirler. İnsan bedeninde her bir organın nasıl bir
işlevi varsa, toplumda da her bir
olgunun, her bir kurumun toplumun bütünlüğü ve
sürekliliği için gördüğü bir işlev vardır.
Dahası, parçalar/kurumlar işlevlerini
yerine getirdikleri müddetçe vardırlar. Dolayısıyla bir toplumsal bileşenin işlevinin tahlil edilmesi de, onun
toplumun varlığının sürmesinde
yüklendiği işlevi/görevi anlamak anlamına gelir.
İşlevselcilere
göre, toplumun normal hali düzen ve
denge içinde olmasıdır. Bu düzen ve denge ise, toplumun üyeleri arasındaki ahlakî
mutabakata/konsensusa bağlıdır. Toplumsal uyuma ve düzene verdiği
aşırı önem nedeniyle işlevselcilik,
ampirik değişme sürelerine açıklık getirmede yetersiz
kalan bir yaklaşım- dır: “(...)
açıkça belirtirsek, işlevselcilik toplumsal değişmeyi açıklama yeteneğine sahip olmayan bir toplum görüşüdür.”4
Kaynağı
Talcott Parsons
(1902-1979)’ın yazıları olan yapısal-işlevselciliğin
toplum modeli II. Dünya Savaşı’n- dan sonra uzun bir süre, özellikle
de 1930-1970 arasında ABD ve Avrupa’daki
sosyolojik düşünceye egemen oldu.
Küresel bir toplum kuramı geliştirmek amacıyla
klasik sosyologların, özellikle de Durkheim ve
Max Weber’in görüşlerinden bolca yararlanan
“Parsons’ın yaptığı şey işlevselciliğe ‘yapı’yı getirmesi, toplumun kendi üyelerinin üstünde ve ötesinde kendine ait bir hayata
ve yapıya sahip canlı bir varlık olduğu düşünce- sini teorik ve bilimsel bir önerme haline getirmesidir.”5
Parsons, işlevselcilerin hayatta kalmak
için sürekli dengesini korumaya
çalışan (değişen dünyaya adapte olmaya çalışan) bir canlı organizma olarak toplum benzetmelerinin yanı sıra, toplumu açıklamak için ‘sis-
temler’ yaklaşımı kullanır. Ona göre toplumlar, birbirinden oldukça
farklı alt-sistemlerden oluşan, hepsi birbiriyle
karşılıklı ilişki ve bağımlılık
içinde bulunan, bağımsız ve kendine-yeten sistemlerdir. Örneğin ekonomik
sistem nitelikli işçi için eğitim sistemine, okullar gelecekteki öğrencileri
için aileye bağımlıdır.
Bu alt-sistemlerin her biri, bir
toplumun varlığını sürdürebilmek
için yerine getirmesi zorunlu olan 4
temel ihtiyacın karşılanmasını
sağlarlar: (1) Adaptasyon (Adaptation-A); (2) Amaca ulaşma (Goal Attainment-G); (3) Bütünleşme (Integration-I); ve (4) Varlığını
sürdürme (Latency-L). Bunlar,
literatürde–İngilizce kelimele-
3 Mark Abrahamson,
İşlevselcilik, çev.
Nilgün
Çelebi, Konya,
1990, s. 3-5.
4 Anthony
D. Smith,
Toplumsal
Değişme
Anlayışı: İşlevselci Toplumsal Değişme
Kuramının Bir Eleştirisi, çev. Ülgen Oskay,
İzmir: Ege Üniversitesi
Edebiyat Fakültesi Yay.,
1988, s. 2.
5 Martin
Slattery, Sosyolojide Temel
Fikirler,
Ümit
Tatlıcan ve
Gülhan
Demiriz
(yay.
haz.), Bursa: Sentez Yay.,
2007, s. 375.
rin
baş harflerinin bir araya getirilmesi suretiyle- kısaca A.G.I.L. olarak bilinir.
Durkheim’den güçlü bir biçimde etkilenen Parsons, temel değerler sistemini
“istikrarlı ve etkili bir sosyal sistemin kalbi ve damarlarındaki kan” olarak görür. Bu temel değerler sistemi,
uygun şekilde kurulduğun- da, sadece tüm farklı alt sistemlerin mükemmel
eşzamanlılığını sağlamakla kalmayıp, bireyin entegrasyo- nunu temin eden
değerler kodu ve normlar setinden
oluşur. Temel değerler sistemi sayesinde, herkes ve
her
şey mükemmel uyum içindedir ve
sistem düzgün olarak işler. Her biri kendine has bir kişiliğe, tutku ve arzulara sahip olan bireyler; sosyalleşme,
toplumsal kontrol ve rollerin gereği
gibi oynanmasıyla toplumsal
bütünleşmeye dahil edilirler. Her
birey, toplumsal hayat içerisinde
birbirinden farklı pek çok rolü yerine
ge- tirmek zorundadırlar; her ne kadar dışsal bazı zorlamalar söz konusuysa da,
bireyin kendisinden beklenen rolleri yerine
getirmesinin kaynağı insanların sosyal
sisteme olan bağlılıklarıdır. Bu içsel motivasyonun
kay- nağı, etkin bir sosyalleşmedir.
Bu noktada Parsons da, Durkheim
gibi, temel değer sisteminde ahlaklılığın önemine vurgu yapar.
İnsan
eylemini otomatik, dışsal zorlamaya
dayalı ya da bencil tepkiler şeklinde açıklayan davranışçı yaklaşımları
reddeden Parsons, yine Durkheim ve Weber’in görüşlerinden yararlanarak, sistematik toplumsal sistem analizini bir toplumsal
eylem teorisiyle birleştiren tutarlı ve
iradeci bir toplumsal sistemler teorisi geliştirmek amacındadır. Böylece bütün bir bireysel ve grupsal etkinlikler kaosundan bir
toplumsal düzenin nasıl ortaya
çıktığını, varlığını nasıl
sürdürdüğünü ve bireyi toplumla
nasıl bütünleştirdiğini açıkla- maya
çalışır.
Bütün
bu çabasına rağmen, Parsons’ın insan
doğası anlayışı, aşırı determinist olduğu, insanları kişilik ve özgür iradeden yoksun ‘kuklalar’ gibi gördüğü gerekçesiyle eleştiriye uğramıştır. Onun teorisi, toplumsal konsensüse ve düzene aşırı vurguda bulunan, iktidarın
etkisini göz ardı eden, hızlı, özellikle de devrimci değişmeleri açıklama yeteneğinden yoksun, muhafazakar bir yaklaşım olarak değerlendirilmiştir. Ayrıca fazlasıyla ABD’ye
özgü bir yaklaşım olarak görülmüş,
soyut ve çetrefil dili nedeniyle de eleştirilmiştir.
Parsons’ın açık işlevler ve örtük işlevler ayrımıyla meşhur Robert K. Merton ve bütünleştirici bir güç olarak çatışma
fikrinin sahibi Lewis Coser gibi iki
öğrencisinin yoğun uğraşları, yapısalcı-işlevselci
teorinin zayıf- lamasını yalnızca
geçici olarak durdurmuştur. 1970’lerden
itibaren Karl Marx ve Max Weber’in
daha radikal ve çatışmayı merkeze
alan yaklaşımları Avrupa’da ve ABD’de
daha etkin bir konuma geldiler.
“İşlevselcilik
yoğun akademik eleştiriler alsa da, onun mirası oldukça önemlidir. (...) Parsons’ın fikirlerinin çoğu 1980’lerde yeni-işlevselcilik
tarafından, özellikle Jeffrey Alexander4ın
çalışmasıyla ve hatta bu yaklaşım ve
kavramlardan yararlanan [Jürgen] Habermas ve [Niklas] Luhman gibi yazarların
sistem yaklaşımlarıyla yeniden
canlandırılmış ve yenilenmiştir.
Günümüzün
çatışmalarla dolu ve bölünmüş dünyasında, yapısal-işlevselcilik,
oldukça muhafazakar, hatta arkaik ve
sosyolojik açıklamayla daha az
ilintili olarak görünse bile, sosyolojinin bağımsız bilimsel bir di- siplin
olarak kurulmasında temel bir adımı oluşturmuştur. O savaş-sonrası Batı dünyasını
hakimiyeti altına aldı ve halen toplumsal düzen ve bütünleşmenin açıklanmasında büyük bir
değere sahiptir.”6
Jeffrey Alexander; işlevselciliğin genel bir okul
olarak anlaşılabileceği, zira Parsons’ın
çalışmalarında sistem- li bir kuramdan ziyade
aynı yaklaşımın birçok farklı
biçimine rastlandı görüşündedir. Alexander,
işlevsel- ciliği bir kuram olarak görmez. Ona göre işlevselcilik, toplumsal
kurumlar ile onların ortamları arasındaki sembiyotik ilişkilere odaklanmış bir
betimlemedir ve bu haliyle, istikrarı (dengeyi) analiz yapmanın referans noktalarından birisi
saymakta, yapısal farklılaşmayı ise
toplumsal değişimin önemli bir biçimidir.
Eylem ve
sistem, Parsons’ta olduğu gibi,
Jeffrey Alexander’da
da merkezî kavramlardır. Bu kavramları makro-mikro karşıtlıkları temelinde
değerlendirmektedir. Alexander, bir
talihsizlik olarak gördüğü bu iki alanı birbirine karşıt olarak ele almak
istemez; en azından aralarında keskin bir çizgi çekmek istemez. Bu durum, olsa
olsa, bulgusal anlamda bir fayda sağlar ve
kurumsal anlamda da olguları tasnif etmede iş gö- rürdü. Makro-mikro, yapı-eylem,
yapı-özne, toplum-birey gibi klasik
sosyal teoride karşıtlıklar olan ele
alı- nan düzeyler, gerçekte, sürekli
olarak birbirleriyle etkileşim
halindedirler. Makro mikroyu etkiler, bunun
6 Martin
Slattery, a.g.e., s. 381.
tersi
de geçerlidir. İnsanî etkileşim, eylemleri
etkileyen yapıları üretir. Alexander
sistemi makro analiz düze- yinde, toplumsal eylemi
de mikro düzeyde değerlendirir. Her ikisinin ilişkisinden sistemi üreten
toplumsal eylem ve toplumsal eylemle sonuçlanan sistem ortaya
çıkar. Toplumsal eylem, eylemin oluşumunda aynı anda etkili olan
“yorum” ve “strateji belirleme”
şeklinde iki düzeyden oluşur.
Bu
toplumsal eylem sistemi üretir.
