Orta Çağ üzerine olan dersimizde belirttiğimiz gibi ticaretin gelişmesiyle feodal düzenin gücü azalmış ve
yeni bir toplumsal sınıf belirmeye başlamıştır. Ticaretle geçinenler
“burg” denilen kaleler içinde (kentlerde) yaşıyor
ve kendilerine “burgensis” adı veriliyordu. Geçimini ticaret ve zanaatla sağlayan bu yeni sınıf
(daha sonra burjuva denilecek)
zamanla toplum içinde güç kazanmış ve
çıkarları gereği feodal senyörlere karşı merkezi iktidarı (kralı) desteklemiştir. Ancak daha sonra mutlak monarşiyle de çatışmaya girmiş ve tarihte
burjuva devrimleri olarak bilinen
radikal değişimleri gerçekleştirmiştir. Bu konuya ilerleyen
derslerimizde tekrar döneceğiz.
XVI. yüzyılın
hemen öncesinde ortaya çıkan bazı
teknolojik gelişmeler de merkezi krallıkların güçlen- mesine olanak vermiştir. Örneğin güçlü toplarla feodal senyörlerin şatolarını tehdit etmek ve onlara baş eğdirmek mümkün hale
gelmiştir. Neticede senyörler zamanla kralın çevresinde toplanmayı ve onun hima- yesinde yüksek memuriyetlerde bulunmayı çıkarlarına daha uygun
görmeye başlamışlardır. Böylece kurulan
milli devletler Papa’nın dünyevi iktidarına da karşı çıkmaya
başlamışlar ve neticede kralın sınırsız iktidarı giderek pekişmiş,
mutlaklaşmıştır.
XVI. yüzyıldan
itibaren Kilisenin iktidarı,
Hıristiyanlık içinde de
sorgulanmaya başlamıştır. Kilisenin kurduğu hiyerarşik
düzene yöneltilen eleştiriler, Hıristiyanlık içinde yeni bir akımın doğmasına yol açmıştır.
Hıristiyanlığın kaynağına dönmeyi savunan ve Protestanlık adı verilen
bu akımın en önemli öncüleri
arasında Alman Martin Luther
(1483-1546) ve Fransız Jean Calvin (1509-1564) sayılabilir. Bu isimler
Papa’ya baş kaldırmışlar ve Hıristiyanlık içinde
bir reform yapılması gereğini
savunmuşlardır. Dini alanda
bireyin özgürlüğünü savunan
Protestan düşünür ve ilahiyatçılar,
toplumsal ve siyasal alanda ise herhangi bir özgürlük talebinde bulunmamışlardır. Kilisenin (Papa’nın) iktidarına vurulan bu darbe
sonuçta dünyevi iktidarın (kralların) büs- bütün rakipsiz kalması sonucunu doğurmuştur.
Dini alanda
devrimci olan Luther, siyasi alanda
son derece muhafazakârdır. Siyasi
iktidara başkal- dırmak - hükümdar
zalim bile olsa – ona göre yanlıştır.
Luther’e göre, hükümdara baş kaldırmak Tanrı’ya
başkaldırmakla aynı anlama gelir.
Zira Tanrı, bazılarına yönetici
olma ayrıcalığı vermiştir. Tanrının yönetme ayrıcalığı bahşettiği kişi adaletsiz, kötü ve hatta zalim olabilir. Her durumda,
Tanrı’nın verdiği hükme razı
olmak gerekir, çünkü o yanılmış
olamaz.
Benzer bir yaklaşım
Calvin’in düşüncelerinde de karşımıza çıkar: Ona göre, tiranlık bile olsa siyasi ikti-
dara itaat etmek, boyun eğmek
gerekir.
Protestanlık düşüncesi
burjuvazinin/kapitalizmin gelişiminde önemli bir etken olmuştur. XIX. yüzyılda
sosyolojinin kurucu babalarından Max Weber, Protestanlık ile kapitalizmin gelişimi arasındaki ilişkiye
işaret etmiştir. Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu adlı eserinde Weber, Protestanlık düşüncesinin temel ni- teliklerinin
kapitalizmin doğuş ve gelişimine
imkân verdiğini ileri sürmüştür.