Sistem, Parsons’ta olduğu gibi, bir
eylem sistemidir; fakat Alexander sis- temi ‘kültür’, ‘toplum’ ve ‘kişilik’ olmak üzere üç alt sisteme ayırır. Bu üç sistemin
her birisi aynı anda var- dırlar ve birbirlerini bir dizi biçiminde
tetiklemezler
Yapısal-işlevselciliğe
dayanan fakat aynı zamanda,
fenomenolojik sosyoloji gibi, özneye
ve eyleme yoğunla- şan mikro kuramları yeniden inşa eden karmaşık bir toplum modeli geliştirmeye çalışan Jeffrey Alexander, düşünceleriyle,
sistem kuramının o determinist yaklaşımından
ciddi ölçüde uzaklaşır.
2.
Çatışma Teorisi
Çatışma
teorisyenleri, toplumları ve toplumsal kurumları bir arada işleyerek denge yaratan, birbirlerine da- yanan
kısımladan oluşan sistemler olarak gören işlevselciliğin aksine, toplumu bireylerin, grupların güç elde etmek için birbirleriyle
mücadele ettikleri ve çatışmanın denetim altına alınmasını
bir grubun geçici bir süre için rakiplerini bastırdığı bir arena olarak
değerlendirirler.
Çatışma
teorisi, temel olarak iki farklı gelenekten beslenir. Bunun da ötesinde, çatışma teorisi içerisinde değerlendirilen
sosyologlar arasında farklılıklar
bulunmaktadır. Fakat yine de, bu
homojenliği gevşek olan bu teori kapsamında değerlendirilen isimlerin
ortaklaştıkları üç temel nokta mevcuttur: (1) İnsanların hepsi bazı temel
çıkarlara sahiptir. (2) Tüm çatışma yaklaşımının
merkezinde, toplumsal ilişkilerin çekirdeği ola- rak güç (power ) bulunur. (3) Değerler ve düşünceler,
bütün toplumun kimliğini ve
hedeflerini belirleyen araçlar olmaktan ziyade, farklı grupların kendi amaçlarını
gerçekleştirmek üzere kullandıkları silahlardır.
Çatışma
teorisi, temel olarak, birbirinden farklı iki gelenekten beslenir: (1) Karl
Marx (C. Wright Mills, Frankfurt Okulu [Eleştirel Teori], Pierre Bourdieu); (2) Max Weber (Ralf Dahrendorf, Lewis Coser, Randall Collins). Bu iki
temel geleneğin yanı sıra, bir de
farklı bir yaklaşım sergileyen Georg Simmel ve Chicago Okulu’ndan da etkilenen çatışma teorisini kullanan
sosyologlar bulunmaktadır.
‘Eleştirel Teori’nin kökeni, Frankfurt
Üniversitesi’nde 1923’te kurulan
Frankfurt Sosyal Teori Okulu’nda bir- likte çalışan bir
grup Marxist ve Yahudi akademisyenin çalışmalarıdır. Merkezin ilk müdürü Theo Grün- berg’di, fakat okulun motor gücünü Theodor Adorno ve
Max Horkheimer’in çalışmaları
oluşturuyordu. Walter Benjamin,
Erich Fromm, Herbert Marcuse ve daha
pek çok düşünür merkezle ilişkili olmuşlardı. II. Dünya Savaşı koşullarında
çalışmalarının bir bölümünü ABD’de gerçekleştirmek zorunda kalan
Frankfurt Okulu’nun yaşayan son üyesi
Jürgen Habermas’tır.
Eleştirel
Teori, asla tek bir düşünce
olmamasına ve üye yapısı
sürekli değişkenlik gösteren bir okul olsa da, bu isim altında değerlendirilen
isimleri birleştiren noktalar; ortodoks Marxist düşüncenin çağdaş olaylar
ışığında yeniden değerlendirilmesi ve özelde totalitarizmden nefret, Nazi Almanyası
ve Sovyet komünizmi- nin otoriter rejimlerinin bireysel özgürlüklere ve insanlığa karşı yarattıkları tehditler
ve kapitalizmin baskıcı ideolojisidir.
Eleştirel Teori’yi tek ve
birleşik bir sosyolojik düşünceler topluluğu olarak tasnif etmek zordur. Okul;
Marxizmi Freudcu kavramlarla, felsefeyi psikanalizle, ekonomik araştırmayı
–aileden kitle iletişim araçlarına, ekonomi ve
devlete kadar birçok sosyolojik
alanla ilişkili- tarihsel ve
kültürel analizlerle birleştir- meye
çalışan disiplinlererası bir yaklaşımı
temsil etmektedir.
Okulun
çalışmalarını yoğunlaştırdıkları alanlar olarak karşımıza şu dört temel konu
çıkıyor: (1) Modern bilimsel analizin temeli olarak, bir bilgi teorisi olarak ve modern sosyolojinin temeli olarak ciddi
bir pozi- tivizm ve amprisizm
eleştirisi. (2) Gelişmiş toplumlardaki yeni
egemenlik biçimlerinin analizi. (3) Kültür endüstrisi analizi. (4) Modern
toplumda ‘bireyin göreli özerkliğinin bile neredeyse ortadan kalkma eğilimi
sergilediği’, ‘rasyonalleşmiş, otomatlaşmış, tamamen idare edilen bir dünya’ haline gelme eğilimindeki bir çağda,
bireyselliğin varlığını
sürdürebileceği konusundaki karamsarlık.
C. Wright Mills (1916-1962), ABD’deki
sosyal bilimler kurumuna karşı gelen
bir asi olarak değerlendirilmek- tedir. Akademisyenliğinin yanı sıra aktivist yanıyla da tanınan Mills, pek çok sosyoloğun
dönemin temel problemleriyle
yüzleşmekten kaçındığını, oysa sosyolojinin görevinin bu problemlerle yüzleşmek
ve onları eleştirel bir
perspektiften analiz etmek olduğuna inanır. Amacı
toplumu açıklamak kadar sosyal
reformlar
da
yapmak, Amerikan toplumuna sosyolojiyi tanıtmak ve sosyolojik tahayyülü geliştirilebilmekti. Amerikan liberalizminin kritik eşiği
aştığına ve bu yüzden bir rehavet dönemine girdiğine inanan Mills, Weber’in
ve giderek Marx’ın çatışma teorisine
yönelir. Soğuk Savaş’ın iki tarafında
da yaşanan ‘çağımızın ahlaki rahat-
sızlığı’ndan, kitlelerin siyasal ve toplumsal seçkinlerin kontrolü altına
girmeye başladığı bir dönemde çağ-
daş aydınların manevi liderliklerini sürdüremediklerinden ve modern sosyal bilimlerin teorik ve
yöntemsel yetersizliklerinden şikayet eder. Türkçe’ye de çevrilen Toplumbilimsel Düşün, İktidar
Seçkinleri, Dinle Yankee! gibi eserlerinde de bu düşünceleri doğrultusunda
toplumsal hayatta olan biteni en açık bir dille analiz
etme- ye gayret göstermiştir.
Pierre Bourdieu (1930-2002),
toplumun, sınıflar ve sınıfa dayalı çıkarlar ve ideolojiler
bağlamında çözümlene- bileceğine ilişkin Marxist görüşe karşı çıkar. Çalışmalarının büyük bir kısmı, eğitimin
ve kültürel faktörlerin bağımsız
rolü ile ilgilidir ve modern
toplumlarda okul içi eğitim kurumlarının önemini vurgular. Toplumla- rı sınıflar esasına
çözümleme yerine, bir alan kavramı kullanır; yani, tıpkı bir oyunda olduğu gibi,
insanların manevra yaptıkları,
stratejiler geliştirdikleri ve arzu
edilen kaynaklar için mücadele ettikleri toplumsal bir alan: Bourdieu akademik alan, dinsel alan, ekonomik alan ve
güç alanından söz eder. Ona göre bir alan,
onun için- den güç ilişkileriyle yapılandırılmış bir toplumsal statüler
sistemidir. Farklı alanların oldukça özerk olabileceğini ve daha karmaşık toplumlarda birbirinden
oldukça farklı pek çok alanın olabileceğini vurgular. Örneğin
modern
toplumlarda politika profesyonelleştirilmiş ve
özerklik kazandırılmıştır, kendine özgü kuralları var- dır ve
politikanın işleyiş tarzı ve
sağladığı güç, ekonomik süreçlerin bir işlevi olarak görülemez. Nihai nok-
tada, farklı alanlardaki güç çok hayatî
olan farklı sermaye şekillerine bağlıdır.
Bourdieu,
üç temel sermaye tipi olduğunu iddia
eder: (1) Ekonomik sermaye, (2)
Toplumsal sermaye; ve (3) Kültürel sermaye. Bunlardan birincisi, ekonomik
kaynaklara egemendir; ikincisi ise ilişkilere. Üzerinde en fazla durduğu sermaye tipi ise, ebeveynlerin çocuklarına verdiği
kültürel sermayedir. Farklı sınıflar arasında-
ki zevklerin nasıl farklılaştığı üzerinde durmuştur, fakat en büyük ilgisi
kültürel sermayenin bireylerin eği- tim süreçlerini, başarılı ya da başarısız olma durumlarını vs. nasıl
etkilediğine yönelikti. .
Bourdieu’nun
teorisi; bir ekonomik sınıfın kendi kendisini yeniden
nasıl ürettiği ve ayrıcalıklarını bir son- raki kuşağa
nasıl aktardığı ile ilgilidir. Bu noktada kültürel sermaye oldukça açıklayıcıdır. Kültürel sermaye ile tahlillerini geliştirirken Bourdieu, kilit önemdeki habitus kavramını geliştirmiştir. Habitus, nesnel şartlar altında
oluşturulan ancak bu şartların değişmesinden sonra bile devam etme eğiliminde olan, kazanılmış ve sürekliliği olan bir algılama, düşünce ve eylem
şemaları sistemidir. Bu alışılmışlık, Bourdieu’ya göre, sınıfsal yeniden üretimin anahtarıdır.
(Oscar Lewis’in geliştirdiği meşhur Yoksulluk Kültürü kavramı burada hatır-
lanmalıdır.)
Modern
çatışma teorisinin -Weber’in etkisinde gelişen ikinci yaklaşımının- önde gelen isimlerinden biri
Ralf Dahrendorf (1929-2009)’tur.
Dahrendorf, Marx gibi, sanayi toplumlarında toplumsal değişmenin temel di-
namiği olarak tanımlar. Ancak
Marx’tan farklı olarak analizini, üretim araçlarının mülkiyetine sahip olmak veya olmamak üzerinden
değil, iktidar (güç) ve özelde
otorite konumlarına katılma ve
dışlanma üzerinden yapar. Yaklaşımları, Talcott Parsons’ın ve dahil olduğu yapısal-işlevselci
akımın yaklaşımlarına alternatif
olarak gösterilen Dahrendorf’a
göre, sosyolojik analiz toplumsal dayanışma ve
değerler uzlaşısına değil, değişme ve
çatışmaya yoğunlaşmalıdır.
Dahrendorf’a göre otorite bireylerde değil meşru
güç konumlarında bulunur; otorite konumları
bu konumların sahiplerine güç
sağlar ve tabi olanlardan onlara
itaat etmeleri beklenir. Otorite,
tabi
konumdakileri zorlayacak ve
onları kontrol edecek bir yaptırım
gücüne ihtiyaç duyar.
Fakat otorite
konumları sabit değildir ve kişi belirli bir konumda egemen iken,
başka bir konum veya ilişkide tabi konum-
da olabilir. Gecekondu
bölgelerinde yaşayanlar arasındaki hemşerilik ya da himaye
sistemindeki ilişkiler
buna örnek verilebilir. Bölgenin önde gelen kişisi,
kendilerine toprak, gecekondu veya iş temin ettiği hem-
şerileri karşısında egemen
konumda olabilir; ancak mahalli ya da
merkezi idareler ve siyaset karşısında tabi
konumda
bulunabilir.
Otorite
dağılımının yarattığı egemen ve
tabi konumlar düşüncesi Dahrendorf’u çıkar grupları ve çıkar ilişkileri kavramlarını geliştirmeye yöneltir. Her ilişki ve
organizasyonda otorite
konumundakiler statükolarını sürdürmeye,
tabii konumdakiler de değiştirmeye
çalışırlar. Dolayısıyla bu iki
kesimin ilişkisini sürekli olarak bir çıkar çatışması oluşturur. Bu çıkar çatışması, bazı durumlarda
ilişkileri zayıflatır; bazı durumlarda gizli olabilir, bazen açık savaşa
dönüşebilir.
Dahrendorf
toplumda üç grup ayırır: (1) Yarı
gruplar; (2) çıkar grupları; ve (3) çatışma
grupları. Bu tipleri ayrıca (1) gevşek ilişkiler, (2) çıkar grupları, ve (3) toplumsal düzene fiilen meydan okuyan gruplar şeklinde yeniden
sınıflandırır.
Marx’ın
aksine, ‘lümpen proleterya’nın nihayetinde ve
kaçınılmaz olarak bir ‘çatışma grubu’na veya dev- rimci bir sınıfa dönüşeceğine
inanmaz. Bunun için koşulların uygun olması gereklidir. Sınıf dayanışması da, sınıf çatışması da farklı
durumlarda farklı şekillerde yaşanabilir.
Bir dönem sınıf içi dayanışmanın
artması gözlenebilirken refahın arttığı dönemlerde
sınıf için gevşeme söz konusu olabilir. Marx, sanayileşmenin art- masıyla birlikte kapitalist toplumlarda sınıf
dayanışmasının ve dolayısıyla sınıf çatışmasının da artacağına iddia ediyordu. Ancak Dahrendorf’a göre, teknolojinin artmasıyla
birlikte bunun tersi bir durum söz konusu olacaktır; zira bu süreçte işçi
sınıfı farklılaşacak ve kendi içinde
bölünecektir. Artan uzmanlaşmayla birlikte, işçi sınıfı ücret, statü ve becerilerdeki farklılaşmalar yüzünden
birleşmekten çok büyük bir farklılaşma ve
bölünmeye uğrayacaktır.
Dahrendorf’a göre, sürekli çatışma sadece normal ve kaçınılmaz olmakla, sadece kademeli
olarak ve ara sıra gerçekleşen
radikal toplumsal değişimlerin kaynağı olmakla kalmayıp, toplumsal düzen ve bütünleşmenin de temelidir, kaos ve
düzen arasında sonsuz bir gerilim mevcuttur.
Bu anlamıyla Dahrendorf, çatışma ve
uz- laşı/denge teorileri arasında bir köprü kurmaya uğraşan bir düşünürdür. 7
Lewis Coser (1913-2003),
gençlik yıllarında Marxist hareket içinde bulunmuştu; ABD’deki yıllarında
ise Marxist olmamakla birlikte sosyalist
düşüncelere sahip olmayı sürdürmüştür. Yukarıda da belirtildiği üzere, Parsons’ın öğrencisi de olmuştur. Yazıları
her zaman için siyaset ve toplumun yapısı arasındaki ilişki üzerine olan ilgisini yansıtmaktadır. Coser, çatışma teorisi
içerisinde değerlendirilen düşünürler arasında –Marx ve Weber’in yanı
sıra- George Simmel’in çözümlemelerinden en fazla beslenen isim olarak gözüküyor.
En çok da, çatışma ağı ya da toplumu
hem bir arada tutan, hem de mücadele üreten kesişen
sadakatler ile ilgilenmiş- tir. Bu çerçevede
onun en önemli çalışması olan The
Functions of Social Conflict [Toplumsal Çatışmanın İşlevleri] (New York: The Free Press, 1956), Simmel’in dağınık ve bölük pörçük görüşlerinin açıklanması ve geliştiril- mesi olarak
değerlendirilmektedir.
Coser’in çatışma teorisine olan katkıları iki
noktada öne çıkmaktadır: (1) Toplumsal çatışmayı ‘grup çıkarları’na karşı olan
faktörlerden daha başka faktörlerin sonucu olarak ele alması; (2) Çatışmanın toplum-
sal kökleri ile ilgili olarak fazla bir şey söylemez,
ancak –daha büyük bir toplumsal dengelilik ve
değişim da- hil- çatışmanın farklı muhtemel sonuçları arasında ayrım yapması.
Coser,
çatışmanın kökenlerini tartışırken, insan psikolojisi ve duygularının oynadığı roller üzerinde çokça durmuştur. İnsanlarda saldırgan veya
düşmanca ‘güdüler ’ bulunduğu hususunda Simmel ile aynı
fikirde- dir ve yakın ve
sıkı ilişkilerde hem sevgi hem de nefretin bir arada bulunduğunu vurgular. Ona
göre, yakın olmak, gücenme
duygularının gelişmesine bol fırsat sağlayacak
demektir ve böylece çatışma ve anlaşmazlık,
mutlaka dengesizlik durumu veya bozuşma işaretleri olmayıp, insan
ilişkilerinin bir parçasıdır. Düşmanlık ve
çatışmanın alacağı şekiller, ilgili toplumsal yapıların
farklılıklarına göre değişkenlik gösterir. Örneğin, çocukların ebeveynleri ile yaşadıkları çatışma; şiddet bakımından devletler arasında yaşanan
çatışmalardan farklıdır, ancak aynı zamanda çocukların ekonomik
bağımsızlıklarını elde etmiş olup olmadıklarına, çocuk- ların yetişkin rollerine ulaşma yollarının açık
olarak belirlenmiş olup olmadığına, çekirdek aile dışındaki
7 Dahrendorf ’un görüşleri
için bkz. Martin
Slattery, a.g.e., s. 181-187; Alev
Erkilet,
Toplumsal
Yapı ve
Değişme
Kuramları,
An- kara: Hece Yay.,
2007; Ruth
A. Wallace ve Alison
Wlof, Çağdaş Sosyoloji Kuramları: Klasik Geleneğin Geliştirilmesi, çev.
Leyla
Elburuz
ve M. Rami Ayas,
İzmir:
Punto
Yay., 2004, s. 139-149; Margaret
M. Poloma,
Çağdaş Sosyoloji Kuramları, çev.
Hayriye
Erbaş,
Ankara: Gündoğan
Yay., 1993, s. 115-127.
diğer
aile fertlerinin pratik ve duygusal
destek sağlayıp sağlamadıklarına vs. bağlı olarak farklı yapılarda
ve farklı durumlarda farklı
sonuçlar doğuracaktır. Coser, bu noktada, böylesi
‘yapısal’ faktörlerin insanların
duyguları ile olan
etkileşimleri üzerine yoğunlaşır.
Coser’e
göre toplumsal çatışma toplumsal değişime yol
açar. Fakat daha fazla ilgilendiği
husus, çatışmanın toplumsal ya da
grupsal iç bütünlüğü, iç dayanışmayı
ve kimliği koruyup geliştirmedeki
rolüdür. Bu yönüyle, yani grup birliğinin sağlanması ve korunması hususu daha ziyade işlevselcilikle ilişkili bir konu
olarak karşımıza çıkar. Coser de, ilgi düzeyinde işlevselcilere yaklaşır. Bir grubun/cemaatin devam etmesi ve birlik halinde kalmasının mutlaka istenen bir şey olduğu ya da çatışmanın grup/cemaat için bir işleve hizmet etmek amacı ile ortaya çıktığı
şeklindeki işlevselci yaklaşımları
benimsemez. Birlik, Coser’e göre, çatışmanın mümkün sonuçlarından
sadece bir tanesidir.
Coser,
grup/cemaat içi çatışmalar ile grubun/cemaatin dışında olan çatışmalar arasında
ayrım yapar. Dış çatışmanın, grubun
kimliğinin tespit edilmesi açısından gerekli olduğunu düşünür. Başka bir
deyişle, dış çatışmanın grup bilincini ve
bir toplumsal sistem içindeki diğer gruplar ile kendisi arasındaki
farklılıkları ayrıştırarak ve kuvvetlendirerek, grup kimliğini yerleştirdiği görüşündedir. İç çatışma
konusunda Durkhe- im, George H. Mead ve
Marx’ı takip eden Coser, ‘sapkın’ olarak nitelenenlere karşı mücadele etme
örneğin- de olduğu gibi, iç çatışmanın ‘doğru’ davranışı belirleyen normları içermesi nedeniyle, bir grubun/cemaatin kimliğini
tanımlamakta önemli olduğunun altını çizer. Coser, bir grubu/cemaati tanımlama veya
bütünlü- ğünü koruma konusunda iç çatışmanın rolünü tartışırken, bu rolün, iç
çatışmanın grubun ‘temel değer ve
ilkeleri hakkında olmaması şartıyla
geçerli olduğunu da ayrıca belirtir. Bu çerçevede,
‘düşmanca iddiaların ifadesi’ne izin vermeyen katı bir toplumda iç çatışmanın, temel
prensiplere doğru yöneleceğini ve
dolayısıy- la da toplumsal açıdan bölücü, dağıtıcı bir hal alacağını vurgular.
Randall Collins (d.
1941) Weber’in düşüncelerini ve
yönteminin yoğun etkisindedir, fakat belli noktalarda üzerinde
Durkheim’in etkisi de gözlenmektedir. Diğer çatışma teorisyenlerinden farklı olarak, genellikle
sembolik etkileşim ve fenomenoloji
gibi ‘mikrososyolojik’ yaklaşımlarla
ilgili bilinen Mead, Alfred Schutz ve Erving Goffman gibi düşünürlerin çalışmalarından da yararlanmıştır. Bu zengin yararlanma
kaynakları
onun,
toplumsal bütünleşme ile toplumsal çatışmayı özgün bir biçimde birleştirme
çabasının bir sonucu olsa gerektir.