Protestanlığa göre insanların kurtuluşu, bu dünyada Tanrı adına çok
çalışmalarıyla mümkündür.
Protestanlığa göre insanlar yeryüzünde
Tanrı’nın krallığını kurmakla yükümlüdürler. Bunu sağlayabilmeleri için Tanrı insanlardan,
çok çalışmala- rını, fazla
üretmelerini, tutumlu olmalarını, lüks
yaşamdan kaçınmalarını
beklemektedir. Weber’e
göre çok çalışma/üretme ve tutumlu olma/biriktirme, kapitalizmin Batı Avrupa’da gelişip serpilmesi için gerekli ortamı hazırlamıştır.
Niccolo
Machiavelli: Etik ve Siyaset
Niccolo Machiavelli (1469-1527) Floransalı bir düşünürdür. 1498-1512 yılları arasında
Floransa Cumhuri- yeti’nin hizmetinde çalışmıştır. 1512’de Medecislerin iktidara gelmesiyle işine son verilince, Machiavelli
ken- dini siyasi yazarlığa
vermiştir. Amacı sadece düşünsel eserler vermek değil ayrıca yeni iktidarın beğenisini kazanmaktır. Bu amaçla, Prens ve Titus Livius’un İlk
On Bölümü Üzerine Söylevler adlı ünlü eserlerini yaz- mıştır.
Machiavelli’nin
yaşadığı dönemde
Fransa, İngiltere ve İspanya’da merkezi krallıklar kurulmuştur. Roma
İmparatorluğu’nun çökmesiyle irili ufaklı
birçok devletin
ortaya çıktığı İtalya ise hâlâ siyasi birlikten yoksun- dur. İtalyan birliği
(Risorgimento, yani yeniden doğuş,
diriliş) ancak XIX. yüzyılda gerçekleşebilmiştir. O tarihe
kadar İtalya sadece coğrafi bir bölgeyi ifade etmekteydi, siyasi bir birlik anlamına
gelmiyordu. Machiavel- li’nin yaşadığı XV. ve XVI. yüzyıllarda – ve sonrasında – İtalya’da
Papa’nın yönetimindeki toprakların
dışın- da ayrıca kuzeyde Yunan site-devletlerini
andıran devletçikler bulunmaktaydı. Venedik, Milano ve Floransa bunlardan en önemlileridir.
Machiavelli’ye göre İtalya’nın coğrafi
bir terim olmaktan
çıkıp siyasi bir birlik anlamı taşımasının zamanı gelmiştir. Bu birliği ancak bir hükümdar (prens) sağlayabilir. Bu öyle bir prens olmalı ki amaca varmak
için her türlü aracı meşru saysın,
onu hiçbir ahlaki kural durdurmasın. Machiavelli çizdiği
prens figürüyle, hem İlk Çağ hem de Hıristiyan Orta Çağ düşüncesiyle hesaplaşmaya girmiştir. Eflatun,
Aristo, Stoacılar ve Hıristi- yan düşünürler için devletin amacı etiktir,
ahlakidir. Söz konusu İlk çağ düşünürlerine göre devlet insanı iyi- ye, erdemli
bir yaşama yöneltmelidir; Hıristiyan filozoflara göre ise sonsuz kurtuluşun eşiğine
ulaştırmalıdır.
Machiavelli ise devletle ilgili bu tür anlayışlara karşı çıkmıştır. Sofistlerden sonra ilk kez o, siyaset (veya iktidarın kullanımı) ile ahlakın
birbirinden ayrı şeyler olduğunu
söylemiştir. Bu ikisinin (siyaset-ahlak) birbi- rine karıştırılmasının bir fayda sağlamayacağını
ileri sürmüştür. Tarih boyunca
yöneticilerin sözleriyle uygu-
lamalarının örtüşmemesi aslında fiili
olarak sıkça rastlanan bir durumdur.
Machiavelli işte bu gerçeği yalın bir
şekilde gözler önüne
sermeyi amaçlamıştır. İtalyan düşünür,
siyasi konuları, ahlaki, metafizik ve dini ilkelerden soyutlayarak, bunlardan bağımsız bir şekilde ele
alması nedeniyle siyasi düşünce tarihine önemli bir yenilik getirmiştir.