Collins;
insanların bütün toplumlarda peşinden koşacakları servet, güç ve saygınlık
gibi bazı ‘meta’lar olduğu ve hiç kimsenin emir almayı sevmediği ve bundan kaçınmak için elinden gelen her
şeyi yapacağı gibi belli temel
kabullerden hareket eder. Collins’e
göre güç ve saygınlık az
bulunan metalar olduğundan ve
zenginlik de genellikle bunlarla bir arada bulunduğundan, insanların küçük bir
kısmının bu metalardan eşit payın daha fazlasına sahip olma hırsı, diğer
insanların tabi olmak ve
itibarsızlıktan kaçınmak için karşı bir müca- deleye girişmelerini gerekli kılıyor. Birçok farklı şekil alabilecek
bu toplumsal çatışmanın merkezinde baskı vardır, Collins’e göre.
Weber’i
izleyen Collins; hayatta insanların
daha az ya da daha çok kaynak elde
ettikleri, az çok egemen ol- dukları ya da egemenlik altına girdikleri başlıca
üç alan vardır. Bunlar hep birlikte
‘toplumsal tabakalaşma’ örneklerini oluşturur: (1) İnsanların farklı sınıflar halinde tasnif edilebilmelerini sağlayan uğraşıları; (2) yaş, cinsiyet, etnik ve eğitim
gruplarını içeren farklı statü grupları halinde
yaşadıkları cemaatler/topluluklar; ve (3) farklı partilerin politik güç peşinde koştukları siyasal arena.
Collins,
sürekli olarak nihayetinde bireysel
insanlar üzerine çalıştığını hatırlatır. Bu çerçevede, Mead ve Gof-
fman gibi fenomenolojik sosyoloji geleneğinden gelen düşünürlerin, bireysel
deneyimler üzerine odaklan- dıkları ve
bunları sabit ve değişmez şeyler olarak görmedikleri için, toplumsal
etkileşim konularında yarar-
lanabilecek pek çok şey ürettiklerini düşünür.
Gerek
Collins ve gerekse diğer çatışma
teorisyenlerinin, belki de en fazla
eleştiri alan özellikleri toplumsal etkileşime ve bütün bir toplumsal hayata
‘sıfır sonuç’lu bir alan olarak
bakmalarıdır. Başka bir deyişle, on- lar, bir insanın kazancının bir başkasının
buna eşit kaybından oluştuğunu düşünmektedirler. Bu durumun, her zaman böyle olması gerekmediğine ilişkin pek çok
örnek bulunabilir. İkinci bir eleştiri konusu, çatışma teorisyenlerinin düşünceleri yalnızca güçlünün çıkarlarının bir yansıması olarak ele almalarıyla ilgilidir. Pek
çok
durumda, bu anlamdaki dar çıkarcılığın olayların
anlaşılması ve açıklanmasında yetersiz kaldığı aşikar- dır. Üçüncü bir
eleştiri de; çatışma teorisinin bir değişim mekanizması sunmasına karşın bütünüyle tatmin edici olmaktan uzak oluşuyla ilgilidir. Zira çatışma teorisi, bir
grubun gücü daha önce nasıl elde etmiş oldu- ğundan ziyade, nasıl muhafaza ettiğini
daha başarılı bir şekilde açıklayabilmektedir.
3.
Sembolik Etkileşimcilik (Simgesel Etkileşimcilik)
Sembolik
etkileşimcilik, işlevselcilik ve
çatışma teorilerinin aksine, toplumun mikro boyutlarına, gündelik yaşantılarımıza, içinde yaşadığımız gündelik dünyaya
ve insanların ‘sembolik iletişim’
aracılığyıla gündelik yaşantılarında
nasıl etkileştiklerine, düzen ve
anlamı nasıl yarattıklarına odaklanır. Toplumu
içeriden analiz eder ve belirli bir durum veya
yaşam biçimiyle ilgili, insanları güdüleyen
temel faktörleri görmeye çalışır.
Sembolik
etkileşimciliğin ortaya çıktığı Amerikan sosyolojisi, toplumsal yapı ve
toplumsal sınıflara odakla- nan Avrupa
sosyolojisinin aksine, daha ziyade
bireyle ve onun kendi özgürlüğünü ifade etme yeteneği ve yeni sınırlar, yeni mücadeleler yaratma
ve kontrol kapasitesiyle ilgilenir. Avrupa, yönetici
sınıflar tarafından yönetilen bir
toplum olarak değerlendirilir; ABD
ise her zaman bireysel hareketlerin serbest olduğu sınıfsız bir toplum olarak
görülür.
Sembolik etkileşimcilikin öncülleri,
büyük ölçüde, Georg Simmel, Robert Park,
William Isaac Thomas, Char- les
Horton Cooley, John Dewey’in
düşüncelerinde bulunur. Ancak bu yaklaşımın
temellerini insan zihninin işleyişi hakkındaki yorumlarıyla atan George Herbert
Mead (1863-1931); (i) davranışlarını mevcut duru-
ma
veya
oluşturduğu hedeflere göre bilinçli
bir şekilde planlamak ve uygulamak,
(ii) en önemlisi dil olan oldukça farklı semboller aracılığıyla başkalarıyla iletişim kurmak ve
bu sembollerde ifade edilen şeylerin ardındaki anlamı yorumlamak veya
gerekli tepkileri göstermek; ve
(iii) kendinin bilincinde olmak, bir ben- liğe ve ‘benlik imgesi’ne sahip olmak gibi özelliklere sahip
olmasının insanı hayvandan farklı
kıldığını ifade eder. Bu özellikler, insanların çevreleri ve davranışları üzerinde kontrol
kurmalarını sağlar.
Mead’a göre, insanlar bir tür toplumsal düzen
yaratacak biçimde düşünen, bilinçli,
birçok farklı amacın peşinden koşabilen ve
birbirimizle iletişim kurabilme yeteneğine
sahip varlıklar olarak, yalnızca anlam ak- tarma yeteneğine sahip olmakla sınırlı değiliz
aynı zamanda başkalarının sözlerini ve
eylemlerini yorum- lama yeteneğine de sahibiz. Bu anlamlar,
değişmez ya da mutlak değildirler. Anlamlar duruma, bağlamına göre değişir. Aynı sözcük, farklı bağlamlarda farklı
anlamlar kazanabilir. Hatta farklı
vurgularda söylendi- ğinde farklı
anlamlar kazanabilir.
Mead’e göre, toplumsal düzen sadece doğrudan
etkileşimle, birbirleriyle konuşmakta olan insanlar aracılığıyla değil, aynı
zamanda ortak beklentilerin oluşmasıyla da ortaya çıkar. Nasıl
davranmamız gerektiğini sosyalleşerek
ve rol oyunuyla öğreniriz. Bu
rollerin hiç biri, Mead’in analizinde, hiç bir zaman sabit değildir. Onları,
bireylerin kendi imgeleri, güdüleri ve yeteneklerine
göre o anda geliştirdikleri genel taslaklar olarak görür.
Mead,
‘ferdi ben’ ve ‘sosyal ben’ (‘I’ ve ‘me’) ayrımı yapar,
yani kişinin gerçek ‘iç’ benliğini
kamu önünde- ki benlikten, insanların diğerlerinin yanındayken sergiledikleri toplumsal imajdan ayrıştırır. Her
bireyin kendisi için özel arzuları ve
ihtiyaçları vardır, ancak başkalarının bizim hakkımızda neler düşündüğünü
tasavvur edebildiğimiz için bütünüyle
bencilce de davranmayız. Bu yüzden ‘iç’ ben ile ‘dış’ ben arasın-
da
sürekli bir mücadele vardır. Bu mücadele, Mead’e göre, özdenetim olarak adlandırdığımız şeyin, yani kendini sınırlama gerekliliği ortadan
kalktığı durumlarda bile, zihnimizdeki, bedenimizi yönlendirme ve duygularımızı kontrol altında tutma
aracının temelini oluşturur. Sürekli
karşılaştığımız, fakat özellikle de tanımadığımız kişilerin bütün
beklentilerini bilemeyeceğimiz için,
belli genellemeler yaparız. Genelleştirilmiş ötekinin, örneğin bir
cenaze merasiminde gülmeye kalktığımız
bir durumda, hakkımızda neler düşünebile- ceklerine ilişkin bir imge
geliştiririz. Genelleştirilmiş ötekinin beklentilerine her zaman ve mutlaka uyduğu- muz gibi bir durum da
yoktur aslında. Ancak,
genelleştirilmiş diğeri arasından, özellikle bizim için önemli olan kişilerin, yani önemli diğerlerinin baskısına boyun
eğeriz.
Mead,
insanı sosyal bir varlık olarak görür. Toplum da, ona göre,
insanın kendi etrafında yarattığı sürekli bir akış, sürekli bir yaratma ve
yeniden-yaratma, yorumlama, müzakere ve
tanımlama süreci içeren bir dünya-
dır. Bizler hem bireyler, hem de sosyal varlıklarız.
Hem toplumu biçimlendirmekte, hem de onun tarafından biçimlendirilmekteyiz.
Hepimiz birçok farklı minyatür ‘dünya’ içinde –evden işe, okuldan kafe vb.
eğlence mekanlarına vs. geçerek- yaşarız.
Gün içerisinde pek çok farklı statülerden geçer, pek çok farklı rolü oyna- rız. Ancak bu minyatür dünyalar, aynı
zamanda, paylaşılan ortak ve genel bir kültürün parçasıdırlar. Bu
‘dünyaların’ her biri temel bir yapıya sahiptir, ancak belli durumlarda onlar
da değişirler.
Mead’in
analizinde sınıf mücadelesi veya işbölümü değil, birey ve onun zihni, iletişim kurma ve yorumlama yeteneği yer alır.
Sembolik etkileşimcilik gerçek bir toplum tasavvurundan büyük ölçüde yoksundur;
aksi- ne, daha çok bir grup etkileşimi ve
psikolojisine, genel toplumsal eğilimlerden ziyade
insan toplumsal dav- ranışın iç dinamikleriyle
ilgili bir yoruma sahiptir.
Mead’e göre, insan düşüncesi, deneyimleri ve eylemleri özünde toplumsaldır, yani
diğer insanları gerekli kılar ve her
toplumsal etkileşimin temeli, anlamların semboller –özellikle de dil-
aracılığıyla paylaşılması anlamında sembolik
etkileşimdir. Hiçbir nesne –örneğin sandalye,
ev, sevgili veya tutku- iletişim içindeki in- sanların
ona yüklediği anlam dışında hiçbir anlama sahip değildir. Paylaşılan
anlamlar, semboller olmadan ne bir insan etkileşimi, ne de bir insan toplumu var olabilir. Toplumsal hayat ve
iletişim, Mead’e göre, ancak
sembollerin anlamları toplumun üyeleri
tarafından Mead’in ‘rol alma’ adını verdiği
şey ve özel bir sembo- lün yorumu sayesinde büyük ölçüde paylaşıldığında mümkün olabilir. Bireyler ancak bu ‘rol alma’ süreci aracılığıyla hem ‘ferdi ben’ hem de ‘sosyal ben’ olma yeteneği, bilinçli olma ve
bir benlik algısına sahip olma yeteneği
geliştirebilirler. Bireyin içinde yer
aldığı toplum veya grup, kendi üyelerinin davranışları üzerinde bir kontrol kurarken, bireyler de diğerlerinin beklentilerini anlamaya ve
yorumlamaya çalışırlar. Aslında kültür, roller ve toplumsal kontrolün varlığına rağmen, Mead’e göre, insanlar kontrol altındaki
robotlar değildirler ve nasıl
davranacakları konusunda seçimler yaparlar.