Prens
adlı
eserinde Machiavelli her toplumda
iki farklı mizaç olduğunu ileri sürer: Biri halkınki, diğeri ise büyük olanların mizacı.
Ne var ki halk büyüklerin emri ve baskısı altında
olmak istemezken, büyükler
ise halka komut vermek ve onu baskı altında tutmak ister.
Savunduğu bu düşünceyle Machiavelli, toplumsal bölünmüşlüğün gerçekte
toplumların vazgeçilmez ve önlenemez bir niteliği olduğunu
belirtmek istemiştir. İşte bu tespit,
Machiavelli’yi modern
anlamda siyaseti kavrayan ve anlayabilen
bir düşünür olarak karşımıza
çıkarıyor. Siyasetin oluşmasına yol
açan işte bu bölünmüşlük, bu ikilik, diğer bir ifadeyle – ileriki dersleri- mizde
göreceğimiz Marx’ın ifadesiyle – sınıf mücadelesidir. Bu ikilik olmazsa
toplum olmayacak, dolayısıyla siyaset
de olmayacaktır.
Machiavelli’ye göre siyasal iktidarın görevi, bu ikiliği
gidermek veya çözmek
değildir. Siyasetin
tek fonk-
siyonu, kendisiyle tümüyle barışık (çatışma
olmayan) bir toplumun tesisi değildir. Çünkü böyle – çatışmasız
– bir toplum,
siyasetin var olma nedenini ortadan
kaldırmakla kalmaz aynı zamanda kendini
de yok etmiş
olur. O halde siyasetin amacı, toplumda önlenemez
ve vazgeçilmesi mümkün olmayan bölünmüşlüğü ve
çatışmayı yönetmektir.
Machiavelli bir Rönesans düşünürdür. Dolayısıyla Machiavelli’yi anlamaya çalışırken, İtalya’nın içinde bulunduğu siyasi durum (parçalanmışlık) kadar, yaşadığı
dönemde Avrupa’da ortaya çıkan köklü düşünsel
değişim de hesaba katılmalıdır. Bu dönemde Orta Çağ Hıristiyan düşüncesi eski önemini yitirmeye başlamış, eleştirel düşünce boy atmış,
birey fikri gelişmeye başlamıştır.
Machiavelli Prens adlı eserinde,
İtalyan birliğini kuracağını hayal/ümit
ettiği prense, devlet yönetimi konusunda öğütler verir. İktidarı miras yoluyla değil kendi gücüyle ele geçiren bir prens, hükümdar adayı
nasıl davranmalıdır? Machiavelli bu varsayımdan hareket ederek hükümdara
kuvvetli, yırtıcı,
kurnaz ve hat- ta ikiyüzlü
olması tavsiyesinde bulunuyor.
Machiavelli’nin “siyasi ikiyüzlülük” dediği tavır, günümüz mo-
dern siyaset jargonunda “siyasi propaganda” olarak anlaşılabilir.
Machiavelli propagandayı siyasi iktidarın temel unsurlarından biri olarak
değerlendirmektedir. Ona göre kuvvet kullanmadan iktidar
yolunun açılması mümkün
olmadığından prens, savaş sanatını da
çok iyi bilmek durumundadır.
Machiavelli insan tabiatı konusunda karamsardır.
İnsan, tabiatı gereği kötü, bencil, korkak ve
ikiyüz- lüdür. İşte bu nedenle devlet yönetiminde gerekirse baskıcı, acımasız
hatta kan dökücü de olunabilir. Fakat acımasızlık ile şefkat arasında iyi bir denge sağlanmalıdır. Sürekli
acımasız ve kan dökücü olmak prensin sonunu hazırlayabilir. Machiavelli’ye göre insan korktuğuna, sevdiğinden daha fazla
hizmet eder. Prens
hem sevilir hem korkulur olmalıdır; ama korkulur olması, sevilir
olmasından daha iyidir.
Prens, savaşta olduğu kadar barışta da becerikli
olmalıdır. Devletlerarası
antlaşmaları hazırlar ve uygu-
larken tilki gibi kurnaz olmak gerekir.
Antlaşmalar bazen çiğnenmek
üzere yapılır. Prens, ahlaki kurallarla kendini bağlamadığı gibi
milletlerarası hukukla da kendini sınırlandırmamalıdır. Böylece Machiavelli,
milletlerarası hukukun en önemli ilkelerinden olan “Pacta
sunt servanda” (ahde vefa) ilkesini
hiçe saymayı önermektedir.
Machiavelli tüm bu fikirleri, İtalyan birliğinin
sağlanabilmesi için ileri sürmüştür. Onun en temel amacı,
İtalya’nın sadece coğrafi bir bölgeyi ifade
eden bir adlandırma olmaktan çıkıp siyasi bir birlik haline
gelmesi, diğer bir ifadeyle gecikmiş İtalyan birliğinin sağlanmasıdır. Ne var ki Makyavelizm,
siyasi düşünce tarihine ve siyaset
literatürüne “amaca ulaşmak için her yol ve
araç mübahtır, meşrudur” yaklaşımını
dile getiren ge- nel bir kavram olarak geçmiştir.
Thomas
Hobbes: Toplum Sözleşmesi Kavramının Doğuşu
İngiliz düşünür
Thomas Hobbes (1588-1679) burjuva devrimlerinin hazırlık/gelişme çağında karşımı- za çıkan önemli isimlerden biridir. Hobbes’un yaşadığı dönemde Katolik İspanya Kralı II. Philippe,
Kilise- nin “sapık” ilan ettiği
bir mezhebin (Anglikanizm) takipçisi olan Elizabeth’in hüküm sürdüğü İngiltere’yi
işgal etmeye hazırlanıyordu. İspanya amacına ulaşamadı ama ülkesinin işgale uğrama
tehlikesi Hobbes’un düşüncelerini
derinden etkiledi.
Hobbes’u siyasi düşünceler
tarihinin önemli bir figürü
kılan 1651’de Londra’da basılan Leviathan adlı eseridir. Bu kitap, ismini
İncil’de bahsi
geçen bir ejderhadan almaktadır. Leviathan, yeryüzünde kimsenin
güç yetiremeyeceği bir canavarın adıdır.
Hobbes’u böyle bir kitap yazmaya iten neden, İngiltere’de büyük bir siyasi karışıklık sürerken (dolayısıy-
la dış tehditlere açıkken) ve Avrupa din savaşlarıyla sarsılırken kralın yetkilerinin sınırlandırılması tartışma-
larının yapılıyor olmasıdır. Hobbes, ülkesinin ve
Avrupa’nın yaşadığı bu genel kargaşa döneminde, karalın yetkilerin
sınırlandırılmasının tehlikeli sonuçlar doğuracağına inanmaktaydı.
Burjuva devrimlerinin arifesinde, Hobbes burjuvazinin
tarafında yer almamıştır. Bilakis,
mutlak iktida-
rı sağlam temellere oturtmaya gayret etmiştir. Hobbes’a göre mutlak iktidar, kralın Tanrı’dan aldığı yetkiye
değil bireylerin çıkarlarına dayanmalıdır.
Leviathan, dev ve yapay bir insandır. Bu yapay yaratık,
devletin ta kendisidir. Hobbes’un
Leviathan adını verdiği bu dev insan, yani devlet, insanları korusun
diye bizzat insan- lar
tarafından kendi aralarında yaptıkları
bir sözleşme ile yaratılmıştır.
Hobbes’un, devletle ilgili düşüncelerinin hareket
noktası “doğal yaşam”dır. Ona
göre insanların doğal yaşam
sürdükleri – devletin olmadığı – dönem altın bir çağ olmaktan uzaktır.