Mead’in
talebeleri, örneğin Herbert Blumer, onun bu analizlerini daha da genişlettiler ve
geliştirdiler. Onun ilgisi, insanların niçin belirli biçimlerde davrandıklarını
anlamaktı. Bunun için, yüzeysel laboratuvar
de- neylerine veya
basitleştirici ‘neden-sonuç’ analizlerine başvurarak, toplumun ‘dışarıdan’
değil, daha ziyade içeriden,
katılımcının bakış açısından, ‘doğal’ durumlar içinde araştırılması gerektiğini
savundular ve bu yönde bir
metodoloji geliştirmeye giriştiler.
Mead,
hastalığı nedeniyle ayrıldığı
Chicago Üniversitesi’ndeki
hocalığının son dönemlerinde, kendi düşün- celerine ilişkin yorumlarına büyük
güven duyduğu bir kişi olarak Herbert Blumer (1900-1987)’i işaret
etmiş ve hatta ‘İleri Toplumsal Psikoloji’ adlı dersini
onun sürdürmesini istemişti. Blumer, Mead geleneğini Chi- cago Üniversitesi’nde
yirmibeş yıl sürdürmüş ve emekliliğine
kadar ders verdiği Berkeley’deki California Üniversitesi’nde bir yirmibeş yıl daha
sürdürmüştü. Blumer’in sembolik
etkileşimciliğe başlıca katkıları; yo-
rum üzerindeki
çalışmaları, sembolik etkileşimin üç temel önermesi olan yapı, süreç ve metodoloji
konularında olmuştur.
Blumer’in yorum
ile ilgili tartışması, Mead’in Watsoncu
davranışçılık ya da herhangi bir
mekanik ‘uyarı-ya- nıt’ yaklaşımına
ilişkin görüşlerinin daha genişletilmiş şeklidir. Mead gibi Blumer de,
-mantıksal olarak, sembolik etkileşimin eşyayı
aktörün/öznenin açısından anlamaya verdiği önemin bir sonucu olarak değer-
lendirilebilecek olan- insan etkileşimin bilimsel açıklamalarında,
gözlemlenebilir davranış ile öznel deneyim ya
da gizli davranışın da dikkate alınması gerektiğini savunur.
Blumer
için yapı,
bir ‘deli gömleği’dir. Mead gibi
o da, insanları her zaman etkin, her zaman çabalayan ve uyum sağlayabilen varlıklar
olarak kabul eder ve Mead’in totplum
ile ilgili anlayışı ile, toplumu bir yapı
ola- rak kabul eden yaygın sosyolojik
görüş arasında bir fark olduğunun altını çizer. Fakat Mead’in, toplumda yapının varlığını
reddetmediğini de vurgular. Toplumsal roller, statüler, mertebeler, bürokratik
örgütler, kurumlar arası ilişkiler, farklı ayrımsal otorite ilişkileri gibi toplumsal
yapıları kabul etmekle birlikte,
insan davranışını yalnızca bunların
belirlemediğini ifade eder.
Blumer’in sembolik etkileşimciliğe yaptığı başlıca katkılardan bir tanesi, bu yaklaşımın metodolojisini geliştirmiş olmasıdır.
Metodolojik sorularla ilgili tartışmaları; saha çalışmaları, etnografya ve
niteliksel sosyolojinin kullanımı ve yaygınlaşması
gibi etkilerde bulunmuştur. Bu çerçevede
toplumsal dünyayı doğrudan incelemek ve daha yakından
tanımak için ‘keşfetmek’ ve ‘yakından incelemek’ adını verdiği iki sorgulama yöntemi önerir.
Sembolik
etkileşimcilik içerisinde değerlendirilen bir diğer sosyolog, çalışmalarıyla Peter
Blau gibi bir ras- yonel seçim teorisyenini,
Randall Collins gibi çatışma teorisyenini
ve etnometodologlara ilham vermiş, etki- lemiş bir kişi olan Erving Goffman (1922-1982)’dır.
Goffman da, Blumer gibi, Mead’den etkilenmiştir. Bu etki, onun Gündelik
Yaşamda Benliğin Sunumları ([The Presentation of Self in Everyday Life, 1959], çev. Özde Duygu Gürkan, İstanbul: Metis Yay.,
2009) isimli ilk eserinden itibaren görülür.
O da, sıkı bir Mead takipçisi olarak, insanları etkin ve zeki varlıklar
olarak kabul eder. Stigma ([Damga] 1963) isimli çalışmasında, her
şey kendi- lerine karşı olduğunda dahi bir ben
duygusunu muhafaza etmeyi başarabilen yaratıcı,
aykırı ya da bir şekil- de
lekelenmiş kişileri ele alır (bu çalışmasındaki görüşleri ‘damga’ teorisi
olarak adlandırılır). Asylums
([Akıl Hastaneleri] 1961)’da akıl hastalarının bulunduğu bir
kurumda yapmış olduğu gözlemler onu
aynı durumda olan bireylerin oldukça
önemli bir zaman süreci içinde, geniş toplumdan tecrit edilmiş olarak kapalı ve bazı yöntemlere göre yönetilen hayat sürdükleri bir yer olan bütüncül kurum kavramını
icat etmesine götürmüştür.
Goffman, çalışmalarında sembolik etkileşimcilerin
kullanmış oldukları bir çok yöntemi bir araya
getirir: Vaka çalışmalarında elde
edilen verilerle tamamlanan
katılımcı gözlemler, otobiyografiler, mektuplar,
gazete makaleleri ve gazete
ilanları. Asylums’daki yaklaşımını ‘benliğin kaderini ele alan
sembolik etkileşim çer- çevesi’
olarak tanımlar.
Durkheim’in
yazıları ve özellikle de Dini Hayatın İlk Biçimleri isimli
çalışmasından büyük ölçüde etkilenmiş- tir. Bu etkiye bağlı olarak Interaction
Ritual ([Etkileşim Ayini] 1967) isimmli bir eser yazmakla yetinmemiş,
ayin teması pek çok çalışmasında yer
bulmuştur. Örneğin gösterileri, spor olaylarını
ve dans gibi törensel uygulamaları
tartışırken sıklıkla Durkheim’in yaklaşımlarına
göndermelerde bulunur. Ona göre, tehlikeli bir şekilde hastalarla görevliler olarak bölünmüş bir toplum, bu
törenler aracılığıyla kendini bir
arada tu- tabilir. Durkheim’in etkisi, özellikle ilk çalışmalarında bulunmakla
birlikte, sürekli ve çok kapsamlı
olma- mıştır. Zira Durkheim’in yapının
belirleyiciliğine verdiği önem
Goffman’ın yaklaşımlarına uygun değildir. Sonrasında daha ziyade, Simmel’in sayısız küçük sentezleri ve ‘toplumun atomları’ olarak adlandırdığı
bireylerin bağlayıcı ilişkileri üzerine
odaklanır. Son çalışmalarında ise Goffman, yapısalcılığın farklı bir şekline doğru
yola çıkmış gözükür.
Goffman’ın sembolik etkileşimci yaklaşıma yaptığı
başlıca katkılardan biri, insan davranışlarını bir tiyatro oyunu üzerinden ifade ettiği dramaturjik fikirleridir. Bireylerin kendilerini ve etkinliklerini günlük hayatla-
rında nasıl gösterdikleriyle
ilgilenen Goffman, Gündelik Hayatta Benliğin Sunumları’nda, sosyolojik
bir kav- ram olan rol
kavramını almış ve insan
davranışlarını tiyatro sahnesi
üzerinde çözümlemek suretiyle tekrar
açığa çıkarmaya çalışmıştır. Ona göre
toplumsal hayat ya da gündelik hayat, kadın ve erkek
oyuncuların sahne üzerinde, sahne arkasında (arka bölgede) üzerinde çalışmış oldukları rolleri ön bölgede, yani sahnede oynadıkları bir tiyatro oyunu gibidir. Asıl hazırlık arka bölgede gerçekleşir, ön
bölgede olup bitenler –yani, sahnede
oynanan oyun- seyirciyi ustalıkla idare etme çabasıdır. Sahne arkasında aktör,
kostümlerin ayarlanmasından suflör verilmesine,
oyuncunun rahatlamasına varıncaya dek pek çok yardım alır. Sahne önün- de de bu hazırlık sonucunda icraat söz
konusudur. Sahne öne ve arkası faaliyetler iyi düzenlenmediğinde, aktör rolünü
iyi oynayamaz ve gösteri farklı ölçülerde daha az
başarılı olur. Burada Goffman, dikkatimizi
sahne arkasına çekerek, kişinin kendisini kamuya
başarılı bir şekilde takdim etmesi için gerekli gizli işlem- leri anlamamıza yardımcı olmaktadır. Bize gündelik hayat oyununda, aktörlerin/öznelerin
kendilerini evde, okulda, işyerinde,
komşuluklarda ve diğer mikro faaliyet alanlarında nasıl iyi
görüntülediklerini anlatmaktadır.
Goffman’ın bir diğer katkısı, ‘etkileşim düzeni’
hakkındaki görüşüdür. Ölümünden önceki ‘The Interacti- on Order’ ([‘Etkileşim Düzeni’], American Sociological Review, 48 (Şubat
1983):1-17) başlıklı son yazısı,
Goff- man’ın bütün meslek hayatı
boyunca uğraşlarının odağındaki konu hakkındaydı: İki ya da daha fazla bire- yin huzurunda yüz yüze etkileşim alanı.
Bütün
hayatının çalışma konusunu özetleyen –konuşma olarak düşünülmüş- bu yazısında Goffman, etki- leşim düzenini kendi başına bağımsız bir alan olarak ele
alma girişiminde bulunur. Yazıda,
etkileşim dü- zeninin en küçüğünden en büyüğüne kadar temel birimlerini ve tekrar eden yapı ve süreçlerini
özetler: (1) Kişiler (tek, çift,
sıralar, olaylar ya da kuyruklar halinde); (2) Temaslar
(fiziksel olarak aynı yerde bulunmak, telefon konuşması ya da mektuplaşma); (3) karşılaşmalar (bilinçli olarak bir arada
bulunan katılımcılar ); (4) platform gösterileri (konferans, resmi
bir toplantı, bir tiyatro ya da müzik gösterisi); ve (5) kutlama
ile ilgili top- lumsal
gereklilikler.