Tam tersine, devletin henüz olmadığı bu dönemde insanlar cehennem
hayatı yaşamaktaydılar. İnsanların eşit ve sınırsız özgür oldukları doğal yaşam koşullarında “İnsan insanın kurdudur”
(Homo homini lupus) sözü haklılık kazanmaktadır. İnsan- ların sürekli bir şekilde birbirlerinden korktukları böyle bir durumda
uygarlığın ilerlemesi beklenemez. Hob- bes’a göre,
insanların birbirini ezdiği bu cehennem hayatına
son vermek için bir sözleşme
(kontrat) yapmak gerekmiştir. Bu
sözleşmeyle insanlar, önceden sahip
oldukları sınırsız özgürlüklerine son vermişler;
kendile- rini temsil edecek ve
yönetecek dev insanı (devlet) yaratmışlardır.
İnsanların yarattığı bu yüce egemen güç (Leviathan yani devlet), insanların kendi aralarında yaptıkla-
rı sözleşmeyle hiçbir şekilde bağlı
değildir. Çünkü insanlar doğal yaşam
halindeyken sahip oldukları tüm hakları barışa
kavuşmak üzere bu egemen güce yani devlete
devretmişlerdir. Egemen güç, Hobbes’a
göre monarktır (kral) ve o, yapılan sözleşmenin taraflarından biri değildir. Bu nedenlerdir ki son
derece geniş yet- kilerle donanmış
olmasına rağmen Leviathan’ın topluma karşı hiçbir yükümlülüğü yoktur.
Hobbes’un bu
düşüncelerinden çıkan sonuç şudur: Hukukun tek bir kaynağı vardır ve
o kaynak Levi- athan’ın yani devletin iradesidir. Dolayısıyla, İngiliz düşünüre göre doğru ile yanlışın ne olduğuna karar ve- recek
olan da monark ya da daha genel bir ifadeyle devlettir.
Zira insanlar bu yetkiyi
yaptıkları sözleşmeyle
Leviathan’a devretmişlerdir.
Hobbes’a göre, mülkiyet de insanların ortak iradeleriyle yaratılan egemen
gücün mutlak denetiminde olmalıdır. Doğal yaşam
koşullarında herkesin her şey üzerinde hak iddia etme durumu söz konuydu. Fakat
neticede kuvvetli olan istediğine
sahip olabiliyordu. Devletin yaratılmasıyla, mülkiyet güvenlik altına alın- mıştır. Devlet, gerekli
gördüğü veya dilediği
zaman mülkiyeti yeniden
düzenleme hakkına sahiptir. Hobbes’a göre devletsiz özel mülkiyetin bir anlamı yoktur.
Hobbes, aynı mantık zincirinin devamı olarak din konusunda da devleti merkeze
almıştır. Ona göre insanlar iki efendiye birden hizmet edemezler. Bu noktada
Hobbes, Katolikliğin ortaya koyduğu
düalizmi (ikicilik) reddeder; ruhani (Papa)
ve dünyevi (Kral) liderlik ayrımına karşı çıkar. İç barışı sağlayabilmek için egemen gücün, ruhani (dini) ve cismani (dünyevi) iktidarı tek elde toplaması gerektiğine inanır.
Hobbes’un yönetim
biçimleri arasında monarşiyi tercih ettiği açık. Fakat onun savunduğu
monarşide, monark (kral) gücünü tanrıdan değil toplumdan
alır. Hobbes’un mutlak monarşiyi savunmasındaki neden, bireyin güven ve
mutluluğunun sağlanmasıdır.
Hobbes her ne
kadar monarşinin yılmaz bir savunucusu olsa da, onun düşüncelerinin gelişiminde
yeni yeni gelişen bir toplumsal sınıfın
– yani burjuvazinin
– dolaylı da olsa etkilerini görmek mümkündür. Sonuçta Hobbes öngörmese de toplum
sözleşmesi ileriki dönemlerde burjuvazinin
çıkarlarına hizmet edecektir.
Titanium Wallet | Shop Online For Men | TITNA.com
YanıtlaSilLooking for men in the world titanium grades who are ford escape titanium for sale able to snow peak titanium flask use their mobile wallets? At TITNA.com you can titanium iv chloride make the most of your online shopping experience at your Rating: ffxiv titanium nugget 4.6 · 4 votes
pop over here custom sex doll,dildo,dog dildo,vibrators,sex toys,sex toys,wholesale sex toys,realistic dildo,sex toys you could try these out
YanıtlaSil