Wallace ve Wolf’a göre
“Goffman’ın toplumbilimine bıraktığı
miras, başkanlık konuşmasının sonunda, etki-
leşim düzeni üzerinde yapılacak
olan araştırmaya yeni bir yön göstermiş olmasıdır. Meslek
hayatının önemli bir kısmını, itaat
etme durumunda olan insanlar, ayrıcalığı olmayan
gruplar üzerinde odaklanarak, hak- sızlığa uğramış kimseleri incelemekle
geçirmiş olan Goffman farklı bir şey
tavsiye etmektedir. Toplumbi-
limcilerin, ‘kurumsal yetkilere
sahip olan –polis, general, hükümet üyeleri,
ebeveynler, erkekler, beyazlar, ulusçular, medyacılar ve
gerçekliğin yorumlarına resmî bir karakter verebilecek
mevkilerde olanların fayda- lanmakta oldukları toplumsal düzenlemelerin destek
beklemeden çözümlemelerini’ yapmalarını
istemekte- dir.
Burada
Goffman, toplumsal düzende ve toplumsal gerçekliğin yönetiminde güç
alemine hitap eder. İtaat etme durumunda olanlar ile emretme durumunda olan
bireyler arasında tekrarlanan
etkileşim örüntülerini anlamak için toplumbilimcilerin dikkatlerini bu
ikincisinin dünyasına çevirmelerini
ister. Bu tavsiyesinde, toplumumuzda
iktidar mevkilerinde bulunan kimselerin incelenmesi çabasında, mikrososyolojik
araştırma- cıları, çatışma kuramcıları için bir anahtar kavram olan güç ilişkileri ile ilgilenmeye zorlamaktadır. Son çö- zümlemede bu,
toplumbilimi çözümlemesinin mikro ve
makro düzeyleri arasında köprü kurmaya doğru bir çaba olabilir.”8
Netice olarak, sembolik etkileşimcilik,
esas itibariyle, Simmel’in ifadesiyle ‘toplumun atomları’ arasındaki
etkileşim üzerine odaklanan bir toplumsal
psikolojik bakış açısı olarak tanımlanabilir. Bunun sonucu olarak in- san
davranışlarının dondurulmuş bir fotoğrafı yerine
hareketli bir resmi, tepeden bakış yerine
yakın çekim bir resmi olarak
görülebilir.
Sembolik
etkileşimcilik, sosyolojinin ana alanında olan bir yaklaşım olarak kabul edilmez; fakat son yirmi otuz yılda marjinallikten
daha fazla kurtulmaya, pek çok
çekirdek kavramı kabul görmeye
başlamıştır.
ABD’de kurulan bazı dernek ve
yayınlanan dergilerle birlikte
sembolik etkileşimcilik yeniden
canlanmaya başlamış görünüyor. Öznel
anlama ve yapıya karşılık, sürece birinci derecede önem veren
bir yaklaşım, başkasının gözünden görülen başkasının dünyasını yakalamaya çalışan bir metodoloji ile bir arada, başka türlü cevaplanması zor önemli sosyolojik
sorular sormakta ve bu yönüyle de ilgi görmektedir.
4.
Fenomenolojik Sosyoloji
Fenomenolojik
sosyoloji bir çok farklı sosyolojik analiz tipini kapsayan bir adlandırmadır. Fenomenolojik sosyolojinin çıkış noktası,
filozof Edmund Husserl (1859-1938)
tarafından geliştirilen felsefî teoridir. 1960’la-
rın sonu ve 1970’lerde
Alfred Schutz (1889-1959),
onun görüşlerini Mead’in görüşleriyle
birleştirmek sure- tiyle
fenomenolojik sosyoloji olarak adlandırılan ve
kısa zamanda sosyoloji teorileri arasında ilgi gören yak- laşımı geliştirdi. Fakat Schutz’ün fenomenolojik sosyolojinin kurucu temelini oluşturan
çalışmaları 1932’de yayınlanan Weber’in yazıları üzerine olan düşüncelerini içeren
çalışmasına kadar götürülebilir. Schutz, bu
çalışmasında klasik sosyolojinin yeni
bir yorumunu yapmayı deniyordu. Weber’in,
önemini vurgulamış olsa da, verstehen (anlama) veya
pozitivist sosyal bilimlerin
kullandığı ‘açıklama’ kavramına karşı yorumlayıcı sosyolojinin tercih ettiği ‘anlama’ kavramını yeterince açıklamadığı kanaatindedir. Verstehen
bazen sağdu- yusal bilgiyi, bazı durumlarda sosyal bilimlere özgü bir yöntemi anlatır. Schutz’un temel fikri ve katkısı, verstehen’in
ilk anlamını geliştirmesi ve
gündelik hayatımızda kendimizin ve diğer insanların eylemlerini an- lamakta kullandığımız
yorumlama süreçlerini araştırmayı önermesidir.
Fenomenoloji;
birey ve onun bilinçli deneyimleri
ile başlayan ve daha önceden var
olan kabuller, ön yargı- lar ve felsefi dogmalardan kaçınmaya
çalışan bir yöntemdir. Olayları
toplumsal aktör tarafından ‘doğrudan doğruya’
algılandığı şekliyle inceler.
Fenomen sözcüğünün temelde iki anlamı vardır:
(1) Bir algı nesnesi, gördüğümüz, duyularımızla hissettiğimiz ve
algıladığımız bir şeydir. (2) Sıra dışı bir şey, henüz açıklaya- madığımız veya anlayamadığımız normal dışı bir şey. İlk
tanım, dış dünyanın gözlerimizle
algılanabilen kendine ait bir gerçekliğe sahip olduğu varsayımına dayanan
bilimsel ve gündelik bir tanımdır.
İkincisi ise
‘yorumlayıcı’
bir tanımdır; yani kendine has
bağımsız bir gerçekliğe sahip olmayan
fizik dünyayı duyuları- mız aracılığıyla
anlar ve onu kendi yorumlarımıza
göre yeniden yaratırız. Fenomenolojiye
göre, örneğin ger- çekte sandalye veya
masa diye bir şey yoktur; bunlar
sadece belirli işlevler yüklediğimiz
ahşap formlardır.
O nedenle, fenomenoloji fizik dünyanın
asla değişmeyen ve bütün insanlar için aynı olan ‘gerçek’
bir dünya olmadığını savunur. Daha
ziyade o, varoluşu için insanların yorumlarına veya ona yüklediği
anlamlara bağ- lı ‘göreli’ bir dünyadır.
Fenomenologlar
sosyal dünyaya –fizik dünyaya göre- çok daha göreli kavramlarla
bakarlar. Fizik dünyadaki nesneler
(örneğin, ağaçlar, dağlar vs.) insanların nitelendirmelerine bakmaksızın
fiziksel olarak var olmala- rına karşın, sosyal dünyadaki
aşk, suç vb. kavramlar tamamen insanların yarattıkları şeylerdir.
Var oluşları bütünüyle insanların algılarına, yorumlarına ve yükledikleri anlamlara bağlıdır. Benzer
şekilde, pozitivist yaklaşımda
tasvir edilenin aksine toplum, kendine ait bir var oluşa sahip orada bir şey değil, aksine günde- lik yaşantılarımız sırasında rutinlerimiz,
etkileşimlerimiz ve diğerleriyle paylaştığımız
ortak kabullerimiz aracılığıyla yarattığımız ve yeniden-yarattığımız bir şeydir. Bu yorumlama ve iletişimin anahtarı dildir ve kendi toplumumuzun genel
kabullerini/sağduyusal bilgilerini sosyalleşme
aracılığıyla öğreniriz. Sosyal dünya
diğerleriyle birlikte yaşanılan deneyimler aracılığıyla öğrenilen bir dünyadır.
Bu
anlamda, fenomenoloji, insan bilincinin ve
insanların içinde yaşadıkları dünyayı yorumlama biçimlerinin
araştırılmasıdır. Schutz; insanın ‘Yaşantı-Dünyası’nın ‘temellerine inmek’ ve
onun özünü ortaya çıkarmak çabasında
olan Husserl’in yaklaşımlarını
toplumun araştırılmasına uyarlamaya ve
bu kadar göreli ve değiş- ken olan
toplumsal dünyamızın bizleri gündelik
temelde nasıl bir arada tuttuğunu tahlil
etmeye çalışır. Eğer tamamen yoruma
bağlıysa, tamamen zihinlerdeyse, o halde toplum devamlılığını nasıl sağlar? Bu noktada Schutz, gündelik toplumsal düzende üç anahtar öğe
belirler: (1) Sağduyu bilgisi; (2) tipleştirmeler; ve (3) Karşılıklılık.
Özneler-arasılıkla ilgili bu üç unsur, birlikte, gündelik hayatın görünür düzenini yaratır.
Bu genel kabulleri sosyalleşmeyle öğrenir, onlara uyum sağlar ve gerektiğinde onlara ilişkin
algılarımızı değiştiririz. Fenome- nologlara göre toplumsal düzen, o nedenle,
‘müzakere edilmiş’ bi düzen, çoğu insanın gündelik yaşantıları- nı ve
işlerini sürdürmeye çalışırken
içinde yer aldığı ‘yaşantı-dünyasının’ temelini oluşturan pratik bir çerçe- vedir.
Hepimizin
özel bir geçmişi, ilgili ve
istekleri, kendisi ve dünya hakkında bir görüşü vardır; ancak biz bunla-
rı ancak birlikte çalışırken, ortak
anlamlar ve kabullere başvururken hayata geçirebiliriz. Bu ortak kabuller
işlemez hale geldiğinde, temel uzlaşma çöktüğünde toplumsal bir kargaşa ve düzensizlik ortaya çıkar. Bu durum, farklı düzeylerde
ve şiddetlerde karşımıza çıkabilir.
Bu
anlamda Schutz’un toplumsal dünya anlayışı, toplumsal düzenin genel
kabuller ve yorumlara dayalı müzakere edilmiş bir gerçeklik
olduğunu savunan, büyük ölçüde yorumcu bir yaklaşımdır.
Ona göre sos- yoloğun rolü, bu dünyanın
özünü anlamaktır. Bunu yapabilmesi
için hiçbir şeye mutlak gözüyle bakma- dan, aksine dünyayı veya özel bir toplumsal durumu –o olay ya da dünya
içinde bulunanlar gibi- görmeye
çalışarak, tutumlarını askıya veya
‘paranteze alma’sı gerekir. Zira bu dünyayı
yaratan, onlar ve onların yo- rumlarıdır. Bu dünyayı anlamak için ona ‘yabancı’ biri gibi yaklaşmalı, fakat aynı zamanda diğer insanların dünyayı nasıl gördüklerini anlamak için kendi
bilincini, anlayışını ve hatta sezgilerini kullanmalıdır. Bunun yanı sıra, sadece insanların nasıl
davrandıklarını değil, niçin öyle
davrandıklarını anlamak için de insanların gerçek davranış ve eylemleriyle olduğu kadar, güdüleri, duyguları ve düşünceleriyle, tüm duyusal-algı bi- çimleriyle de ilgilenmelidir.
Bu
çerçevede Schutz, gündelik hayatın temelini oluşturan ana kabulleri, insanların kendi hayat tarzlarını, rutinleri düzenlemekte ve diğerleriyle iletişim kurmanın ve
birlikte yaşayabilmenin temeli olarak sağdu- yusal bilgileri inşa etmekte kullandıkları
‘tipleştirmeler’i ortaya çıkarmaya ve anlamaya çalışır. İnsanlar etraflarındaki dünya içinde ortak bir dünya varsayımı
altında hareket ederler ve dünyayı bu varsayım
temelinde anlarlar. Onlar
diğerlerinin gündelik dünyayı
kendileri gibi gördüklerini varsayarlar ve
bu yüzden bir ‘perspektiflerin karşılıklılığı’, sosyal düzen ve özneler-arasılığın temelini oluşturan ve bir arada tutan bir ‘doğal tutum’ söz konusudur. Araştırmacının
rolü, Schutz’a göre, bizzat hayattan uzak soyut kavramlar ve bilimsel teoriler geliştirerek hayatı nesnel ve dışarıdan araştırmak değil, aksine onun içine görmek ve onu üyelerinin
gözüyle görmektir. Toplumsal dünya, yaşayan aktif üyeleri tarafından her gün yaratılan
ve yeniden-yaratılan ve
ortak anlayışlar ve ilişkiler
temelinde yaşantıları biçimlendiren
sürekli de- ğişik halindeki canlı bir sosyal
deneyimdir. O ‘bir Yaşantı-Dünyası’, gündelik deneyimler ve kültür dünyası- dır. Hayatın
anlamı, üyelerinin onu yaşarken her zaman bilinçli ve aktif olarak yükledikleri anlamdır.
5.
Etnometodoloji
Başlangıcı
Harold Garfinkel (1917-2011)’in
1945’te mahkeme jüri üyelerinin
müzakerelerine ait bant kayıtla- rını çözümlemesine kadar geri götürülebilen etnometodoloji,1 insanların
etraflarındaki dünyayı anlamak için kullandıkları metotları
ifade eden bir terimdir.
Parsons’ın öğrencisi, Schutz’ün fenomenolojik düşüncelerinden büyük
ölçüde etkilenmiş biri olan Harold Garfinkel’in kurucusu olduğu etnometodoloji, onun 1967’de yayınlanan
kitabı Studies in Ethnomethodology ile
birlikte bağımsız ve bilinçli bir
araştırma girişimi olarak gelişmeye
başladı.
Genellikle
yorumlayıcı/anlamacı sosyoloji geleneğinin
bir parçası olarak değerlendirilen etnometodoloji; gün- delik hayatın, insanların gündelik işlerini sürdürmekte
kullandıkları rutinler ve kuralların
dostlar veya aile, iş arkadaşları veya müşteriler, yabancılar veya
tanıdıklar olarak diğer insanlarla alışverişleri
ve ilişkilerinde kullandıkları
normların ve değerlerin
araştırılmasıdır. Tamlamanın ‘etno’ kısmı, bir grubun üyeleri ya
da halk veya insanlar olarak tercüme edilecek olursa, terim, ‘üyelerin kendi toplumsal dünyalarını anlama yöntemleri’ olarak ifade edilebilir. Etnometodoloji, insanların günlük etkinliklerine verdikleri anlam (bu etkin- likleri
nasıl anladıkları) ile ilgilidir. Bir başka deyişle, etnometodoloji, birçoğu
olduğu gibi kabul edilen, alış- kanlık haline gelen ve sorgulanmadan yapılan
yaşam dünyasına bir problematik olarak yaklaşır.
Etnometodologlar,
araştırmalarının merkezine gündelik gerçekliği yerleştirirler. Onlara göre toplumsal dü- zeni oluşturan şey;
gündelik hayatın rutinleri ve sağduyusal anlayışlarının ardından yatan ortak fikirler, karşılıklı
beklentiler ve paylaşılan anlamlardır. Garfinkel’in araştırmasının temel bir özelliği,
toplumsal dü- zenin oldukça kırılgan doğasını aydınlatmak için doğal deneyler yapmaktı.
Örneğin, o gündelik rutinlerin önemini aydınlatmak için, öğrencilerinden
–kalabalık bir otobüste yüksek sesle şarkı söylemek
veya
yaşlı bayanlar ve hamile kadınları
yerlerini kendilerine vermeye
zorlamak vb. gibi- bu rutinleri bilinçli olarak ih- lal etmelerini istemişti.
Bu
türden deneylerden hareketle
Garfinkel, toplumun sıradan üyelerinin gerçekliği yorumlama çabalarının
yanı sıra, bu gerçekliği her gün yaratma (ve
yeniden-yaratma) kapasitesine sahip olduklarını açıklamak için üç temel
kavram geliştirdi: (1) Dökümanter yorum metodu, (2) refleksivite, ve
(3) bağlama gönderimlilik. Dökümanter yorum ile her gün gördüğümüz ve yaşadığımız
olağandışı çeşitlilikteki olgunun belirli temel kalıplarını belirleme
biçimimizi ifade eder. Bu genel kalıpları yaşadığımız
özel olayları anlamakta kullanı-
rız. Toplumsal hayat bu nedenle
refleksiftir; yani her özel parça daha genel bir temanın bir yansımasıdır/ kanıtıdır ve aynı zamanda her yansıma veya kanıt da genel temanın bir parçasıdır.
Her biri bir diğerini ay- dınlatmakla kalmaz, ‘kendini doğrulayan bir kehanet’ gelişir. Genel gerçeklik
anlayışımız bireysel kanıtları önceden belirlenmiş –ve toplumsal hayata
ilişkin orijinal resmimizi doğrulayacak-
biçimde özel kanıtlar seç- meye ve yorumlamaya yöneltir. Hiç bir kelime ya
da eylem, ilgili konuşma veya
durumun yer aldığı bağlam dışında
bir anlama sahip değildir. Her bir ifade, bağlama-gönderimlilik kavramı
ışığında değerlendirecek olursak, ifade edildiği bağlama, ifade ediş biçimine,
ses tonuna, mimiklere bağlı olarak farklı anlamlar kaza- nabilir ve farklı şekillerde yorumlanabilir.
Nitekim
Garfinkel ve pek çok etnometodolog için, dil ve bir etkinlik olarak konuşma sadece dünyayı anla- makta değil, aynı zamanda onu yaratmakta da kullandığımız bir araçtır. Sözcükler yalnızca olan şeyi ifade eden semboller
değil, şeyleri yaratmanın, toplumun işleyişinin temel
araçlarıdır. Bu kavram, etnometodo- loglar arasında o kadar önemsenir ki, Harvey Sacks gibileri ‘konuşma analizi’ni
müstakil bir alt-disiplin ha- line getirmeye
çalışmışlardır.
Garfinkel, özellikle, geleneksel sosyolojinin
toplumsal düzenin sokaktan insanları görüşleri ve açıklamala-
rının ötesinde ve
üzerinde kendine ait bağımsız bir gerçekliğe sahip olduğuna ilişkin yaklaşımlarını çürüt-
1 Terim,
Garfinkel’in Yale’deki
kültürel
arası
dosyaları incelerken
‘etnobotani,
etnofizyoloji, etnofizik’ başlıklı bölümlerle
karşılaşması sonucu ortaya çıkmıştır. Garfinkel, jüri üyelerinden beklenen ve
jüri
üyelerinin jürilik
yapmalarını
sağlayan,
başvurdukları
ve
–bilimsel olanın
karşıtı
olarak-
sağduyuya
dayalı bilgiyi
yakalamaya çalıştığı ‘jüri
üyelerinin müzakereleri projesi’nde
‘metodoloji
yapmakta
olan jüri üyeleri’ ile
karşı
karşıya olduğunu
düşünmüş
ve bu
fikri ifade etmek için de etnometodoloji başlığının
uygun olacağına
karar
vermiş. Zira
bu tamlamadaki ‘etno’; bir
üyenin, toplumu veya herhangi bir
konu hakkında sahip olduğu sağduyusal
bilgiyi ifade etmektedir.
meye çalışır. Sıradan insanlar, sadece
toplumun talimatlarına uyan ‘kültürel
aptallar’ değildirler. Ona göre,
sosyologların toplumu anlama metotları özünde sokaktaki insanlarınkinden üstün
değildir. Sokaktaki insan da bir anlamda sosyologtur. Sosyologların rolü,
sadece insanların içinde yaşadıkları
‘dünya’yı her gün nasıl yarattıkları ve
yeniden-yarattıklarını betimlemek
ve açıklamaktır. Toplumsal kurallar,
Garfinkel’e göre, ‘ya- pı’ya
ve ‘toplum’a hakim ve
belirleyici bir konum veren yaklaşımların tasvir ettiklerinin aksine, toplumsal sistemdeki ve ortak kültürdeki zorunlulukların bir
sonucu değildirler. İnsanlar toplum tarafından kontrol edilen ve koşullandırılan pasif aptallar
değildirler; daha ziyade onlar,
gündelik yaratma ve yeniden-yaratma süreçlerinin aktif
katılımcılarıdır.
6.
Görüş Açısı Teorisi (Standpoint Theory)
Fenomenolojik
sosyolojinin, alışılagelmiş kabulleri sorgulayan,
kültürel olarak öğrenilmiş fikirlere meydan
okuyan ve gündelik hayatı
anlayabilmek için alışılagelmiş
olanları problematik hale getiren tutumunun bir örneğini Dorothy E.
Smith’in gerçekleştirdiği kadınlık
tartışması oluşturur. Ona göre, kadınlığın feminist açıdan araştırılması,
toplumsallaşma yoluyla üretilen ve kadınların bir şekilde boyun eğdikleri
bir normatif düzenden farklı bir yerden
bakmaktır.
Dorothy
Smith’in görüş açısı kuramı, ikincil olarak görülen bireylerin gündüz/gece hayatlarını
araştırmakta- dır. Smith’in kuramı, kadın bakış açısı üzerine odaklanmışsa da,
görüş açısı kuramı, Patricia Hill
Collins’in siyah kadınların durumunu
analiz etmesi gibi, ikincil durumda olan başka bireylerin bakış açılarını da kap- sar: Yoksul beyaz kadın ve erkekler, homoseksüel kadın ve erkekler, Avrupa’da ve ABD’deki
göçmenler ve azınlıklar, dinsel gruplar
vs...
Smith’in
feminist görüş açısı kuramı, hem toplumsal-yapısal,
hem de toplumsal-psikolojik öğeler içerir. Çalışmaları mikrososyolojik ve makrososyolojik çözümleme düzeyleri arasında köprü kurmaya çalışır. Ka- dınların gündelik
deneyimlerinde yaşanan erkek egemen yapılar ve
kadınların bu deneyimler hakkındaki düşünceleri üzerine yoğunlaşan Smith, kendi
yaklaşımını, Marx ve Engels tarafından geliştirilen tarihsel
materyalist yaklaşım ile Garfinkel’in etnometodolojisinin
bir sentezi olarak değerlendirmektedir.
7.
Postmodernizm/Postmodernite
‘Postmodern’
sözcüğünün kayda geçen ilk kullanımı 1870’lere
kadar uzanır. Sonraki yıllarda bazen olumlu, bazen olumsuz anlamlarda
kullanılsa da, kesin anlamını 20. Yüzyılın ikinci yarısında kazanmaya
başlar.
1870’lerde İngiliz ressam John Watkins Chapman, dönemin devrimci yeni sanat üslubu empresyonizmin ötesine
geçen sanatın ‘postmodern resim’ olarak tanımlanabileceğini öne sürmüştü. 1917’ye
kadar ‘post- modern’, savaşın tahrip
ettiği Avrupa’da gelişen yeni militarist ve anti-hümanist kültür tarzını tanımlamak için yazar Rudolf Pannwitz tarafından
kullanılmaktaydı. 1920’ler ve 1930’larda ABD’li
teolog Bernard I. Bell, dünyevi
olanı reddeden ve dinî inancı seçen
bir kişi olarak postmodernistten olumlu
anlamda söz ediyor- du. Tarihçi
Arnold Toynbee, meşhur eseri A
Study of History’de [(1934-1961) orijinali 12 cilt olan eserin 2 ciltlik
hülasası Tarih Bilinci olarak Türkçe’ye çevrildi (1. Baskı, İstanbul: Bateş Yay., 1978)], Avrupa tarihinin
1870’lerden sonraki dönemi için ‘Batı
tarihinin post-Modern Çağı’ olarak, iki ‘dünya’
savaşının kanıtladığı üzere kültürel
çöküşün belirlediği bir çağ olarak söz ettiğinde terimin kötümser/olumsuz anlamı geri dön- dü. Postmodern bir
dünya, yerine geçtiği modern dünyadan
(1475-1875) yaşamak için hem daha az
güvenli, hem de daha az cazip bir yerdi. Nihayet kavramı II. Dünya
Savaşı sonrasında inşa edilen
prefabrik evleri işaret etmek üzere
kullanan mimarlık teorisyeni Joseph
Hudnut’la birlikte, terim
‘ultra-modern’ anlamını kazanmaya
başladı. Hudnut’un postmodern insanı duygusuzdu ve kendi yaşamının
niteliğini artırmak için bilime ümit bağlıyordu. Postmodernizmin, kavram olarak
mimarlık alanında kök saldığı açıktır. Bu çerçeve- de, mimarlık teorisyeni
Charles Jenks, postmodernizmi teorik bir kavram olarak popüler hale getirmek
için çok yoğun uğraş vermiş bir
kişidir.
Postmodernizm
teriminin teorik bir bütünü ifade ettiği konusunda
bir mutabakat bulunuyor. Bu bütün, Je-
an-François Lyotard ve Jean Baudrillard
gibi yazarların metinlerinden oluşan
bir seçki ile bu seçkinin, -bir kısmı, postmodernist olarak adlandırılmayı
kabul etmeseler dahi- Jacques Lacan, Roland Barthes, Michel Foucault ve Jacques Derrida gibi post-yapısalcılar tarafından kaleme alınmış
başka bir metinler kümesince belli bir tarzda okunması sonucunda
geliştirilmesini kapsıyor.
Lyotard,
terimi icat eden kişi olmamasına karşın, postmodernizmi sosyolojinin
ilgilendiği bir konu haline getiren metin (La
Condition Postmoderne: rapport sur le savoir, Paris: Minuit, 1979) [Postmodern Durum, çev. Ahmet Çiğdem, Ankara: Vadi
Yay., 2000]) ona aittir. Lyotard, bu eserinde, ileri kapitalist
toplumlarda yaşa- yan insanların, en azından 1960’ların başından itibaren postmodern bir
dünyada yaşadıklarını ilan etmişti. Lyotard’ın yeni olarak yaptığı;
postmodernizmin yalnızca yeni bir yaratıcı
teori tarzı ya da bütünü olmadığı,
aynı zamanda geçmiş iki yüzyıldaki bilimsel faaliyetlerin –sosyal
bilimsel faaliyetler dahil-
meşrulaştırdığı iki büyük mit ya da
‘üst-anlatı’ya duyulan inancın artık geniş ölçüde geçerliliğini yitirdiğinin
geç de olsa farkına varıldığı genel
bir toplumsal durum olduğunu ilan etmekti: Bir yandan, 20. Yüzyılın büyük suçla- rında tüm bilimlerin suç
ortaklığı yapmış olması nedeniyle ‘özgürleşme miti’ne duyulan inanç
yitirilmiş; öte yandan ‘doğruluk
miti’ne duyulan inanç, -Paul Feyerabend, Thomas Kuhn vb. gibi- bilim
tarihçileri ve fel- sefecilerinin
şüpheci düşünceleri sonucunda silinip yok olmuştu. Lyotard’a göre, genelleşmiş bir eğilim olan
‘üst-anlatılara
inanmama’nın en açık sonucu, ileri kapitalist toplumların sakinlerinin artık,
ne eylemlerinin değerinin ne de
önermelerinin doğruluğunun bir garantisi olduğu, yalnızca ‘dil oyunları’nın gözlenip kültü- rel alanda hiç bir ekonomik
kısıtlamanın olmadığı bir dünyada yaşıyor olmalarıdır.
Postmodernistler
geleneksel sosyolojiyi bütünüyle
reddederler. Hatta onlar toplumun
bütününü, geçmişi, bugünü ve
geleceğini analiz edebilecek etraflı ve tam kapsamlı bir sosyolojik teori
ihtimalini de reddederler. Onlar toplumların evrim süreci sonucunda veya
devrimlerle daha iyi bir geleceğe doğru, daha insani, daha uygar ve rasyonal gelişme evresine doğru
ilerlediği düşüncesini reddederler. Bilimsel yöntemi reddeder ve akıl ve
nesnelliğin toplumun hakikatini ve
temel tarihsel gelişme yasalarını
ortaya çıkarma potansiyelini de kabul etmezler. Özünde onlar,
modern sosyolojiyi mevcut haliyle
güncelleştirmeye karşı çıkarlar.
Postmodernlik
hangi kılığa bürünürse bürünsün, modernist sembolik düzenlerin çözülmesini
beraberinde getirmektedir. Tüm evrensellerin varlığını,
modernliğin söylemlerinin ve gönderme yaptığı kategorilerin (özne, topluluk, devlet, kullanım değeri, toplumsal sınıf vs..) örgütsüzleşmiş
kapitalizmi artık açıklayama-
dıkları
gerekçesiyle ikar eder ve onun yerine
yeni bir ‘paraloji’ kültürünü
geçirir. Yaşam dünyalarının çoğul- laşmasıyla tanımlanan postmodernizmin en fazla
göze çarpan özellikleri, Bauman’ın ifade ettiği, ‘çeşitlilik, olumsallık ve
muğlaklık’, ‘kültürlerin, komünal geleneklerin, ideolojilerin, yaşam biçimlerinin ya da dil oyunlarının sürekli ve
indirgenemez çoğulluğu’dur.
Postmodern
toplum biçimlerinin karakteristik özelliklerini, postmodernist teorisyenlerden bağımsız olarak, toparlayacak olursak karşımıza şöyle bir tablo çıkıyor:
Modernizmin temel özelliklerinden bir
tanesi farklılaştırma, ayrıştırma ise
eğer, postmodernizmi de bunun tersiyle,
yani farklılaştırmama, ayrıştırmama ile tanımlamak mümkündür.
Modernizmde işlevsel olarak farklı- laşan, birbirlerinden ayrılan ve ayrıştırılan ne varsa (örneğin bilim ve
ahlak, bilim ve sanat)
postmodernizm- de tekrar bir araya
getirilir. Fakat bu süreç sistemsiz bir çözülme ve parçalanma şeklinde olmaz.
Aksine bu, sanatçıların kolaj yapmaları
gibi bilinçli bir inşadır.
Forma
ilişkin ilkelerin ve estetik
ölçütler posmodernizmde galip gelir. Retorik
önem kazanır. Bir ifadenin
etkisi, doğruluğundan daha merkezi bir konuma sahip hale gelir. Zarf mazruftan daha önemlidir. Sunuş biçimi, içerikten daha önemlidir. Figürler,
ironi ve metinlerarasılıktır. Bu durum, metinler –gerçekliğe değil-
diğer metinlere dayanmasına sehep
olur.
Mekansal
olarak merkez ve çevre ayrımı daha
muğlak hale gelir. Merkezileştirme yerine
merkezsizleşme gündeme gelir. Bunu artık tek bir merkezden ziyade bir çok çevreye sahip olan, eski merkezleri gücünü yi- tirmiş metropollerde
gözlemek mümkündür. Merkez ve çevre
birbirine karışmaktadır. Bu durum sosyolojik teoride şu şekilde ifadesini
bulur: Özne artık merkezde değildir; Foucault’nun ifade ettiği gibi, modern in- san resmi ‘kumdaki bir
suret’ gibi kaybolabilir. Tek bir
merkez yerine, yan yana
pek çok merkezin bulunma- sı; farklılıkların yan
yana yaşamasını öngören bir hoşgörünün gelişimine katkı sağlayabilir.
Postmodernizmin
bir başka görüngüsü kültüre karşı yeni
uyanan ilgiyi temsil eden kültürleşmedir. Günü- müzde siyaset ve
kültür, ekonomi ve kültür içiçe
geçmişlerdir. Kültür ticarileştirildi. Reklamlar birer sanat nesnesi haline
geldi.
Postmodernizmde
entelektüeller yeni bir rol
üstlenirler. Onlar artık yol gösteren ‘meşrulaştırıcılar’ değil, anlam ilişkilerini gösteren çevirmenler haline gelir.
Görevleri gerçeklik modelleri
geliştirmek değil, anlam bağlantılarını diğerleri için tercüme etmektir.
Teşekkürler, Allah razı olsun hocam! Elinize sağlık.
YanıtlaSilTeşekkür ederim emekleriniz için.
YanıtlaSil